Öncelikle inanılmaz orijinal bir senaryodan bahsedebilirim. Daha önce örneğini izlemediğim konuyu ele almış olmaları izlenirliği biraz daha arttırmış diye düşünüyorum. Başlarda her şeyin ne kadar güzel ilerlediğine şahit olurken elbette bu kadar basit olacağını düşünmüyorsunuzdur. Her zaman, gerçek hayatta da olduğu gibi, olaylar ya da şirketler büyüdükçe ortada dolaşan paranın miktarı da artar. Böyle bir artış karşısında elbette bu pastadan pay almak isteyenlerin sayısı da artacaktır ve olaylar daha fazla karışacaktır. Bu tahmin edilmesi zor bir durum değildir ve bir çok örneğini de gerçek hayatta görebiliriz.
Akıcı bir film izlediğimi düşünüyorum, olayların sıralamasını çok iyi yansıtarak ve sadece yeteri kadar anlatarak filmi sıkıcılıktan ve durağanlıktan uzaklaştırmışlar. Her sahne ve her olay hakkında sadece yeteri kadar bilgi alıyoruz. Bu sayede filmde anlatılmak istenilen konuyu daha fazla anlatma ve konunun daha çok özelliğini dile getirmeye şansları olmuş.
Belgesel tadında izleyebileceğiniz filmi kesinlikte tavsiye ediyorum. Luke Wilson için bile izlemeye değer.
Daha önce görmediğim ilginç senaryolardan biri olarak çıktı karşıma. Bilim kurgu tarzında ilerleyen ama aslında öyle olmayan film tarzı hoşuma gider ve her zaman maksimum dikkati vermeye çalışmışımdır. Lakin burada da konunun içinde olması ve anlatılmaya çalışılan; ‘’kader’’ olayını çok sevdim. Aşk öğesinin de işin içinde olacağını hiç düşünmemiştim, biraz şaşırttı.
Film boyunca Don’un yalnızlığı ve çaresizliğine tanık oluyorsunuz. Hayatında önemsemediği şeylere aslında ne kadar önem verdiğini gören bir adamın gizemli bir mektupla yaptığı yolculuğu izliyorsunuz. Kamera çekimlerinin ne kadar etkileyici olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Sanki her durakta gördüklerimiz, seyrettiklerimiz aynı havasını yaratmayı başarmışlar.
Hayatı son derece sakin olarak ilerleyen, zamanında farklı hayallerle İstanbul’a gelmiş ama daha sonralarında yazar olmaya karar veren karakterimiz, bir gece barda sonlara kalan sarhoş kızı evine götürmek zorunda kalır.
Yukarıda yazmak istediğim sekans aslında filmin özeti değil, filmin direkt başlama sahnesi olarak da düşünülebilir. Bu ilginç karşılaşmadan sonra biranda değişen hayatlar, harika müzikler eşliğinde ve inanılmaz duygu yüklü sahneler eşliğinde bize sunulmuş.
Süper bir başlangıç sahnesi… Yine bizimkiler “Hangover” vaziyetinde, bir otelin çatısında.Ve hikâye en başından başlıyoruz. Zach G. faktörü daha ilk saniyelerde o kadar belli ki..
Haller karizmatik ve yakışıklı bir ceza avukatıdır. Diğerlerinden farklı, Lincoln marka arabasını ofisi olarak kullanmakta ve kariyeri boyunca genellikle önemsiz suçlar işleyenleri savunmuştur. Ancak aniden önüne bir olay belirir. Beverly Hills’in yakışıklı bir zengini cinayetle suçlanmaktadır ve kendisini savunması için Mick’i tutmak ister. Bu kadar basit olarak gözüken ve kolay yoldan para kazanacağını zanneden Mick, kendini bir çıkmazda bulur.
Keyifli bir müzik eşliğinde başladığımız film, arabanın tanıtımını yapmak istermişçesine devam ediyor. Daha sonra bir anda pembe görüntüler bitiyor ve hikâyeye başlangıç ile karşıkarşıya kalıyoruz. Kariyerinde hep suçluları savunan ve bu konuda başarılı olduğu empozeedilen avukatın önünde bu sefer zor olduğunu düşündüğünüz bir olay geliyor ve artık filme resmen başlamış olarak kabul ediliyorsunuz.
Aile içi şiddet; çocuklara uygulanan şiddet ve klasik olarak insanların birbirine uyguladığı şiddet konulu filmleri izledik, üzerine bir sürü yorumlar yaptık. Ama bu sefer ki film bunların çok çok üstünde bir konuyu işliyor. Rahatsız olabilirsiniz uyarısını bu noktadan itibaren yapmam gerektiğini hissediyorum.
Mutlu bir aileye sahip olduğunu düşünen bir anne, ensest ilişki kurbanı bir kız ve bütün bu olaylara şahit olan erkek kardeş, filmin tamamını oluşturuyor. İçinde erotik sahneleri de bulunduran bu film baştan aşağı dram ve aile içi ilişkinin ağır dramını yansıtmaya çalışıyor.
Her şeyden önce Almadaovar gerçeğinden bahsetmem gerektiğini düşünüyorum. Kendisi, benim yeni keşfettiğim ve eserlerini izlemeye başladığım bir yönetmen diyebilirim. Tarzı genel olarak dram olan ama ara sıra kendi tarzının dışına çımaktan çekinmeyen bir yönetmen. Bu sefer biraz daha trajikomik bir hikâye yarattı, araya bolca dram koymuş ve gerçekten seyir zevki çok yüksek bir Penelope filmi olmuş diyebilirim.
Bu film dağcı Aron Ralston'un başından geçenlerin gerçek hikayesi... Genç bir dağcı olan Aron, Utah yakınlarında büyük bir kaya parçasının arasına sıkışır. Hayatı için bir çeşit tuzağa dönüşen bu olayda Aron, soğukkanlı olması gereken şoke edici bir çözüm yolu bulur.
Geniş bir açıdan bakacak olursak; zor bir durumda kurtulmaya çalışılan filmler benim için Open Water isimli tarihin en gereksiz filmlerinden biriyle başladı. Daha sonra Open Water 2 filmi gerçekten beğendim. O da; bir önceki gibi gereksiz olmasına rağmen yaratılmak istenen duyguları ve senaryosu biraz daha akıcı ve sağlam geldi. 2010 yılında yapılan Buried; bu tarzın bence en iyilerinden biri. Sırada ise; en az onun kadar iyi bir yapım olan 127 Hours var.
Bu tarz filmlerde aranan özelliğin sadece zor bir durumdan kurtulmaya çalışmak olmamalı. Aynı zamanda bir senaryosu ve aynı zamanda bir kurgusunun olması beklenmeli, çünkü zaten tek mekanlı filmleri çekmek ve seyirciye izletmek gerçekten zordu. Elbette bunun yanına birkaç bir şey daha eklenmeli; 127 Hours bu yüzden başarılı.
Yaşamında yalnız olmalı seçen ve yaptıklarını kimseye haber vermek istemeyen Aron’un hem yaşadığı zor durumları, biyografisini, psikolojik durumunu anlatmayı başarmışlar. Kısılıp kaldığı zaman geçmişiyle hesaplaşmasını, o anda kendini nasıl motive etmeye çalıştığını çok iyi yansıtmışlar. Bunları anlatırken kullanılan müzikler, gerek hareket anlarında, gerek zor zamanları anlatmaya çalışırken kullanılan kamera açıları ve efektleri gerçekten çok ince bir işçiliğin sonucu olarak görülebilir. Sadece bir konuyu anlatmak yerine, yönetmenimizin yaratıcılığı sayesinde daha zevkli bir hale gelmiş film, takdir edilesi bir performans.
Performans demişken; James Franco dan bahsetmemek olmaz. James Franco bu yapımla birlikte oyunculuğu adına büyük bir değişim yaşamış. Çok başarılı bir performanstı, Akademi Ödülleri'nde''En İyi Erkek Oyuncu'' kategorisinde aday. Ne yazık ki büyük olasılıkla ödülü alamayacak çünkü dürüst olmak gerekirse; bundan daha iyi filmler ve o filmlerin içinde tam tipik Oscar verilesi performanslar var. Alamasa bile; çok iyi bir iş çıkarttığını belirtmek gerekiyor.
Mükemmel doğa görüntüleri ve onların mükemmel yönetimiyle, seyircisine harika bir göz zevki sunan film, kısaca çok çok ufak bir ihtimalle insanın başına gelecek bir ‘’denk gelme’’ den sonra insanın bununla başa çıkmasını harika bir biçimde anlatıyor. Filmin sonu da en az film kadar harika olduğunu belirtiyorum. Gerçek hikayelerin sinemaya uyarlanmasına bir örnek daha… Harika!
Peter Highman beş gün sonra doğuma girecek karısına yetişmek ve zamanında orada olmak için Atlanta'da çok hızlı hareket etmesi gereken bir baba adayıdır. Ancak uçağını yakalayamayınca tüm programı alt üst olur. Kendisini Ethan Tremblay'in arabasında bulan Peter, karısının ve çocuklarının yanında zamanında olabilmek için bu yolculuğu yapmak zorunda kalır. Tüm ülkeyi bir uçtan diğerine kat edeceği yol arkadaşı ise tam anlamıyla sinir bozucudur.
Beni güldürebilen filmlerin gerçekten çok az olduğunu söyleyebilirim. Öncelikle gülünecek kısım; filmlerdeki salaklıklar ya da küfürler olmamalıdır. Arada gerçekten gülmeye değer mimikler ya da hareketlerin olması da gerekiyor. Çok fazla bir şey düşündürmesine gerek yok, en azından takip edilebilecek bir konusunun olması ve aynı zamanda oyuncularında filmde; film özellikle komedi tarzındaysa aşırı abartılı ve durağan hallerden kaçınmasını beklerim.
Yukarıda bahsettiğim bütün özelliklere uyan bu filmi izlemek çok büyük bir zevkti gerçekten. Ethan Tremblaynın o yürüyüşü bittim orda ya aklımda öyle bir yer etti ki artık git başımdan deyince direk onun yürüyüşü aklıma geliyor ve kendi kendime gülüyorum.günümü eğlenceli geçirmeye yetti. Alınması gereken en büyük hazzı yaşadığıma inanıyorum.
Komedi filmlerinin nesi hakkında konuşulabilir ki daha fazla. İzlenmesi gereken, izlenirken de öyle çok fazla bir şeylerin beklendiği yapıtlar değillerdir zaten. Üzerine çok düşünmek ya da filmde herhangi bir açık yakalamaya çalışmak yerine kendinizi filme bırakıp, biraz gülmek niyetiyle başına oturmanız yeterli olacaktır.
Oyunculuklar çok iyiydi 'Robert Downey jr ve Zach Galifianakis' muhteşem bir ikili olmuşlardı. Kahve kutusundaki babasının küllerini içtikleri sahne ve bir fincanlık tarzında bir şeyler söylediği sahne beni çok güldürdü.
Ben izlerken çok eğlendim. Sizlere de tavsiye ederim .. İyi Seyirler
Yıl biterken 2010 yılında acaba neler izledim diye düşünmeye başladım. İlk başta aklıma gelen 20 film arasından birkaçını eledikten sonra önümde bir liste kaldı. Gerek 2010 Şubat tatili, yaz tatili ve tatilden sonra okulun üzerimde yarattığı rahatlık sayesinde çok fazla boş zaman buldum ve birçok filmi izleme fırsatı buldum. Ocak-Aralık 2010 tarihleri arasında izlediğim en güzel filmleri sıralamasız olarak vermek istiyorum, hepsinin bende bıraktığı etkiyi ve neden mutlaka izlenmesi gerektiğini söylemem yeterli olacaktır sanırım.
Brothers [2010]
Örümcek Adam filminden başka projelerde başarıyı yakalayabilecek mi soruları T.Maguire için sürekli ağızdan ağza dolaşıyordu. Bu filmi buraya almamın başlıca sebeplerinden biri olarak hem oyuncu kadrosunu hem de işlediği psikolojik dramı söyleyebilirim. Konu olarak;
Sam Cahill, Afganistan dağlarında terörle savaşmak üzere gönderilmiş bir Amerikan askeridir. Eşi Grace ve çocuklarının yanına erkek kardeşi Tommy taşınır. Tommy kardeşinin ailesini korumak için onların yanındadır, oysa değişken karakteri ve tuhaf alışkanlıkları aile içinde sorun yaratır. Zaman geçtikçe Tommy ve Grace birbirlerini daha iyi anlamaya ve birbirlerinden hoşlanmaya başlarlar. Sam'in Afganistan'da yaşadığı travmalarla birlikte eve dönmesi ise bütün dengeleri değişecektir.
Gerçekten güzel bir filmdi ve izlenmeye değer bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor.
The Girl with the Dragon Tattoo [2009]
“Mikael Blomkvist” isimli gazetecinin tutuklanmasına 6 ay kalmıştır ve “Henrik Vanger”, 16 yaşında kaybolan güzel “Harriet” için Mikael’i çağırır, tabii ki Mikael’in bilgisayarına ve tüm kişisel hesaplarına ulaşabilen Lisbeth yani “Dragon Dövmeli Kız” sayesinde. Mikael Harriet’in sırrını çözmek için çalışmayı kabul eder. Aynı zamanda Lisbeth de Mikael’in bilgisayarından tüm verileri takip etmeye devam ediyordur ve bilgisayarda Harriet hakkında bulduğu veriler ilgisini çeker... Mikael’e yardım
amaçlı bir mail atar. Ve bundan sonra olaylar gayet esrarengiz ve gizemli bir şekilde birbirini takip eder…
Başlarda biraz sıkıcı ilerleyen film, konunun gelişmesi sayesinde kendine merak ettirir hale geldiği anda gerçek zevki almaya başlıyorsunuz. Kurgusu ve senaryosuyla izlediğim en iyi filmler listesine girmeyi en çok hak edenlerden biri. Mutlaka izleyin, ya da okuyun.
Inception [2010]
Bunun hakkında konuşmaya gerek yok. Uzun bir şeyler söylemeye de gerek yok. C.Nolan, senaryo konusunda çıtayı o kadar yukarıya koydu ki, neredeyse izlediğim tüm filmler Top 100 listemde 1 numaraya koyabilecektim.
Celda 211 [2009]
Juan gardiyan olmak üzeredir. İşe bir gün erken gelir. İki meslektaşı ona hapishaneyi gezdirirken, birdenbire tavandan düşen bir parçanın çarpmasıyla bayılır. Gardiyanlar onu ayıltmak için 211 numaralı boş hücreye götürür. Juan bilinci kapalı halde hücrede yatarken hapishanede bir ayaklanma patlak verir. Ayıldığında güç bir durumla karşı karşıyadır: Hayatta kalmak için mahkûm rolü oynamak zorundadır.
Klasik hapishane filmlerinin hepsinden farklı bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor. Normalde hapishane içindeki isyanlardan bahseden ya da hapishaneden kaçış için plan yapılan filmleri senelerce izledik ama bu sefer dışarıdan içeriye giren bir adamın içeride var olmaya çalışması gerçekten çok ilginçti. Benzerlerinden kurgusu sayesinde ayrılan ve sanki el kamerasıyla çekilmiş havası yaratılmaya çalışılan film gerçekten çok güzeldi. Herkese tavsiye ediyorum. Luis Tosar’ın oyunculuğu da izlemeye değerdi.
Sherlock Holmes [2009]
Arthur Conan Doyle’un dünyaca ünlü karakteri Sherlock Holmes’ün dinamik yeni uyarlamasında Holmes (Robert Downey Jr.) ve cesur ortağı Watson (Jude Law) en son maceralarına atılıyorlar.
Dövüş tekniklerini, efsanevi zekâsı gibi silah olarak kullanan Holmes, bu macerasında ülkesini yok edebilecek ölümcül bir komployu aydınlatmak için yeni bir düşman ile savaşıyor.
G.Richie’nin herkese hitap etmeyen bir tarzının olduğunu varsayarsak bu filmi beğenen kesim olduğu kadar beğenmeyenlerinde ağırlıklı olduğunu görüyoruz. Uyarlama olarak düşünüldüğü zaman ve biraz yeniliklere açık bir izleyiciyseniz bu filmi mutlaka seveceksiniz. 2.’sinin de geleceğini bildiğimiz üzere, artık söylenecek tek şey, umarım ilk filme yakışır bir 2. film izleriz.
Shutter Island [2010]
“Departed-Köstebek” ile Oscar ödülü kazanan yönetmen Martin Scorsese’in yönettiği “Shutter Island-Zindan Adası”nda, Massachussets sahili açıklarındaki bir adada suç işlemiş akıl hastalarının tedavi edildiği hastanedeki bir katilin esrarengiz şekilde kayboluşunu soruşturmakla görevlendirilen Teddy Daniels (Leonardo DiCaprio) ve Chuck Aule (Mark Ruffalo) adlı iki polisin baş döndüren hikâyesi anlatıyor.
En muhteşem senaryolardan biri olmasının yanında sinema tarihinin en iyi senaryolarından biri olarak görüyorum. Bu tarz ucu açık sonların olduğu ve aynı zamanda hikâyenin bir o kadar karıştırıldığı filmlere zaten ayrı bir ilgim var. Bütün film bir konu anlatıp daha sonra onları yıkan ve yerine farklı gerçekler öne sürerken kafaları baya bir karıştırmayı başarmışlar. Mutlaka izlenmesi hatta 2 kere izlenmesi gereken yapımlardan biri.
Parallel Life [2010]
30 yıl önce yaşanan bir olayın tam 30 yıl sonra tekrar yaşanmasını ele almaya çalışmışlar. Ama bu 30 yıl öncesi ve şu andaki durum mevzubahis olduğu noktada önümüze o kadar ilginç belgeler sunmuşlar ki inanmamak imkânsız bir duruma gelmiş.
Bira karışık bir kurguya sahip olan filmi normallerine göre biraz daha dikkatli izlemeniz gerekiyor. Ufak ayrıntılar sayesinde filmin sonuna ulaşıyorsunuz. Film değişik bir deneme olarak dikkatimi çekti ve gerçekten çok beğendim. Bu listede olmayı en çok hak edenlerden biri olmuş.
The Ghost Writer [2010]
Listeye alıp almamakta kararsız olduğum bir film. Ama bunu da buraya koymazsam geriye koyacak fazla bir şey kalmadığından dolayı alınmayı hak ettiğini düşündüm. Polanski’nin en iyi filmlerinden biri olduğunu düşünüyorum.
Eğer politikadan hoşlanmıyorsanız film size çok sıkıcı gelebilir özellikle de başları... Filmin ortalarına doğru gizem artıyor ama o da öyle güçlü bir merak duygusuna sebep olmuyor. Fakat filmin sonuna yaklaştıkça büyük olayların geleceği sinyallerini almaya başladığınız zaman heyecanınız biraz artıyor.
Mutlaka izlenmesi gereken filmlerden biri olarak düşünmüyorum, ama heyecan ve biraz gizem sevenlere tavsiye ederim.
The Limits of Control [2009]
Anlamadan filme pislik atılmaması gerektiğini düşündüren bir yapıt olmuş. Filmi izledikten sonra 1 gün boyunca düşündükten sonra asıl alınması gereken dersi aldım. Tema olarak;
Filmde ana tema ölümdür. “Kendini diğerlerinden büyük gören insan mezarlıkları ziyaret etmelidir” sözü film boyunca birkaç kez yinelenmekte. Film kısacık insan ömrünün akıbetini dile getiriyor. Dikkat edin genelde gençler grup halinde dolaşırlar, yetişkinler ikişer ikişer, yaşlılar yalnız dolaşır. İnsan zamanla hayatının sonuna doğru yalnızlaşır. Film kalabalık büyük kentlerde başlamakta, daha sonra ufak kasabalarda devam etmekte ve daha sonra köy tipi küçük yerleşim yerlerine doğru kaymakta, sonlara doğu ise arazinin ortasında bir malikânede kendini önemli gören bir adam ölmektedir ki bu film boyunca görünen helikopterdeki adamdır.
Çıkarılan anlamlardan biri bu olabilir ve buna elbette daha birçok şey eklenebilir. Neredeyse hiç diyalog olmaması, sürekli birtakım imgeler üzerinden devam eden filmi daha ilginç yapan nokta bence. Bu tarz filmleri izlemenin çok büyük bir sabır gerektirdiğini düşünüyorum ve en azından hayatınızda bir kere Jarmush stilini izlemenizi öneriyorum.
The Secret in Their Eyes [2009]
Bu senenin ‘’en iyi yabancı film’’ ödülünü kazanan filmden bahsetmek gerekiyor. Geçen senelerdeki kazanan filmleri de inceledikten sonra bu gerçekten çok farklı bir yere sahip oluyor.
1999 yıllarında gerçekleşen bir olayı geriye dönük olarak anlatmış olan yönetmen 1974 yıllarına kadar gitmektedir.1974 Haziran ayında hükümete bağlı bir görevli olan Benjamin Esposito, Buenes Aires'teki bir tecavüz vakasını araştırmak üzere görev alır ve suç mahalline vardığında bu vahşet karşısında dona kalmıştır. Esposito katili bulacağına ve adalet karşısına çıkaracağına yemin etmiştir.
Filmin kurgusu inanılmaz düzenlenmiş. Geçmiş ve şu andaki zaman arasında o kadar güzel geçişler yapılmış ki bir an bile kaybolmadan bütün filmi bitirebiliyorsunuz. Dahası izlediğim en güzel film sonlarından birini bu filmde gördüm. Gerçekten gerek sahne olarak gerek filmde diyaloglar olarka gördüklerimin en iyilerinden biriydi. Sanırsam dramatik sonlardan biraz fazla hoşlanıyorum.
Stoning of Soraya [2008]
Bu senenin başında sinemalara gelmiş bir filmden bahsediyorum, tarihin 2008 olması fazla bir şeyi değiştirmeyecektir sanırsam. Bu yılın ‘’en iyi yabancı film’’ dalında Oscar adaylığı vardı. Konu;
Sahebjam arabası bozulduğu için izbe bir kasabada mahsur kalır. Burada Zahra adında bir kadına rastlar ve onunla sohbet etmeye başlar. Zahra yeğeni Soraya'nın hikâyesini anlatmaya başlar.
Sadece bu sene değil, hayatımda izlediğim filmleri göz önüne aldığım zaman en etkileyici hikâyelerden birine şahit oldum. Dahası bu hikâyenin gerçek bir olaydan beyaz perdeye aktarılmış olması daha etkili bir nokta. Filmin sonu ise ‘’dram’’ kelimesini açıklar nitelikteydi. Çağan Irmak’ın gereksiz sahnelerine dökülen gözyaşları yerine kızın taşlanma sahnesinde gerçekten içimden gelerek ağlama hakkınızı kullanmak istiyorsunuz.
Tek kelimeyle inanılmaz bir filmdi, böyle bir olayın olduğuna ben halen inanmıyorum, ama ne yazık ki gerçekmiş!
Unthinkable [2010]
Sinemalara geldi mi tam olarak bilmiyorum ama korsan olarak izleme şansı bulduğum filmlerden biri. Aslında gerektiği kadar ilgi gördüğünü ve aynı zamanda tanıtım yapıldığını da sanmıyorum.
Saklı 3 atom bombası vardır ve bunların aktif hale gelmesine 2 gün kala bir adam yakalanır. Bu adam bombaların yerlerini bildiği varsayılmaktadır ve bu bilgiyi ondan almak için S.Jackson işin içine dâhil oluyor. Konusunun inanılmaz klişe olduğunu bile bile filmi izlemek istedim. Ama işin iç yüzü gözüken kısımdan çok daha fenaymış. Psikolojik gerilim ve işkence sahnelerinin olduğu film en sevdiklerimin arasına girdi. Filmde çok etkileyici sahnelerin olması beğenimi bir kart daha arttırdı. Diğerlerine göre biraz daha geri planda kalsa bile mutlaka izlenmesi gereken bir yapım.
Peacock [2010]
Inception’da başarıya ulaştıktan sonra filmde zirve yapan bir Cillian Murphy var karşımızda. Bu yıl izlediğim en iyi oyuncu performanslarından biri ve hatta ondan daha iyisini şu anda seçemiyorum ne yazık ki.
Çok kritik bir sahneyle başlayan filmi, zaman ilerledikçe çözüyorsunuz. Hem güncel zamanı hem de geçmişi bir o kadar iyi idare eden ve bizlere bağlantıyı kurdurmayı başarmışlar. Bir yerden sonra tamamen karşımıza farklı bir durumda çıkan Murphy’nin şovu da aslında tam olarak buradan sonra başlıyor diyebilirim.
Bir adamın yaşamından bir kesiti ve geçmişte yaşadığı acıların günümüzdeki yansımalarından bahseden film, saf oyuncu performansı izlemek isteyenlerin mutlaka tercih etmesi gereken bir film olarak göze çarpıyor.
The American [2010]
Yıllardır izlediğimiz aptal aksiyon filmlerinden biri olacağını düşünerek başına oturduğum ve filmden önce yarattığım bütün ön yargıları yıkmayı başaran bir film. G.Clooney’in hayat verdiği, artık kariyerinin sonlarına gelen bir silah yapımcısı aynı zamanda tetikçinin hayatından bir kesit anlatıyor. Zayıflıklarından bahsederken aynı zamanda içinde bulunduğu psikolojik durumun incelemesini de yapan film, normalde bildiğimiz aksiyon ve tetikçi filmlerine göre çok ağır bir havada gitmesine rağmen sağlam kurgusu ve Clooney’in karizmatik rolü sayesinde yılın en sağlam filmlerinden biri oldu.
Açıkçası filmi beğenmemdeki başlıca sebeplerden biri de, aksiyon olarak gösterilen bu filmin yavaş olarak bu kadar sağlam kurgulanması ve denenmemiş bir türün denenmeye ve aynı zamanda başarıya ulaşması.
All Good Things [2010]
Yılın son bombası olarak adlandırabileceğim film. Gerek senaryosu, gerek oyuncu kadrosuna duyduğum saygıyla bu listeye girmeye hak kazandı. Gecenin 3’ünde uyku dolu gözlerle izlemeye başladığım film, beni çok farklı bir boyuta, harika düzenlenmiş bir kurgunun içine ve aynı zamanda çözülmesi ve anlamlandırılması gereken birçok gizemli nokta bırakarak bitti.
Yaşanmış gerçek bir hikâyeyi konu alan film, 1983-2001 [yanlış hatırlamıyorsam] yılları arasında olan bir olaydan bahsediyor. Mutlaka izlemeniz gereken harika bir oyuncu kadrosunun yardımlarıyla üst seviyelere çıkan bir yapıt.
2010 yılı içerisinde, bu listeye almadığım ama çok beğendiğim diğer filmler olarak söyleyebileceklerim; The Town [2010], Brooklyn’s Finest [2009].
Bu kategoriye dâhil olmayan ama ‘’izledim’’ diyebileceğim diğer filmleri de unutmak olmazdı. The Unknown Woman[2006], Mustafa Hakkında Herşey[2004], Bang Bang You’re Dead[2002] , Başka Semtin Çocukları [2008], Pay it Forward [2000], Just Another Love Story [2007] olarak sıralayabilirim.
Copyright © 2009-2012 Film Dünyası | Powered by DvdMovieWorld
Design by Fırat Çimenli & Blogger