31.08.2009

Carlito's Way [1993]

İnanılmaz bir filmmiş, bu zamana kadar nasıl izlemedim ben bunu diye sorguladım kendimi öncelikle.Sonra derin bir düşünceye daldım.Bu film neden bu kadar sönük kalmış diye.Çünkü ortalığa atılcak, yada es geçilcek tarzda bir film değil.

Daha sonra karar verdim, Carlito's Way kesinlikle Al Pacino'nun en kıyıda köşede kalmış filmlerinden biri, belkide en öylesi diyebilirim.sinema tarihinde izlediğim en güzel crime story'lerinden biri.

Hemen filmi özetlemek istiyorum, üstüne konusulcak birkaç şey var.Al Pacino zamanın en ünlü uyuşturucu satıcılarından biri.Zamanla gelişen olaylardan sonra 30 yıl hapse mahkum ediliyor.Avukatı ( Sean Penn) bir yolunu buluyor ve 5 yıl sonra onu dışarı çıkartıyor.Bundan sonra Pacino kendi hayat yolunu çizmek ve pis işlere bulaşmamak istiyor.Tabi biraz trajikomik olarak bütün pis işler gelip gene onu buluyor.Önce arkadaşının tavsiyesi bir diskoya ortak oluyor ve kendi hayatını kazanabilmek için gereken parayı biriktirmek istiyor.Avukatı Penn ise, onun içerde kaldı zamanlarda baya bir pis işe bulaşmıştır.Gel zaman git zaman Penn'in bir işi bizim Pacino'ya düşüyor ve filmin kopma noktası olabilcek yerler burada başlıyor.

2 saat 25 dakika izlenme süresi içinde bir an olsun duraksama yok.İnanılmaz denilebilcek kadar basit ögeler kullanılmış.Kaçma sahneler, çatışma sahneleri inanılmaz doğal geliyor insana.Yapmacık sahneler, yada olağan üstü oyunlara yer verilmemiş.Duvarların arkasına saklanmalar, silah oyunları, planlama herşey mantığa uygun yapılmış.Zaman zaman işin içine seksi ögeler eklenmiş, dram katılmış.İhaneti ve ''tüm zamanların en önemli toplarını!'' işin içine katınca tadından yenmez bir film oluşturulmuş.Kendi söylemek istediklerimden bahsetmeden önce hemen oyunculara dönelim.

GereksizŞeyley Blogumda konuya değindim hafifçe.Bu tür karizmatik adam rollerinde Pacino'nun üstüne yok dersem heralde bir çoğunuz bana katıcaktır.Film içinde inanılmaz bir duruşu var.Kirli sakalı ve uzun saçlarıyla süper bir canlandırma yapmış.Tabi oyunculuk performansını ve dialogları söylemeden geçmek olmazdı.Çok sert duruyor film içinde.Kendinden katabilceği şeylerin maksimumunu yansıtmış.

Yukarda yazıya başlarken tüm zamanların en hak ettiğini alamamış Pacino filmlerinden biri dedik.Neden? Bence; Scarface'in herzaman gölgesinde kalmaya mahküm bir filmi olduğundan.Scarface'i %100 olarak izlemedim, izleyemedim.Mutlaka onu tamamen izledikten sonra, Scarface yazımda bahsedicem bu konudan ama izledim kısmı hakkında şu yorumları yapabilirim.Scarface Pacino'nun en ünlü ve en sağlam filmlerinden birisidir.Ordaki rolüyle bu rolün benzer olması, yapılan işlerin aynı olması dolayısıyla sürekli o filmin gölgesinde kalmış bir filmden bahsediyoruz.Bunların dışında süper bir senaryo olmasını, çok fazla kan kullanılmamasını,hızlı ilerleyen bir film olmasınıda ekleyebiliriz.

Tek bir sorun var.Aslında filme gölge düşürebilcek kadar büyük bir sorun aslında.Filmin başında bir kesit sunuyorlar.Ahhhh...Belkide en büyük hataları bu oluyor.Öyle bir kesit sunuyorlar ve öyle bir şekilde sunuyorlarki filmin sonunda ne olacağını siz biliyorsunuz.Ben aslında bunu aklımdan silmek ve düşünmek istemedim.Ama filmin sonu yaklaştıkça düşünce çok ağır basıyor.Bunu yazarken aklıma '' The Salton Sea'' geldi hemen.Val Kilmer'ın kariyer filmlerinden biri.Aynı ondada; filmin başında filmin sonundan bir kesit sunuyorlardı ve filmin içine neredeyse ediyorlardı.Keşke bunu yapmasalardı ve filmin heycanını kaçırmasalardı.Son 30 dakikaye girdiğiniz anda filmin nasıl bitceğini biliyorsunuz ve sadece oraya kadar nasıl varacağını merak ederek izliyorsunuz.Belkide en büyük eksisi buradan kaynaklanıyor.

Eklenmesi gereken ufak bir mesaj yada ders; raconu bozduğun zaman başına neler geldiğini gördük.

Sonuç; İzlenmesi gereken bir film daha size.Bu film için hiç çekinmeden izlediğim en sağlam 10 Crime Story tarzına adını yazarım.İzlemelisiniz mutlaka.Hemen bir üst paragraf dahil edilmeden bir not vermem gerekirse 10/8.2 gibi bir not veririm.Ama bu filme ne yazık ki 10/7 notunu vericem.Evet yukarda film hakkında tek eksi bile yazmadım ama öyle can alıcı bir hata yapmışlarki...Belkide biraz fazla kırmışta olabilirim ve kendimlede biraz çeliştim.

UnjustLucifer

The Pelican Brief [1993]



John Grisham romanı uyarlaması olan bu filmi sırf Denzel Washington oynuyor diye izlemedim.Ayrıca Julia Roberts'i de izlemek istedim.Güzel bir film yapmışlar ve 2 sininde performansı süperdi.Bunlara daha sonra ayrıntılı olarak değincez.

Hemen hikayesiyle başlayalım.Roman uyarlamaları kimi zaman çok alakasız olur ve konular zaman zaman ilerlemez geriye doğru akar.Bu filmde bunlardan eser yoktu.Resmen ileriye doğru akan inanılmaz bir film izledim.İki yüksek mahkeme yargıcı suikaste kurban giderler ve yalnız bir hukuk öğrencisi (Julia Roberts) bu ölümlerle ilgili şüphelerini bir dosyada toplar ve bu dosya hükümetin üst düzeyine şok dalgaları yayar. O ve iddalı bir araştırmacı gazeteci (Danzel Washington) tüm dünyadan gizlenen şeyleri söylemek istiyorlar. Tabi bunun yanında bunların susturulmak istenmesi kısmı giriyor işin içine ve heycanlı bir filme dönüşüyor devamı.

Kısaca filmde açık aramayın yok.Hani sonuçta roman uyarlamalarında açık ne kadar olur tartışılır ama mantıksal olarak hiçbir açık yoktu filmde.2 saat 21 dakika boyunca içine dram katılmamış bir aksiyon filmi izliyorsunuz.Havada uçuşan mermiler, uçurulan arabalar ve kaçan insanlar.

Oyuncular kısmında Denzel'ın duruşu ve Roberts'in yardımcı oyunculuğu filmi bir basamak yükseltmiş.Hiçbir ekstra ögeye gerek kalmadan 2 si almış götürmüşler filmi.

Fazla söylenmesi gereken bişey yok.Güzel bir aksiyon filmi arıyorsanız, tarihini kapatıp izlemenizi tavsiye ediyorum.Notum 10/7

30.08.2009

Blackout [2007]


Herşeyden önce korku filmi gibi bir tarzı vardı.Yada en azından öyle yazıyordu.Oturduk başına ve izleyelim hadi dedim.Aslında beni çeldiren ögeleri vardı mesela bir korku filmi nasıl bu kadar kısa olabilir diye düşündüm.Ama daha sonra önyargılarımdan kurtuldum ve izlemeye başladım.Film korkudan daha çok bir thriller tarzı ve içine dram olan bir thriller.

Film 3 insanın bir asansörde kalmasıyla şekilleniyor.Klasik olarak asansörde kalan 3 insanın yapabilcekleriyle başlıyor ve zaman geçtikçe çığrından çıkacak bir film havası yaratıyor tamam buraya kadar süper.Film kendiyle çelişiyor resmen.Eğer biraz gerçekçilik ararsak filmde, günümüz şartlarında 3 insan 1 gün boyunca bir asansörde kalacak, şehrin göbeğindeki bir apartmanda hemde.Kimsecikler gelip geçmeyecek, kimse sesleri duymayacak.Sizce bu mümkün mü?

Daha sonra asansördeki insanların geçmişleriyle ilgili sahneleri gösteriyorlar.Pişmanlıklar, yaşasıkları olaylar.Bir bağlantı kurulmak isteniyor ama o bağlantı asla gelmiyor.Her flashback den sonra film daha fazla kaybolmaya başlıyor.Dialogların kalitesi git gide düşmeye başlıyor ve film kendi yolundan daha da sapmaya başlıyor.Ortalarına doğru zaten siz iyice kaybolmuş oluyorsunuz.Daha fazla anlatmak istemiyorum, hani direk 2-3 şey daha söylesem zaten filmi izlemiş kadar olacaksınız burda.

Karakterlerin 3 üde birbiriyle alakasız ve en ufak bir bağlantıları yok.Hani eğer senaryoyu ben yazıyor olsaydım en azından karakterleri birbiriyle bağlamaya çalışırdım biraz.Hayattan pişmanlığı olan 3 insanı oraya koyardım yada birbirlerinin hayatına etki eden 3 insanı oraya sokmak isterdim.Ama film ilerledikçe karakterlerin ne kadar uç noktalarda olduğunu anlıyorsunuz ve size filmden kopmak için bir nokta daha.Gerçekçilikte bir yerden sonra kayboluyor ve küfür etmeye kadar devam ediyorsunuz.

Sonunda hiçbişey olmuyor gibi film kapanıyor.Adamın filmin sonunda yaptıklarına hiçbir kanaat bulamıyorsunuz.Neden böyle bitti diye sorgulamak zorunda kalıyorsunuz.Resmen bir pisliği izlediğiniz duygusuna kapılıyorsunuz ve 1 saat 15 dakika olan bu film size sanki 2 saat gibi geliyor.

Sonuç: notu söylesem direk anlarsınız heralde 10/4

29.08.2009

Anket Sonucu #3


3cü anketide bitirdik.Bu sefer baya uzun kaldı.Ankette birden çok şık seçmeli olarak yaptık bu sefer.Yapılmasını istediğiniz birden fazla şeye oy verebilin diye...

Sonuçları değerlendirelim.Çoğu arkadaşımında dediği gibi arka plan renginde sorun var evet.Böyle başladık böyle gitsin gibi bir mantalite içine girmiycem ama genellikle söylenen şey, rengin biraz daha açılması.Yani diğer bir deyişle beyaza yakınlaştırılması.Yandaki resimde bende iyiden iyiye gıcık oldum artık.

Banner konusuna şaşırdım açıkçası.Aklıma daha güzel bişey gelmedi, gene ilk buldugum bir resmi biraz yontarak koyma düşüncesine kaydım direk.Okulların açılmasıyla birlikte biraz grafik tasarım işlerine ısındıktan sonra kendim oraya güzel bir banner yapabilirim.Yada bir sıkıldığımda yeni bişeyler çıkartabiliriz blog a özgün bişeyler olmak şartıyla.

Şablon konusunda bir sorun yok sanırsam.Yazıları geniş gösteren bir şablon seçmek istemiştim.Bu şekilde okunabilirlilik biraz daha kolay oldu sanırsam.

Şimdilik bu kadar..Gerekenleri en kısa zamanda hemen yapalım.Eğer blog hakkında söylemek istediğiniz bişeyler varsa, hemen bu konu altındaki ''yorum'' kısmına ileteceklerinizi söyleyebilirsiniz.

The Book of Eli [2010]


Mila Kunis ... Solara
Denzel Washington ... Eli
Gary Oldman ... Carnegie
Malcolm McDowell ... Lombardi

2009 çıkışlı bir film daha.Yayına girme tarihi şuan için 15 Ocak olarak belirtilmiş.Heycanla bekliyorum..

Senaryosunu Gary Whitta ile Anthony Peckham'ın yazdığı ve Post-apokaliptik bir öykü anlatacak olan filmde Washington çok uzak olmayan bir gelecekte esaret altında yaşayan toplumun kurtuluş anahtarı olacak yalnız bir kahramanı canlandıracak.

Shutter Island [2009]


Emily Mortimer ... Rachel Solando
Ben Kingsley ... Dr. John Cawley
Mark Ruffalo ... Chuck Aule
Leonardo DiCaprio ... Teddy Daniels

Merakla beklediğim ve 2009 çıkışlı filmlerden biri.Şubat 2010 olarak veriliyor yayın tarihi.Bakalım konusu ne olcak?

Dennis Lehane’in “Shutter Island” adlı romanının konusu 1954 yılında Shutter Island’da geçer. Bu adada Ashecliffe adlı bir psikiyatri hastanesi vardır. Teddy Daniels ve Chuck Aule adlı iki polis müdürü, çok sayıda cinayet işlemiş olan Rachel Solando adlı bir hastanın ortadan kaybolmasını soruşturmak üzere görevlendirilmişlerdir. Adanın her yerinde hastayı aramaya başlayan polislerin işi, şiddetli bir kasırganın patlamasıyla iyice zorlaşır.

Dennis Lehane’in “Zindan Adası”nı yazarken amacı, “B sınıfı”, “Pulp” veya “Gotik” olarak adlandırılan tarza ithafen bir kitap yazmaktı. Lehane kitabını tanımlarken Bronte kızkardeşlerin çalışmalarıyla 1956 yapımı “Invasion of the Body Snatchers” filminin karışımı olarak nitelemişti. Kitabının ana karakterlerini radyo iletişimi gibi 20. yüzyıl araçlarından yoksun kaldıkları bir durumda bırakmak istemişti. Ayrıca kitabı bir önceki çalışması “Mystic River”dan daha gergin bir atmosferde yapılandırdı.

Dennis Lehane'in romanından uyarlanacak filmin 50'li yıllarda geçen öyküsünde, iki ortak bir akıl hastasının peşinden Shutter adasına gidecekler. Adada başlarına bela gelecek olan ikili kendisini yalanlarla örülü bir ağın içerisine bulacak.Von Sydow'un bir doktoru oynayacağı filmde, Massachusetts adasına kaçan akıl hastasını Emily Mortimer canlandıracak.

Amores Perros [2000]

Tek kelime: İnanılmaz.İzlediğim en iyi 10 filmden biri olmayı başardı.Neden ? Senaryo ve yollamaya çalıştığı mesajlar sayesinde.Baya uzun bir yazı olcak gibi, su satırı yazarken kendimi toparlamaya çalışıyorum ve söylemek istediklerimi sıraya sokmak istiyorum.Hadi başlayalım...

Film zavallı diyebilceğimiz fakir kesimle, zengin insanların arasında bir fark olmadığını bir kaza ile kanıtlıyor.Aslında film bu şekilde başlıyor.Bir kazayle birlikte 3 hayat şekilleniyor.Daha öncede dediğim gibi kaza sahnesiyle film başlıyor ve ondan sora 3 farkı olaya ayrılıyor.Bunlar; ''octovia-susanna'', "el chiavo", "valeria-daniel" hikayeleri.Açıkçası hikayeleri burada tek tek anlatmak istemiyorum çünkü hikayeleri anlatmam demek, sizin doğru parçaları yerine koymanız ve filmi zaten izlemiş olmanız anlamına geliyor.Tabiki birkaç ipucu vermek zorundayım film hakkında.

Kesişen bu yaşamlarda yapılan bazı hatalar var ve bunun temelinde insanların bencillikleri yatıyor.Her ne şekilde olursa olsun 3 ünün sonuda yanlızlığa sürüklüyor insanları.Kendi başlarına kararlar alıyorlar ve hem kendi hayatlarını hemde, adına karar aldıklarının hayatlarını etkiliyorlar.Burasını yönetmen inanılmaz güzel analiz etmiş ve birleştirmiş.Bende bu mesajı verdiğini şu yazıyı yazmaya çalışırken anladım.Film bittikten sonra bu mu acaba diye düşünmeye başladığımıda itiraf etmek istiyorum.

Şimdi gelelim diğer kısımlara...Anlamadığım bir nokta var.3 tane olay var ortada birbirinden ilginç ve daha öncede bahsettiğim üzere zengin ve fakir kısım olarak ayrılan.Ama bunların hiçbir ortak noktası yok.Yani mesela 1 numaralı hikaye ve 2 numaralı hikayenin ortak noktası yok.Ortak noktası yok derken, senaryo olarak ortak yanları yok.Sadece bir kaza sahnesinde hepsi aynı alandan geçiyor ve birde sinema önünde 2 hikayemiz karşılaşıyor.Bunun dışında bağımsızlar.Ama şöyle bir durum var.3 Hikayeyede köpeklerin etki etmesi?Neden 3 hikayeninde baş kahramanları köpekler?

Şöyle hayvansal bir çıkarım yapsam bana ne dersiniz? Köpekler mi birbirini mahvediyorlar yoksa insanlar mı birbirlerinin hayatını mahvediyorlar? Yada eğer biraz daha genişletirsek bu fikri, insanların bu hareketlerinin köpeklerden bir farkının olmadığını mu vurgulamak istemiş?Yani sonuçta bencilliğin nerelere getirdiğini insanların ve onları nerelere sürüklediklerini göstererek ve hikayelere köpekleride dahil ederek ''işte sonuç bu! '' mu demek istemiş? Burasının ucu biraz açık kalmış bence..

Oyunculuklara gelirsek, bu tarz filmlerde büyükbaş oyuncularla çekmemenin avantajları var bence.Çünkü büyük oyuncular bazen filmlerin önüne geçebiliyor.Mesela bana J.Depp'in süper performanslarından birini söyle deseniz size Public Enemies'i söylerim.Public Enemies nasıl filmdi diye sorduklarında ''abi j.depp inanılmaz oynamış'' diyoruz.Bu filmde böyle bişey yok.Hiçbir oyuncunun adını duymadım daha önce, izlemişimdir belki orasını bilemiyorum.Süper performans sergilememişler ama hepsi filmin ağır yükünü bölüştükleri için rahat olmuş.

Film hakkında söylenecek olumsuz şey yok.Kısa olmuş demek istiyorum.2 saat 25 dakikalık bu film kısa olmuş.Öyle insanı etkileyen bir senaryo koymuşlar ki..Resmen kısa olmuş.Biraz daha izlemek isterdim.Söylemeye gerek yok ki ağır bir film.Yer yer ilerlemediğini görüyorsunuz.Bunun dışında harika bir bitiş olmuş ve bitişe doğru giden 2 sahnede birbirinden inanılmaz ve dokunaklı.Zaten filmi yavas yavas oralarda idrak etmeye başlıyorsunuz.Bitirdikten sora '' beyenmedim, geçiniz'' diye düşünürken bir anda film aklınıza geliyor.Köpekler...Senaryo...Aha, bencillik..

Daha fazla söylenecek bişey kalmadı.Daha uzun bir yazı olacağını düşünmüştüm ama sanırsam filmin heycanını kaçırmak istemediğimden dolayı kısa tuttum.Notum 10/8.4 ve şunu söylemeliyim ki her izleyiciye değil, değişik ve sıradışı yapımları merak eden izleyicilere tavsiye edebileceğim bir film.İyi seyirler..

UnjustLucifer

27.08.2009

Inglourious Basterds [2009]


Dünya, yaşadığımız bu çağda belki de insanlık tarihinin en büyük savaşını, en büyük yıkımını, en büyük dramını ‘İkinci Dünya Savaşı’ adlı bir kurtlar oyununda gördü. Bu savaştan sonra günümüze kadar gelen süreçte herkesin tek bir çabası vardı unutmak ancak unutturmamak. Unutacak kesim bu acıları yaşayan insanlar oldu, unutturulmayacak kesim de başınızda bulunan bu büyük adamlar oldu.

Filmle ne bağlantısı var diyecek olursanız önce tarih seven ve bildiğini de az çok zanneden birisi olarak, bazı tespitlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Pek çok filme konu olan İkinci Dünya Savaşı incelenmesi ve işlenmesi hassasiyet gerektirecek bir konudur.

Başlayacak olursak, bu kadar şiddetini, vahşetin Tarantino’nun kişisel bir özelliği olsa dahi neden yansıtıldığını anlamak gerçekten güç. Hangi nefret unsuru kafa derisi yüzülen Almanları göstermede bu kadar cüretkâr ve açıkçası vurdumduymaz olabilir ki. Peki ya ülkesi için savaşacak, ölecek bir insanın hisleri ile bu tarz milliyetçi bir yaklaşımlı adamın nasıl alay edercesine repliklerle dokunduğu açıklanabilir. Filmde sıkça duyduğumuz ‘Nazi Köpekler’ tarzı ırkçı söylemler özellikle de Alman ulusu ile ilişkilendirilerek söylendiği göz önüne alınırsa hangi sağduyu ile açıklanabilir.

Size sorum şu : ‘İnsanlığın kalbinde zaten derin bir yara bir iz bırakan gamalı haç simgesinin yetmiyormuş gibi bir de alna kazınması sizce neyin göstergesi olabilir?
Gerçekten çok doluyken ve konuşabileceğim birçok şey varken sizleri sadece filmdeki bir sahneye götürmeyi arzuluyorum:

Hatırlayın sinema salonunun kapıları kilitli ve yukarıdan insanlar taranıyor. Yukarıda tarayan adamlardan birinin şarjörü değiştirip yeni kovanı insanları üzerine boşaltırkenki öfkeyi gözlerinde yakalayabildiniz mi?Eleştirimin tarihsel boyutunu kapatırken ölen Yahudileri, Çingeneleri ve Engellileri bir kere daha anıyorum.

Ha son olarak Hitler asla içki içmezdi ve onun bulunduğu ortamlarda içki asla görünmezdi bile.
Gelelim sanatsal yana, Tarantino sahnelerin adeta bir resim galerisine ve başyapıtlara dönüşmesinde artık tam anlamıyla bir ikon olmuş. Her kare sanki ayrı bir Da Vinci bilimselliği, bir Dali sürrealistliği barındırıyor. Ah Tarantino keşke konuyu da aynı kıvraklıkla seçseydin. Ayrıca özel bir tebrik de benden inanılmaz karizmatik ve soğukkanlı karakteriyle Hans Landa’ya yani Cristoph Waltz’a gidiyor. Bu filmin yıldızı oydu bence. Ve son olarak da sinema salonundaki gala bölümünde İtalyan ve İtalyanca fırtınası yazımda yerini alıyor. O ne müthiş tip seçimi, kostüm seçimi ve saç modeli. Kırıp geçirdi açıkçası beni bu İtalyan fırtınası.
Uzun lafın kısası film bence savaş dışı bir konu olarak seçilmiş olsa 8’lerin üzerinde puanı hak ediyordu ancak bu haliyle ona verebileceğim en çok puan 7’dir.Bütünlemelerde Tarantino ile görüşmek üzere :D

Mert Şahin

26.08.2009

Brokedown Palace [1999]



Kıyıda köşe unuttuğumuz filmlerden neler çıkabilceğini gösteren bir film.Paul Walker arşivimde yatan bu filmi, şans eseri ve aa Paul Walker oynuyormuş gibi kendimce düşündüğüm basit nedenlerden dolayı seçtim.Bunun yanında bayadır filmleri takip eden biri olarak hiçbiryerde görmemiştim bu filmi..

İşte bana bir şans doğdu..Filmin hikayesi, tatile giden 2 çok yakın kız arkadaş, babalarına Miami ye gideceklerini söyleyip Thailand a doğru yola çıkıyorlar.Başlarda herşey süper, çok eğleniyorlar.Yaşadıkları sıkıcı tatili biraz canlandırmak için yörenin en lüks otelinin havuzuna giderler ve hikayemiz asıl burda başlar.Oda numarasından dolayı çıkan sıkıntıyı, yakışıklı bir genç çözer ve bu iyiliği karşılıksız bırakmak istemeyen kızlarımız onun peşinden giderler.Daha sonralarında işler tabiki daha da yakınlaşır.Oğlanımız 2 kızı da kendi ağına rahatlıkla düşürür.Daha sonralarında boş vaadler vererek kızları daha da etkilemeyi başarır ve kızları Hong Kong a götürmeye ikna eder.Herşey güzel giderken havaalanındaki aramada çantalarından çıkan eroin onların Thailand daki tatillerinin sonu olur...

Filmin senaryosu gayet güzel yazılmış ve oynanmış.Aslında filmde çok güzel şeylerden bahsediyorlar.Yanlış anlaşılmasın filmin iyi oldugundan değil, verdiği mesajlardan bahsediyorum.Aslında film tam bir dram sahnesi.

2 arkadaşın ne kadar samimi olursa olsun, birbirlerine karşı mutlaka bir şüpheyle yaklaşmasının önemini vurgulayan bir film olmuş.Tabi filmi izledikçe, benim burda bahsedemeyeceğim şeyleride kendinize ders olarak çıkartabiliyorsunuz.Zaten olayların karışma noktasıda burdan başlıyor.

Fazla bişey söylemeye gerek yok film hakkında 1 saat 40 dakikayı dolduran bir film.Evet bazı sahnelerin geleceğini ve nasıl sonlanacağını çok iyi biliyorsunuz çünkü öyle bir gidişatta filmi bitirmeleri imkansız olur.Bunların yanında filmin sonu gerçekten etkileyici olmuş duygusal açıdan.Ben bu kadar güzel bitebilceğini düşünmüyordum ama beni şaşırtmayı başardıkları için ayrıca tebrik ediyorum.

Notum: 10/7.3, mutlaka izlenmesi gereken bir film olarak not edilmesi dileklerimle

UnjustLucifer

25.08.2009

Iron Man 2 [2010]



Scarlett Johansson ... Natasha Romanoff / Black Widow
Edward Norton ... Bruce Banner
Robert Downey Jr. ... Tony Stark / Iron Man
Mickey Rourke ... Ivan Vanko / Whiplash

Samuel L. Jackson ... Nick Fury
Don Cheadle ... Col. James 'Rhodey' Rhodes



Şu kadroyu gördükten sonra heralde bir durması gerekiyor herkezin.Daha öncelerinde yapılan dedikodulara göre Norton'un filme dahil olacağını söylen bir kesim vardı ve dedikleri gerçekleşti.

Türkiyede çıkış tarihi olarak Mayıs, 2010 deniliyor.Heycanla bellemeye koyulduk

Meet Joe Black [1998]



Her sabah uyanıpta hayatınızda neyin yanlış olduğunu görmek basittir.Herkezin kendine göre sorunları vardır.Büyük olan insanların (zengin) dertleri ufaklara göre herzaman daha fazla olmuştur.Aslında biz onları hep zengin oldugundan dolayı rahat bir hayat yaşarken düşünüyoruz ama aslında gerçekler öyle değil.Her düşündüğümüz zaman mutlaka yanlış giden bişeyler bulabiliriz.İnsan doğası değil mi bu ? Meet Joe Black, bize bu teoriyi sorgulatıyor...Gerçekten, bunları düşünmek yada bunlarla yüzleşmek bu kadar kötü mü ?

Anthony Hopkins (Bill) işinde çok başarılı ve süper zengin bir işadamı.Kızı ise, ortaklarından biri ve aynı zamanda sağ kolu olan adama aşık.Birgün şehirde bir cafe de otururken brad pitt (joe black sözde) geliyor ve tanışıyorlar.Daha sonra olaylar ayrılmalarıyla devam ediyor ve Brad Pitt inanılmaz bir trafik kazası yapıyor ve tahmin edeceğiniz üzere ölüyor.İşte film burdan sora şekillenmeye başlıyor.

Tam bu sıralarda Bill gerçek hayattan olmayan sesler duymaya başlıyor ve zaman gittikçe sesler daha da dayanılmaz bir hal alıyor.Taki bir gece aile yemeğinde olanlara kadar.Sesler; aşağı kapıda bekleyen adamı içeri almasını söylüyor.Evet aynen düşündüğünüz şey.Ölüm bu dakikadan sonra Brad Pitt'in bedenini almıştır ve bizi heycanlı ve bir o kadar da romantik bir filme doğru sürüklemeye başlamıştır.Filmin bundan sonrasını anlatmama gerek yok ve zaten öyle bir aktiviteye girmemiz 3 sayfa kadar yazıya mal olabilir rahatlıkla.Hemen film hakkında söylenmesi gerekenlere geçelim.

178 dakikalık bir filmden sonra bu yazıyı yazmak beni zorladı.Kişisel olarak 2 büyük oyuncunun (brad pitt tartışılır) oynadığı filmleri izlemek hep zevkli olmuştur benim açımdan ama bu sefer öyle olmadı.Bunun birkaç nedeni var tabiki;

Senaryosu güzel bir film.Birazcık romantizm, birazcık olağan dışı işleri karıştırmışlar ama film genel olarak gerçekçilikten hiç ayrılmıyor.Ama kafalarda gereğinden fazla soru işareti bırakıyor.Mesela eğer ölüm, bir beden alarak gelmişse dünyaya tekrar; filmde açıkça görülüyor ki hiçbişey bilmiyor ve herşeyi yeniden keşvediyor havalarında... Nasıl oluyorda sex yapmayı biliyor yada sansürlü olarak buraya nasıl yazılır bilemiyorum ama oranın, o iş için kullanılcağını nasıl bilebiliyor, öpüşmeyi bile bilmezken ?

Bunların dışında mantıksal bir hata olmamasına rağmen filmde bazı pratik hatalar can sıktı.Mesela sevgilisinden ayrıldığı gün, J.Black ile yatan bir kadının duygusal portresi nası olabilir.Tamam filmi izlediğiniz zaman hadi anlıyorsunuz bazı önceden olan olayların ve sözlerin etkisindeler tamam ama nasıl bir yaklaşımdır bu ?

Biraz havada kalan bir filmden bahsediyorum burda...Bir adam geliyor, filmdeki dialoglarda da oldugu gibi, herşeye karışıyor, her yerden giriyor çıkıyor ama bunun en ufak bir dayanağı bile yok.Filmin sonunda hani blöf yapan bir adam portresi gösterseler heralde sinema tarihinin en ilgi çekici filmlerinden biri olabilirmiş.

Oyunculuk performanslarına söylencek fazla bir söz yok.Anthony Hopkins; ağır filmlerin adamı ve hopkins'i diğerlerinden ayıran en büyük özelliklerinden biri senaryo seçerek oynaması heralde.Şöyle bir bakıyorum ve kötü oynamış diyebilceğim ne bir filmi var nede bir oyunculuk performansı var.Hepsi iyi ve süper filmler..Brad Pitt ise, bu aralar cepten yediği oyunculuğunun ''cepten'' kısmını yarattığı yıllardan bahsediyoruz.2000 li yıllar hatta haksızlık yapmayim biraz daha ilerlersek, 2004 lere kadar sürdürdüğü ''iyi'' oyunculuklardan biri.Çok iyi oturmuş role.Hep hopkins, hemde pitt gayet iyi bir film ortaya çıkartmışlar.

Son olarak söylenmesi gereken şey ise, filmin sonudur.Filmin sonunu bişeye benzet deseniz, sanırsam kabız olmuş bir cocuga benzetmek isterdim.Son 30 dakika gerçekten geçmek bilmiyor.Dialog üstüne dialog koymuşlar.Filmin tamamını 30 dakikaya sığdırmaya çalışmışlar ve 2 li dialoglarla bitirmeye çalışmışlar.Son sahneye gelene kadar hiçbişey akmıyor.Sürekli elim ilerleme tuşunda ''skip,skip'' yaparak ilerlemeye çalıştım kendimce ama nafile.

İzlendiğinde zevk veren bu film, biraz fazla uzun olmuş.Genelinde 2 li konusmalar çok büyük yer tutsada izlenmesi gereken bir film.Sadece Hopkins olduğu için bile izlenilebilir.Benim notum 10/7.4

22.08.2009

Inglourious Basterds [2009]


Vizyon filmlerinin büyük bir hayranı olduğum söylenemez. Genelde evimde, elimde o andaki tercihi içeceğim ve mikrodalgada patlatılmış mısırlarımla koltuğa yayıla yayıla film izlemektekten keyif alırım. Fakat Inglourious Basterds için durum farklı filmin teaserı yayınlandığında, yakın bir arkadaşım dönüp ‘gidioruz’ komutunu verdikten sonra nihayet bugün filmi izleme şansına kavuştum.

II. Dünya Savaşı Sırasında, Nazi işgali altındaki Fransa’da yaşayan ve ailesinin katliamına şahit olan Shosanna (Mélanie Laurent) ve Amerikan gizli servisi tarafından Fransa’ya gönderilen Teğmen Aldo Raine’in (Brad Pitt) başlarında olduğu ‘Soysuzlar Çetesi’ olarak bilinen Yahudi-Amerikalı bir grup askerin aynı amaç uğrunda yollarının kesişmesini konu alır. Bu amaç tabi ki Hitler ve yandaşlarını ortadan kaldırmaktır.

Konuyu kısaca özetledikten sonra gelelim filmde gözden kaçırılmaması gereken şeylere. Christoph Waltz’ın Hans Landa olarak performansı takdire şayan mutlaka görülmesi gerekir en azından şahsi fikrim bu yönde =) Bunun dışında film iki bucuk saat sürmesine rağmen bana biraz kısa geldi filmin içinde ‘Soysuzlar’ı gerektiğince göremedim iki taraflı bir hikaye işlemenin zorluğu bu olsa gerek. İnce espiriler ve zekice diyaloglardan bahsetmiyorum bile. Şayet bu film bir Tarantino filmiyse zaten beklenmesi gereken şeyler olduğunu düşünüorum. Filmin sonuna ise spoiler girmeden değinmek gerekirse beklenmedik bir son diyebiliriz doğruyu söylemek gerekirse pek hoşuma gitmedi ama 'savaşa bir de Quentin Tarantino'nun gözlerinden bakmalı.'

Son olarak şunu eklemek isterim; bütün filmi yüzümde pis bir sırıtışla izledim =) Sinema salonun çoğunluğu benimle aynı fikri paylaşmamış olsa bile azınlık bir grupla beraber son derece keyif aldığımıza inanıyorum. Başta da söylediğim gibi sinemada film izlemekten pek hoşlanmam ama Inglourious Basterds’ı dev ekranda izlemek ayrı bir güzellikti. Şiddetle ve hiddetle tavsiye ederim. Şu da garip bir olaydır ki film bitince canım birden ‘Pulp Fiction’ izlemek istedi =)

Bu filme 10/8.5 verirken Reservoir Dogs’u sollayarak Quentin amca’nın en sevdiğim 3. filmi koltuğuna oturduğunu da belirtmek isterim =)

Zeox

Léon [1994]


Sürekli ortalıkta dolaşıyordu adı.Facebook daki sinefil oyununda bir sürü soru geliyordu bu film hakkında.Mathilda,ufak-daire gözlükler,çiçek gibi şeylerden bahsedilince, izlemeden filmin leon oldugunu anlıyordum.İşte şu anda bu filmi izlemiş olmanın getirdiği etkilerle beraber bu yazıyı yazmaya çalışıyorum...

Filmi izledikten sonra bir etrafa baktım ve ilginç bişey çarptı gözüme.1994 yılında yayınlanan, IMDB de tüm zamanlar listesinde (Top 250) 36cı olan bir filmden bahsediyoruz ve ne bir oscar adaylığı nede bir golden globe adaylığı var?Yanlız itiraf edilmesi gereken şöyle de inanılmaz bir durum var.Forrest Gump, Pulp Fiction, Shawshank Redemption,Ed Wood, Nobody's Fool gibi sinema tarihinin en iyi yapımlarından olan filmlerin zamanına gelmiş olması biraz şansızlık olmuş.Tamam bahanemiz bu değil, ordaki çoğu filmden daha iyi olduğunu ispatlama konusmasına surda girmeye gerek yok, biz filme geri dönelim.


Fransız yönetmen Luc Besson elinden çıkan leon hem duygusal ögeleri hemde aksiyon sahnelerini çok güzel harmanlamış bir film.Yönetmen bir filmde olması gereken, daha doğrusu bir aksiyon filminde olması gereken; oyuncu,müzik,kamera açıları, ortam, ışık, duygusallık kısacası herşeyi kullanmış..Yönetmen luc Besson dan bir alıntı; "If I imagine somebody in the street try to knock on my daughter, I kill the guy, in five seconds. I kill him, and I think "It's in me, I'm a beast!"

Leon profesyonel bir temizleyicidir! Işvereninden aldığı bütün işleri bitiren usta bir seri katil.Mathilda ise sorunlu, hemde baya sorunlu bir ailenin, sorunlu bir kızıdır.Hikaye Leon'un tanıtımıyla başlıyor.Mesleğini zaten daha ilk sahneden anlıyorsunuz.Daha sonra Mathildayı ve ailesini gösteriyor.İşlerin karışması ise, bizim kötü! polis memurunun Mathilda'nın ailesini temizlemesiyle başlıyor.Olaylardan sonra eve gelen Mathilda, büyük bir soğukkanlılıkla kendi evine değil Leon'un evine gider ve bütün hikaye burda başlar.Birbirleriyle yakınlaşmaları (sevgili olarak değil yada cinsel anlamda), kurdukları arkadaşlık ve yaşadıkları, bu filmi izlemeye değer bir eser haline getirmiş.Daha fazlasını anlatmak, hem okuyucuya hemde filmi izlememiş olanlara büyük haksızlık olur.

Biraz filmden bahsetmemiz gerekiyor oyunculara geçmeden önce.Leon dışardan bakıldığı gibi sadece iyi bir hikaye yada iyi bir film değil.Zekice hazırlanmış bir senaryo da aynı zamanda.Filmde herhangi mantıkdışılık yok, yada gereksiz sahneler yok.Bunların dışında 2 insanın yakınlaşmasını sahnelemek isteyen çoğu film cinsel ögeleri kullanmaktan kaçınmazken, filmde bunun nasıl mümkün olduğunu ve seyir zevkini nasıl arttırdığını göstermişler.Şiddet sahneleri ise olması gereken gibiydi.

Filmin en sonu gerçekten çok önemliydi bence.Sonun nasıl olacağı hakkında fazla bir fikir vermiyor film.Alternatif sonlarda yazılabilir elbette ama bu klasik bir bitiş değildi.Aksine son sahnede olanlar bence tam bir akıl ürünüydü.Eğer o tür bir sondan başka bişeyler yaratmaya çalışsalarmış filmin tamamına yazık ederlermiş.Ayrıca hiç utanmadan eklemek istiyorum ki, izlediğim en güzel 5 film sonundan biriydi.Gerek duygusal olarak, gerek action olarak inanılmazdı.Filmi bir basamak daha yükselten ögelerden biri bencede buydu.Filme başlamak, harika bir başlangıç yapmak çok basittir ama önemli olan nasıl bittiğidir bence.İnsanlar nasıl bitirdiğinizi hatırlar, nasıl başladığınızı değil...

Oyunculuklara gelelim.Jean Reno..Kim bu adam diye sorsanız, orta seviye oyunculardan biri demek zorunda kalcam ne yazık ki...Aklımda kalan filmleri; Pembe panter 1-2,Flyboys,L'empire des loups, Wasabi gibi gazozuna filmlerde oynamış bir aktör ne yazık ki.Halbuki kişisel olarak oyunculuğunu çok beyeniyorum.Ama pembe panter serisinde oynamak yaptığı belkide en büyük hataydı.Şu Leon daki performansını bir izlermisiniz.Ne kadar sağlam duruyor, seri katil tanımını tam olarak yerine getiriyor.Sert ve katı bir katil oynayıp, eve geldiğinde bitkisiyle uğraşıp, süt içen bir adamdan bahsediyoruz.Süper oynamış.

Natalie Portman ? 1981 doğumlu ve aşık olunabilcek tarzdaki bu oyuncu, filmde oynadıgında yannızca 13 yaşındaydı.İnanılması güç ama filmin bence 1 numaralı oyuncusu.En iyi yardımcı hatun oscarını direk kollarının arasına bırakmak isterdim.Süper, konusması, olaylara yaklaşım açısı ve içindeki sevgiyle inanılmaz oynamış.Aslında basit bir aksiyon filmi gibi geliyor ama bu filmde kendisine rol bulmakla kalmamış, başa oynamış resmen.Bu filmden sonra Closer(2004) deki rolüyle Best Performance by an Actress in a Supporting Role'e aday olmuştu...

Bunların yanında Gary Oldman de süper bir piskopat-polis rolü oynamış.Ama dediğim gibi baştaki 2 limiz kendilerinden o kadar fazla şey katmışlarki rollerine ve filme, bunun gibi bir oyunculuk bile yanında sönük kalabiliyor.

Çok fazla şey yazdık, tartıştık.Mutlaka izlenmesi gereken bir film.Aslında aksiyon filmlerinin herbirinin, birbirinin kopyası olmayacağını kanıtlayan bir film olmuş.Aksiyon filminine duygusal ögeler katmak zor bir iş gibi gözüksede aslında abartıya kaçmadan ne kadar basit olacağını göstermiş.Not olarak gayet net olmam gerekiyor.Bu film 8.6 yı hak eder...

UnjustLucifer

20.08.2009

The Wrestler [2008]

2008 yılının Oscar'a aday olan filmlerini izlemeye devam ediyorum. Öncelikle bu filmin DVD'sini 3 hafta önceden aldığımı belirtmeliyim. Ancak bir şekilde 3 haftadır kendini izlettiremedi film. Çok şey oldu, zorunlu olarak izleyemedim, bazen vakit buldum içimden gelmedi. Her gece 03.00-05.00 arası boşluk buldum ama maalesef uyku ağır bastı filan. En son geçen gece açtım ve izledim. Ve niye 3 haftadır içimde bir isteksizlik olduğu belli oldu. Filmde altyazı yok. Dublajı basmışlar. Altyazı seçeneği de -evet korsan- koymamışlar. Ayrıca film yer yer donuyor. Mesela 30 ila 40. dakikalar arasını izleyemedim. O yüzden yorumlarım ne kadar sağlıklı olur tartışılır. Şimdiden özür dilerim yanlış bir şey söylersem.

The Wrestler... Bir şampiyon güreşçinin Randy -The Ram- Robinson (Mickey Rourke) hikayesini anlatıyor. Filmin başında çok kısa bir süre Randy'nin 20 yıl önceki başarılarını dinliyoruz. Daha sonra 20 yıl yaşlanmış bir adam ve geçimini hafta içi gündelik işlerle hafta sonu da özel gösteri güreşleriyle sağlıyor. Hayatta neredeyse kimsesi yok. Kızıyla arası kopuk. Bir striptizciyle muhabbeti var, hayata tutunmak için ona bağlanıyor daha sonra. Vücudu zaman içerisinde güreşi kaldıramayacak hale geliyor. Doktoru, oynamamasını emrediyor. Hayatta çok az şeyi kalmış bu adam en sonunda elinde kalanları silip tekrar ait olduğu yere, güreş arenasına geri dönüyor.

Filmde aşk, acı, şiddet, güreş, zafer, kuşak çatışması, dram gibi konular ağır basıyor. İlk yarının %70-80 lik bölümünü FPS olarak izliyoruz. Yani Randy'nin kafasının hemen arkasından. Bir nevi kendimizi oymuş gibi hissediyoruz. Bu taktik gayet başarılı ki filmin sonunda o yumruk yediğinde biz yumruk yemiş gibi, o nefes aldığında biz almışız gibi, o vurduğunda biz vurmuş gibi hissediyoruz. Mickey abimizin de bunda katkısı büyük tabii.

Randy rolünü Sylvester Stallone ve Nicholas Cage'den çalmış Mickey Rourke. E şu şartlarda boksör olarak tanıdığımız Sylvester zaten oynamamalı bu filmde. Nicholas ne alaka diye de sorası geliyor insanın. İyi ki de Mickey'de karar kılınmış. Gayet güzel oynamış Mickey abimiz. Yardımcı kadın rolünde kim oynasa sırıtmazdı. Marisa Tomei'de sırıtmamış. Hatta üstüne de koyarak en iyi Yardımcı Kadın Oyuncu Rolüne aday gösterilmiş Oscar'da. Bu arada film 2 dalda Oscar'a aday gösterilirken -diğeri de en iyi Erkek Oyuncu- 2 dalda da Golden Globe ödülü kazandı. Ayrıca Requiem for a Dream'den hatırlayacağımız Darren Aranofsky'de yönetmen koltuğuna oturunca bizlerin karşısına da böyle düşük bütçeli, kısa ama gayet samimi ve güzel bir film çıkmış.

Özellikle filmin son sahnesinden önce -dikkat spoiler- Randy ringe çıkarken Sweet Child O'Mine çalıyor. İşte o an beni benden aldı. Bir de film biterken Bruce Springsteen 'The Wrestler' adlı parçasını seslendiriyor. Filmle bire bir uyumlu soundtrack listesi de gayet başarılı.

Filmi alın ve izleyin. Özellikle Smackdown türü güreşi sevenler zaten kaçırmasın. Ben alt yazı gazabına uğradım -Silahlar ve Güller ne lan?- ve donuk donuk izledim. Bu yüzden hak etmediği bir 7 puan veriyorum. Ama 7 den daha fazlası. Kesinlikle!

19.08.2009

About Schmidt [2002]


Hayat bir şaka...Normalde başımıza gelen işlerden sonra saka mı bu ya ? yada sen şaka mısın gibi sözlerle hayatı sorgulamaya çalışıyoruz.İşte izlediğim bu filmde hayatın şaka gibi gelebilcek kısımlarını size göstermeye çalışıyor ama gülmeniz için değil!

Jack Nicholson, Warren Schmidt sigortada çalışmaktadır.Zamanı geldiğinde emekli olacaktır.Zaten filmin ilk sahnesi emekli olmayan bekleyen bir adamın saate bakan görüntüsüyle başlıyor.O gün geldiğinde emekli oluyor, uğurlama toplantılar felan geçiyor.Evde oldu zaman içinde hayatını birçok kere değerlendirme şansı buluyor.Karısını, Denver da yaşayan kızını, işyerinde onun yerine geçen adamı ve daha bir sürü şey.Tabi bu bölümlerde bunları komik bir çerçevede sunarak film en azından biraz güldürmeyi istemiş seyirciyi...

Karısının öldüğü sahne çok dokunaklı olmuş.Şöyle ki, karısından olan şikayetler listesini uzun uzun açıkladıktan sonra bu olayın gerçekleşmesi, bir önceki sahnede gülen bizleri bir anda bir umutsuzluğa itmiş.Gerçekten güzel hazırlanmış bir senaryonun devamı olarak nitelendirebiliriz.Can alıcı başka bir nokta ise eşi Helen'in eşyaları arasında buldugu ve Schmidt'in en yakın arkadaşının onun gençliğinde attığı mektuplardır.

Bu olaydan sonra Denver daki evlenme hazırlıkları yapan kızının yanına gitmek ister.Orda yaşanan bir takım sorunlar yüzündne yolda biraz zaman geçirmesi gerekmektedir ve karavanıyla sağda solda durarak, değişik insanlarla tanışarak yoluna devam eder.

Filmin bundan sonrası ilk başlarına göre biraz daha rutin ve sakin geçiyor.Evlenme merasimi, hazırlıklar, farklı karakterler.Düğünde yaptığı konusma gerçekten güzeldi, orda Helen'e ufak bir dokundurma yapması ise en azından filmin başında ne olmuştu diye unutan bizler açısından iyi oldu.

Film hakkında söylenmesi gereken fazla bişey yok.Bir adamı anlatan film.Kabul etmek gerekir ki bu adam Nicholson olunca işler çok değişiyor ama süper bir film olarak görmedim.Tamam güzel hayat mesajları veriyor özellikle mektuplaşma sahnesinde ve son sahneden bir önce ama genede filmi kurtarmamamış.Bu tarz aklıma gelen son film Yes Man filmiydi.Aynı şekilde başlangıçtan sona kadar kaybeden bir adamın hayatını anlatıyordu.Buda onun gibi bir filmmiş.(Tabiki farklılıkları gözardı edilemez)

Jack Nicholson adına birkaç bişey söylemek istiyorum.Bu filmi 2002 yılında tamamladıktan sonra geçen 7 yılda sadece 4 proje daha bitirmiş.Yani aktif kariyerinin son mükemmel filmi.Bundan önce oynadığı filmlerden bahsetmeye gerek yok zaten çok gereksiz olur, ama bundan sonra oynadığı filmlerde artık o eski öldürücü oscar kokusunu alamıyoruz ne yazık ki.72 yaşına gelmiş bu evsane oyuncunun halihazırda bir başka projesinin olmadığını görmekte üzücü geliyor insana...

Bu filmde mimikleriyle ve konusmasıyla inanılmaz işler çıkartmış.En son kapanış sahnesindeki duyguyu hissettirmesi, düğünde konusma sahnesindeki doğal hareketleri.Ayaklarını birbirine vurması, etrafında dönmesi, mikrofonu tutuşu, kafa hareketleri inanılmaz.Kızma ve ciddi birşeyler söylerken gözlerini kırpmamayı nasıl başardığını sormak istiyorum...

İzlenmesi gereken bir film.Benim notum 10/7

UnjustLucifer

18.08.2009

Ice Blues [2008]

Gece film izlemek gerçekten zor geliyor bazen.Hele izlediğim filmi şekerleme tadında izlemiş olmak için izliyorsam eğer daha da bir zor oluyor.Şu izlediğim film 1 saat 21 dakika uzunlugundaydı ama bana 3 saat gibi geldi.Hoş bir filmdi ve anlatmak istiyorum hemen...

''Kobra Takibi'' adlı diziyi izlemişsinizdir.Bazı diziler vardır hani sanki bir sinemadan kesilmiş gibi durur ver devamı aslında hiçbirzaman yoktur.Mesela Kobra Takibi adlı dizide her bölümde farklı bir hikayeden, bazı bölümlerde bir sonrakinin devamını koyarlar hani genel olarak işleme yolu böyledir.

Benim izlediğim filmde sanki bunalardan biri gibiydi.Çok kısa, net ve öz...Film başladı çat bir anda konuya girdi.Karakterler kimdir, nedir görevleri nedir diye afalladım.Avukat olarak gözüküyorlardı ama ilk 15 dakikadan sonra bellerinde silah görünce avukat olmadıkları, özel dedektif olduklarını anladık.Bununla beraber acaba konu neydi derken hemen konu önümüze geldi.Donald Strachey, gizemli bir adamın çocuklara katkı olsun diye verdiği 3 milyon doların peşinde.Peşlerinde oldukları şeyler zamanlar artıyor tabiki.İşin içine başka karakterler giriyor mesela, pornocu 16 yaşındaki kız, mafya adamları, ölü bir zengin ve 3 milyon dolar.

Söylemek gerekir ki, bu kadar patırtıyı sadece 3 milyon için mi yaptılar.Günümüz filmlerinde artık rakamlar arttı.Heralde ekonomik krizin altında biraz fazla ezildiler kabul ediyorum ama en azından bi 5-7 milyon dolar olabilirdi.3 hani çok ufak kalmış.Tamam bende kılsız arıyor olabilirim ama inandırıcılığın üst seviyede oldugu bir filmde rakam biraz komik kalmış...

Hemen inandırıcılık demişken, kaçma, kovalama ve öldürme sahneleri hiçbir filmde olmadıgı kadar doğal..Hani adamlar ekstra şeyler kullanmamışlar ve gayet zekice işler başarmışlar.Kapı arkasına saklanmak bazen o kadar basit ama net olarak duruyor ki? Adam acaba nereye gitti, ufacık tualette kaçıcak hiçbiyeri yok derken, kimsenin beklemediği şey oluyor ve adam kapı arkasına saklanmış oluyor...

Sonlara doğru işin içine biraz duygusallık katmışlar ve bence hoş olmuş..Film adına söylenecek fazla bişey yok.Bir çırpıda geçen bir film.İzleyin, neden izleyin diyorum; mesela saat gece 2 olmuş ve yapıcak hiçbişeyiniz yok.Hemen başına bir kola ve çekirdek ile oturulup bir solukta izlenilebilcek bir film.Bir çırpıda akıyor çünkü.

Oyunculuk performanslarından bahsetmedin, yada filmdeki çarpık ilişkilerden bahsetmedin diyenler olabilir izledikten sonra.Burayı sizlerin yorumlarına bırakıyorum...

Notum: 10/6

UnjustLucifer

17.08.2009

A Simple Plan [1998]


Bir haftalık bir aradan sonra izlediğim, daha doğrusu izlemek için seçtiğim filmin ilginçliğine bakın siz.

A Simple Plan 3 tane adamın, tilki kovalarken şans eseri buldukları bir uçaktan çıkardıkları 4.4 milyon dolar hakkında.Hikaye aslında klasik değil, hatta hiç değil.Bunu şöyle açıklamak istiyorum.Eğer 2009 yapımı Night Train filmini izlediyseniz eğer bu film için, SENARYOLARI AYNI diyebilirsiniz.Sadece kullanılan objelerin farklılığı göze çarpabilir tabikii.Ne yazık ki, aynı değil, resmen birbirinin kopyası.Bunun yanında eğer Fargo ve Macbeth gibi filmleride izlemişseniz film size daha da fena gelebilir.

Başta dediğimiz gibi 3 adamın parayı ortadan yok etme cabası ve dolayısıyla en sonda parayı 3 e bölüm cebe kalmasını sağlamak tüm amaçları.Tabiki işler bu kadar basit gitmiyor ve ortaya birtakım sorunlar çıkıyor.Fazla spoiler vermek istemiyorum, çünkü en sonda bahsetceğim üzere izlenmesi gereken bir film ama, yukardaki filmleri eğer izlemişseniz dolayısıyla tadı biraz kaçıyor filmin.Sanki daha önceden tadını bildiğiniz bir pastayı tekrar yemeniz için zorlamaya benziyor izlemeye çalışmak.Tamam daha fazla soğutmayalım filmden sizi, bahsedilmesi gerekenlere geçelim hemen.

Film güzel işliyor.Hikayesi gayet güzel ve hikayenin içine farklı çeşitlerde insanları karıştırmak iyi bir fikir olmuş.Ufak bir kasaba tarzında bir mekan kullanmak, bazı işlerin daha kolay işlemesini sağlıyor.Eğer bir şehirde böyle bir işe bulaşılmak istenseydi, büyük olasılıkla bir çöpten öteye geçemezdi bu film.Mekanımız kasaba olunca düşen bir uçağı herkez bulamıyor ve en azından biraz gizem yaratılmış burda.Kaldı ki, ilerledikçe görüyorsunuz zaten, koşulların kar olmasıda inanılmaz bir rahatlık sağlıyor.Bazı delillerin yok olması ve daha birçok avantaj daha.

Film 2 saat süre içine gayet güzel yayılmış.Zaman zaman 2 li konusmalar biraz gereksiz yere uzamış gibi bir hava var ortamda ama en ince ayrıntı bile, filmin içinde kalıyor.Havaya giden fazla bir konusma hatırlamıyorum ben.Ufak ayrıntılar demişken aslında film sürekli ufak ayrıntılar etrafında dönüyor ve başarısıda sanırsam buradan geliyor.İlk sahnelerde, uçak bulunduktan sonra, polisle aralarında geçen bir konusma var.Eğer o konusma, o sahnede olmamış olsaydı böyle bir film olmazdı yada tahminin bu kadar etkileyici bir son izlemiş olmazdık.

Oyunculuklara değinmemiz mutlaka gerekiyor.Hank (Bill Paxton) ve Jacob (B.B. Thorton) süper performans sergilemişler.Şöyle biraz daha açalım;

Paxton normal hayatında kendi halinde bir işçi ve iyi bir aile babası rolünde.Bunun dışında giyimi kuşamı, filmde sergilenmesi istenen hayat yaşamıyla örnek denilebilcek seviyede.Hani böyle bir işe bile nasıl bulaştığını filmde yer yer sorguluyorsunuz.Ama işin içine para girince resmen bir değişim oluyor.Bu kadar sakinliğin altında yatan gizli güclerini ve dürtülerini kullanarak tam bir piskopata dönüşebilir.Süper oynamış gerçekten.

Billy Thorton ise inanılmaz bir yardımcı karakter olmuş.En iyi yardımcı oyuncu oscarına adaylığı resmen hak etmiş.Mimikleri, konusma tarzı ve filmin geneline yayılan süper hakimiyet, sanki yardımcı değilde ana karakter statüsüne taşımış onu.Bunların yanında filmin son sahnesindeki konusma sahnesi ve o anda söyledikleri inanılmaz.Gerçekten sahneyi derinden hissetmeme yardımcı oldu.

Daha fazla yazılması gereken bişey yok sanırsam. Ünlü yönetmen Sam Raimi (spiderman ve dahası) tarafından sunulan bu filmi izlemenizi tavsiye ederim.Ben ne yazık ki bundan önce izlediğim filmler yüzünden, hele Night Train'i izledikten sonra bunu sakın izlemeyin çünkü senaryo aynı.Ha, tabiki bu Sam Raimi'nin suçu değil...Aralarında 11 sene fark olan 2 filmden bahsediyoruz ama dahası.Ufak bir ekleme daha yapmak istersem not vermeden önce, sadece son 15-20 dakikası bu filmi izlemek için iyi bir neden olur.

Notum 10/7.5

UnjustLucifer

8.08.2009

The Great Buck Howard [2008]

Bazı filmler vardır hani hiçbir tarza sokamazsınız.Şöyle açıklamak heralde daha güzel olur.İzledikten sonra ağızda hoş bir tat bıraktı diye aptal bir deyiş vardır.Ne kadar bunu kullanmaktan nefret etsemde bu film için bunları söyleyebiliriz.

Güzel bir komedi filmi olmuş ki zaten amacı herkez yerlere yatsın, gebersin felan değil.Dialoglarımız süper, ve sürekli akan bir hikayesi var.Zaten komedi filmleride eğer durağan olursa, sürekli aynı yerde dönüp dolaşırsa biz film felan izlemeyelim bundan sora.Olayımız Buck Howard (Malkovich) bir tür komedyen/sihirbaz...Aynı zamanda işte doğa üstü güçleri sayesinde insanların beynini okudugu söylentileri war.Yanına bir yardımcı alıyor (colin Hanks) ve Troy, Howard'ın gezileri sırasında ona yardım ediyor.Bundan sora birtakım gelişmeler oluyor klasik.Howard'ın hayatındaki inişlerden çıkışlardan bahsediyorlar.Sonra süper numarasını gösterip gene number 1 olmak istiyor ve olay böylece filmin sonuna kadar gidiyor.

Malkovic, onu hiç böyle bir rol altında izlememiştim.Gerçekten süper oynamış.Komedi filmlerinde normalde süper performanslar beklemezsiniz,sonuçta bende dahil olmak üzere bir komedi filminde beklentilerim sadece ''gülmek'' tir.Ama burda farklı bir şekilde hem güldürüp, hemde bazen olayın dramatik kısımlarını göstermek istemişler.Bunları yapan oyuncu Malkovic olunca filmde inanılmaz bir kalite oluşmuş.

Colin Hanks...Salaklığımdan dolayı, Tom Hanks ile aynı saheneye geldiklerinde ne kadar benziyorlar demiştim.Sora bir anda düşündüm.Aklıma 11.14, Untraceable ve en akılda kalan filmi heralde My Mom's New Boyfriend den hatırladım.Oda güzel iş çıkartmış.Tom Hanks çoook ufak bir rol almış olmasına karşın, böyle bir oyuncuyu 10 dakika bile görmek bende bir heyecan uyandırıyor.Aynı Michael Jordan'ın gösteri maçlarında potaya top sallaması gibi bir duygu bu.İlerde hem kendisi, hemde babasının yardımlarıyla iyi yerlere geleceğini düşünüyorum.

Son sözlere gelelim, güzel bir film.Filmden alınması gereken bazı dersleri en sonda veriyor ve son olarakta güzel bir son olmuş.Çekim hataları, mantık hataları gibi şeylerin konusulmasının gerekli olcağını sanmıyorum, sonuçta hem gülmek, hemde eğlenmek için yapılmış bir film ve 1 saat 30 dakikalık süreside izlenebilirlilik açısından gayet uygun.Benim notum; klasman dışı bir film olarak gördüğümden 10/8.5..Komedi filmleri arasında iyi yer tutar.

UnjustLucifer

The Hangover [2009]

Öncelikle son yıllarda yabancı bir komedi filmine bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Abarttıkları kadar varmış gerçekten. Fragmanını izledikten sonra; "heh fragmanı çok komik ama filme bi gidecez fragmanda gösterilenden başka komik sahne yok" diyebilirsiniz. Bende öyle demiştim daha önceki tecrübelerime dayanarak. Ama öyle değil. Neredeyse her sahnesine gülüyorsunuz.

Konusu şöyle; 4 arkadaş bekarlığa veda partisi için Los Angeles'dan Las Vegas'a eğlenmeye giderler bir haftasonu. Ancak ilk gece çok içip sabah uyandıklarında bütün gece ne yaptıklarını hatırlamazlar. Odalarında inanılmaz şeyler olmuş ve damat ta kaybolmuştur. Kalan 3 kişi ipuçları arayıp bütün gece ne yaptıklarını anlamaya çalışır ve en önemlisi de damadı bulup düğüne yetiştirmeye çalışırlar.

Las Vegas'a giderken içinizden tamam işte Çılgın Dersane türü komedi bu. Gidecekler Las Vegas'a eğlenecekler. Karı, kız, 1-2 bayat espri de diyebiliyorsunuz ancak tabii ki öyle de değil. Özgün, farklı bir senaryosu var. Sade ve 12-18 yaş arası fırlama tiplerin yaptığı espriler olsa da bunlara gülmemek elde değil. Yer yer kalitesizlik söz konusu ama özünde bu kalitesizlikleri topladığımızda bambaşka bir kalite çıkıyor ortaya.

Oyuncu seçimleri de mükemmel. 4 arkadaş ta cuk oturmuş karakterlerine. Özellikle Bradley Cooper karizmasıyla ayrı bir yerde. Ama bana göre Alan rolünü oynayan Zach Galifianakis bambaşka. Tek başına götürmüş diyerek diğerlerinin hakkını yemek istemiyorum ama muazzam oynamış. Film bittikten sonra bu Yunan asıllı adama hayran olmamak elde değil. İki de güzel sürprizi var filmin; biri Mike Tyson, diğeri de sonunda. Onu söylemeyeyim :)

Sonuç olarak Todd Phillips'in elinden 2009'un şu ana kadar ki ve muhtemelen sonuna kadar ki en komik filmi çıkmış. Galiba bu hafta ya da en geç önümüzdeki hafta sinemalardan kalkar. Sinemada izlenesi filmlerden. Arşivinizde de mutlaka bulunması gerek. 10/8

7.08.2009

In The Line Of Fire [1993]


Eskilerden neler var diye arşivi biraz karıştırırken izlemeye değer bulmuştum bu filmi.Ama action ve thriller tarzı bir filmin süresinin nasıl 2 saat olacağını merak ettiğimden ve genelde bu uzunluktaki aksiyonların ne tür oldugunu bildiğimden bunu hep es geçmiştim.

Size şu anda yazcağım film, belkide kimsenin izlemeyi düşünmediği (benim gibi), yada adını bile duymadığı bir film.

In the Line of Fire sanırsam bir ara televizyonda da yayınlandı ve izleyenlerin kendilerini şanslı hissedebilcekleri bir film.Başlangıçtan sonuna kadar sizi ekran karşısına bağlayabiliyorsa, zaten bir yere kadar o filmi başarılı olarak söyleyebiliriz.

Hadi filme geçiyoruz.Bu filmi izledikten sonra aklıma, The Jackal, The bodyguard gibi filmler geldi ve senaryodaki benzerlikleri düşündüm.Bu hepsinden daha farklı ve inanılmaz.Gizli ajan Frank Horrigan, daha öncelerinda JFK suikasti sırasında başkanın korumasıydı ve o zamanlardan kalan ufak ayrıntı travmaları yaşamaktadır.Filmde uğraştı adam ise, başkanı öldürceğini açık açık söyleyen, eski bir CIA suikastçisi (Malkovic)
Daha sonralarında tahmin edeceğiniz gibi 2 li oyunları oynamaya başlıyorlar.Tabi burda onlara gençliğini görme şansını elde ettiğimiz Rene Russo da eşlik ediyor.

Oyuncu performanslarından önce film hakkında söylenmesi gerekenlerden bahsedelim herzaman yaptığımız gibi.Dürüst olmak gerekirse bu filmi izleyene kadar hiçbir yerde duymamıştım.Çok basit bir film gibi geliyor ama IMDB notunun 7.9 olması ve seyir keyfinin en üst seviyede olması zaten herşeyi açıklıyor.Zamanın şartlarına göre süper bir film yapmışlar ve daha sonra bahsedeceğim gibi oyuncu performansları gerçekten üst seviyede olmuş.Ama normal olarak filmde dikkat çekmek istediğim birkaç çok basit nokta var.

Birincisi; anahtarlığa koyduğu kursunları arka arkaya koymuştu.Daha sahnelere dikkatle bakarsanız anahtarlığın arkası bir merminin sığcağı büyüklükte değil.Burdan hafiften yana yattılar...

Suikast sahnesinden dikkatli bir şekilde bahsetmem gerekiyor.Sahne filmin can alıcı sahnesi.Herşey, geçen 1 saat 45 dakikayı o sahne için hacadık ama resmen amatörlük akıyorum.Sahneyi kaç kere oynattım tekrardan ama o kurşunun başkanın kafasından başka heryerine gitme ihtimali var.Süper yetenekleri olan bir suikastçi için çok basit deil mi, hemde o kadar mesafeden kafaya isabet ettirebilmek.

Karşınızda 5-6 tane keskin nişancı var.Bunların hepsinin tek atışta ve aynı anda ıskalama olasılığı nedir ? Hadi ortamın karanlık, şu zamandaki kadar gelişmiş ekipmanlarının olmadıgını varsayabiliriz ama denk gele açılan ateş, onların çakma nişancı olcağını gösterir ve hoş durmamış.

Bunların yanında son sahnede Eastwood a giren kurşun neresine girdi?Girdiği yeri keşke gösterselermiş biraz kanla beraber.Aslında görüyorsunuz kurşunun nerde oldugunu ama birkaç sahne ötesinde kan izi bile yok.Daha öncede söylediğim gibi, geçen 1 saat 45 dakikaya biraz haksızlık olmuş filmin sonundaki sahne basitliği yada çekim basitlikleri, artık adını nasıl koymak isterseniz.

Ayrıca başkan, kaç yılından beri çift araba olarak geziyor? 1993 de, tek arabası mı vardı?

Bunların yanında filmdeki hoş şeylerden bahsetmek gerekiyor.Filmin bazı yerlerinde dialoglar biraz fazla yer kaplamış gibi ama bu dialoglara karşılıklı laf sokmalar, tarz tarz şakalar ve Eastwood un mimiklerini ekleyince ortaya süper bir iş çıkmış.Bu filmin akıcılık artılarından biri.

John Booth, filmdeki adı, yadı filmde geçen isimlerinden biri, Malkovic süper iş çıkartmış.Süper e yakın denilebilcek performanslarından birini daha oynamış bu filmde.Film afişine bakmadan filmi oturup izlemeye başlayan biri için, ses tonundan rahatlıkla anlaşılıyor bu karakterin Malkovic olduğu.Filmin başlarında önce sadece dudakları, saçları, siluetiyle karşımıza çıkıyor.Kılıktan kılığa giriyor.Mimikleri, oyunculuk kalitesiyle filmi bir üst seviyeye çıkartmış.Zaten en iyi yardımcı erkek oyuncu oscarına adaylığı, bu roldeki kaliteyi açıklıyor

Eastwood 63 yaşındaydı bu filmi çektiğinde.Bundan daha önce ne tarz filmlerde oynadığını yada ne tür ödüller aldığını bu rollerden burda bahsetmek çok gereksiz olurdu.Kalitesi tartışılmaz bir oyunculuk performansı.Zaten filmin tamamında sahnelere yayılan bir karakterde.Yaptığı esprili konusmalardaki alaycı tarzı, yorgun gözükmesi gereken sahnelerde verdiği performans ve uyumluluğu, aksiyon sahnelerindeki surat ifadesi ve davranışları gerçekten inanılmaz.Sanki filmin içinde yaşıyormuşsunuz hissi yaratıyor.Fazla konusmaya gerek yok bunun hakkındada.

Sonuç olarak süper bir thriller olmuş.En son dişe dokunur izlediğim action/thriller tarzı film The Dark Knight tı sanırsam.Onu çok beyenmiştim.Bundan daha güzeli nasıl yapılır diye düşünmeye başlamışken (karşılaştırma yapılamaz) onun verdiği zevke en azından yaklaşmaya çalışan bir film izledim.2 saati doldurması, konusu, işlenen olay, oyunculuk performanslarıyla gerçekten mutlaka izlenmesi gereken bir aksiyon yaratmışlar.İzlemenizi tavsiye ediyorum, asla hayalkırıklığı yaratmayacak bir film.Çok sevmeseniz bile, en azından zevk alıcaksınızdır.Benim notum; 10/7.8

UnjustLucifer

5.08.2009

Traffic [2000]


Net olarak hatırlamıyorum ama Steven Soderberg 2000 lerin başında bir filmde daha imza atmıştı; Erin Brokovich.Bu filmde dünya çapında baya bir ses getirmişti ve şimdi önümüzde Traffic var.Soderberg bu iki filmle beraber en iyi yönetmen, en iyi film dalında oscara adaylığını koymuştu.Hatırladıklarım beni yanıltmıyorsa eğer.

Traffic, karışık olayların içiçe geçmesiyle oluşturulmuş bir film.Nasıl? Amerika ve Meksika arasındaki uyuşturucu alışverişini ve bunun savaşlarını konu alan bir film.Film basit olarak 3 tane hikayeden oluşuyor.Filmde işlenen ana tema; ne yaparsan yap, bunu durduramazsın.Bazı sahnelerde karakterler birbirleriyle karşılaşıyorlar ve gerçekten soderberg can alıcı bir film yapmış ve karakter ögelerini inanılmaz kullanmış.

Hikayelerimize başlıyoruz.Benicio Del Toro, Javier Rodriguez rolünde.Meksikada polis olarak görev yapıyor.Zaten filmin ilk sahnesinde de görceğiniz gibi, çok büyük miktarda bir uyuşturucu yakalıyor ve yolda general Salaza tarafından durduruluyor.Daha sonralarında Javier ve ortağı Salazarla baya bir uğraşmak zorunda kalıyor.Tabi buralar filmin spoiler kısımları oldugundan fazla dokunmaya gerek yok.

Bu sırada Amerikada Robert Wakefield (Michael Douglas) uyuşturucuyla savaşma başkanı oluyor.Evet gerçekten bunun gibi bir rol üstleniyor, kusra bakmayın ben tam olarak anlamlandıramadığımdan dolayı böyle salak bir ithamda bulundum.Şöyle biraz daha düşündüm ve uyuşturucu davalarıyla ilgilenen bir savcı dersek daha doğru olur.İşin trajik kısmı burda başlıyor.Bu görevde olan birinin kızının uyuşturucu batağının içinde olması ise filmin bence biraz alakasız kalan kısımlarından biri.Hani söylediklerimle çelişmiyor, sonuçta buda bir gerçek ve insan ögesi eklenmek istenmiş.Belki bu şekilde olmaz diye düşünülebilirdi ama genede filmdeki akıcılığı bozmadan burdan da fikir veriyor.Devlet işleriyle o kadar fazla ilgilenen bir baba, kızına yeteri kadar özen göstermediği zaman neler olabiliyor, bunun en iyi örneği.Aslında bu sahnelerle beraber, bu işin ne kadar ciddi olduğunu vurgulamak istemişler.

Bu arada San Diegoda, Monthy (Don Cheadle) ve Ray (Luis Guzman) uyuşturucu kaçaklarını yakalamakla uğraşan 2 federal rolüyle karşımıza çıkıyor.Oralarda uyuşturucu işlerini yöneten Carlos Ayalanın yakalanmasına kadar gidiyor olay zinciri.Tam buralar karşımıza Katherine Zeta-Jones çıkıyor.Hamile bir şekilde kocasının ardından borç batağında yüzüyor ve ondan sora kendi çıkış yollarını aramaya başlıyor.

Senaryo hakkında bu kadar ayrıntı yeter sanırım.Biraz film hakkında söylenmesi gerekenlere geçelim hemen.Film, yukarda deiğim gibi basitçe, insanların uyuşturucuyla olan alakalarını incelemiş.Evet, tekrar söylüyorum insanların.Mesela devletler arasındaki ilişkiler bu kadar sorgulanmıyor.Daha çok insan ögesi üstüne yoğunlaşılmış.Bunların dışında oyuncu kadrosunu bu paragraf içinde değerlendirmek istiyorum.Herbiri birbirinden değerli oyuncular var, yukarda büyük bir kısmını saydım.Hepsi kendine özgü karakterler yaratılarak adapte edilmiş ve sanki bir tanesini yerinden oynatınca hepsinin çökeceği hissi uyanıyor izlerken.Heralde oyunculuklar adına bundan daha iyi bir söz söylenemez.Gerçekten süper bir oyuncu kadrosu birleştirilmiş.

Aralarında Del Toro için ekstra bişeyler söylemek gerektiğini düşünüyorum sadece.Aslında aynı şeyler M.Douglas içinde söylenebilir ama zaten onun kalitesini iyi kötü biliyoruz.Benicio kariyerinin en iyi rollerinden birini yapmış.Filmdeki en baskın karakter, ve rol onunmuş gibi göstermiş, ama öyle bişey yok...Kaldı ki bu rolüyle en iyi yardımcı erkek oyuncu oscarını cebe indirmiş zaten.

Bunların yanında, Meksikaya gittiğimizde kameranın renginin değişmesi, Amerikada farklı renk, San Diego da farklı renk kullanımı en azından ben nerdeyim acaba hissini yok etmiş yada altta gereksiz yere ''Amerika'' yazılma gereksimini ortadan kaldırmış.Bu gerçekten güzel bir uygulama olmuş.Bunların yanında filmde diğerlerinden farklı olarak arka plan müziklerinin yoksunluğu var.Fazla müzik kulağı olmayan bir insan oldugumdan ben bunun eksikliğini hissetmedim açıkçası ama izleyenler belki bunlardan şikayet edebilirler.Bazı sahneler el kamerasıyla çekilmiş hissi uyandırdı bende.Bunun hakkında bir bilgim yok ama gerçekten öyle olabilir.Genelde sahnelerde oyunculara yakın çekim yapmışlar.Bu filmi izlerken oyunculardan maksimum duyguyu almanıza yardımcı oluyor.

Traffic, Amerika semalarındaki uyuşturucu trafiğini anlatan bir film.Gerçekten çok çok başarılı bir yapım olmuş.Yukarıdaki nedenlere artı olarak irrite edici bir film değil.Ders vermeye, açıkları göstermeye, gerçekleri vurgulamaya yönelik bir yapıt olmuş.2 saat 41 dakika biraz uzun bir zaman gibi gözüksede filmdeki akıcılık süper oluşturulmuş ve konu akıyor.Konular arasında zaman zaman yapılan geçişlerden sonra, gerek renk oyunlarıyla, gerek konusuyla akıcılık hiç bozulmamış ve aynen toparlanmış.Filmin sonunda verilen mesaj ise belkide filmin tamamını özetliyor.

2000 yılının bence en iyi filmi.Hatırlıyorum 2000 li yıllarda başka neler vardı diye, Erin Brockovich den zaten bahsettim, Gladiator,Chocolat gibi filmler vardı.En iyi yönetmen, oscarınıda cebine koymuş Soderberg.Mutlaka izleyin ve izlettirin.Benim notum 10/8.7

UnjustLucifer

17 Again [2009]


Güzeldi, gerçekten bazı sahnelere kendimi bile koyabildim.Önemli olanda filmin bana bunu hissettirmesi bence.Bunlara sonra değinmek gerekiyor tabi ama önce filme geçelim.

Tam bir gençlik filmi olmuş öncelikle bunu söylemek gerekiyor.Gayet hoş bir olay zinciri kurulmuş ve bunu gerek başlangıcı gerek gelişim evresi ve gerek sonuç kısmı olarak güzel bağladıklarını söylemek gerekiyor ama tabiki herşey su cümlede söylediğim kadar basit değil.Once cocukluk evresini gösteriyorlar kahramanımızın ve sora büyüdüğünü, cocukluk evresinin devamında olan olayları atlayarak gösteriyorlar.Evliliğinde mutlu değil, boşanma aşamasına gelmiş, cocuklarıyla arasındaki bağı tamamen kaybetmiş bir baba.Sora esrarangiz bir biçimde tekrar 17 yaşındaki haline geri dönüyor ve arkasında bıraktığı pisliği toparlaması gerektiğini anlıyor.İşte senaryo burda resmen batırmış.Başka bir açıklaması olamaz bunun ?

Şöyle anlatmak istiyorum.Geçmişe dönme fikri gayet süper ama geçmişe döndüğünde, beklenenler olmuyor.Şahsen ben geçmişe döndüğünde biraz kendisini toparlamasını beklerdim, ama kahramanımız kendi pisliğini toparlamaya çalışıyor.Senaryo burada birazcık uçmuş.Kendi oğlunu toparlamaya çalışması, hooop tekrar liseye dönmesi, kızının erkek arkadaşına karışması ve hatta ufacık yaşına rağmen kendi karısıyla yaptıkları biraz akıl mantıklarının dışında kalıyor.Tamam süper mantıklı bir film aramıyoruz ama ;

İnsan evlendiği insanın aynısını, 17 yaşındaki zamanını, bu kadar mı hatırlayamaz? Bu kadar mı yozlaşmış bunlar?Sen evlendiğin adamın 17 yaşındaki halini ilk görüşte hatırlayamıyorsun.Zaten filmin koptuğu an burası, gerçekten çok hayalperest olmuş.Hadi cocukların hatırlayamaması felan belki bir nebze ama resimlerine felan bakmadılar mı iç ? hadi ben babamın resimlerine bakma istediğim zaman yıllar 1960 ları felan gösteriyor siyah beyaz belki felan ama baktıkları yıl 1989 ve 17 yaş kavramı.Biraz absürt olmuş oralar.

Eğer bunları görmezden gelirseniz filmin konusu insanı sarıyor.Uzun bir film, yani biraz ortalamaların üstünde ama sıkmıyor olması gerçekten güzel.Yer yer komiklikler görüyorsunuz ve bence biraz daha önemli bu bir gençlik filmi.Sağda solda seks yapanlar, çıplak atunlar, akılları cinsel organlarında olan ve bunları üstüne basa basa göstermek isteyen gençlik filmlerinden değil ve böyle olması her yaştaki izleyicinin izlemesi açısından bence büyük bir artı.Yönetmenin bu şekilde düşünmüş olacağını umuyorum.

Zac Efron.Nerde izlemiştimmmm ? hımm.. evet evet hatırladım.High School Musical de izlemiştik daha önce.Hatta onun ortalara çıkış filmi gibiydi.O filmi yarıda bırakmıştım çünkü resmen bana hitap etmeyen bir filmdi.Normalde filmleri yarıda bırakmayı bir insana yapılan saygısızlık gibi görmeme karşın dayanamamıştım.O filmden beri baya bir yol kat etmiş ama halen tavırları basit bir cocuğun tavırlarından farklı değil.Mimikleri, sahnelerdeki duruşu halen iyi bir yapım için yeterli değil.Bu türk gençlik filmlerinde oynayabilir hatta aynı bu filmde oldugu gibi bütün bir filmi, senaryoyu üstüne yıkabilirsiniz ama ancak bu tür filmlerde oynayabilir, bunlardan daha ileriye gidemez su anda.Diğer yardımcı rol oyuncularıda bekleneni vermişler diyebilirim.

Eğlenceli bir film ama yer yer de duyguyu vermekten çekinmemişler.Yukarıda da dediğim gibi her yaştaki izleyici kitlesine hitap eden bir film.Sinemalara geldi ve gitti eğer yanılmıyorsam.İzleme fırsatı bulmuşsanız birazcıkta olsa eğlenmişinizdir umarım ama eğer izlemediyseniz ve kenara bırakcak 1 saat 40 dakikanız varsa oturun bu filmin başına, hem izleyin hemde kendinizi onun yerine koyun.Gerçekten boktan bir hayatınız varsa, ve geçmişi geri çevirmek isteseydiniz neler yapardınız ve nasıl çevirirdiniz ?

10/6.5 bu filme yeterli denebilcek bir not olur....

UnjustLucifer

4.08.2009

Night Train [2009]


Bazı düşük bütçeli filmler gerçekten seyirciyi tatmin edebiliyor.Ama bu tabiki yapımcıların marifetleri ellerine kalmış demek oluyor.Düz mantık baktığımız zaman eğer düşük bütçeli bir film yapmak istiyorsanız, üretkenliği üst seviyede tutmanız gerekiyor.

Night Train basit, basit olduğu kadar da ilginç bir hikayeden oluşuyor.Bütün hikayeyi bir trende hatta birkaç kompartmandan ibaret oldugunu anlıyorsunuz.Hatta iç dekorasyonun bile ne kadar ucuz oldugunu görüyorsunuz, sanırsam oraya 1 sandalye fazla koyduk diye baya üzülmüşlerdir.Bunların dışında daha birçok şey sayabilirim size ama işte adil olmaz.O kar neydi öyle ? pamuk atsak belki daha gerçekçi dururdu.Bunların yanında trenin dekorasyonu çok eski zamanlardan çıkmış gelmiş gibi duruyor ve dahası...

Tamam biraz fazla eleştirel bir başlangıç yaptık ama film böyle..Senaryodan bahsetmek istemiyorum, çok garip zaten.Önce olayları çok açık bir şekilde nasıl olcağını anlatıyorlar ama birden senaryo değişiyor.Sanki başka bir filme bağlanmışsınız hissi yaratıyor? Karakterler değişiyor, olaylar değişiyor kendimi kaybettim bir anda neler oluyor diye.Birbirlerine dalıyorlar, yaşlı anneler bir anda erkek oluyor katil felan oluyorlar, aman allahım ?

Danny Glover iyi oynamış.Hani şey demek gibi, bu filme göre ancak bu yani, daha fazlasını yapmasına gerek yokmuş.Leelee Sobielski diğer idare ederi oynamış.Genel olarak iyi şeyler denebilir, herkez ortaya bişeyler koymuş zaten.

Bunların dışında bir polis arabası ekspress olarak giden trene yetişebilir mi bilmiyorum ama o sahnede ilginç olmuş.Kaldı ki noel gecesi bile olsa bu kadar büyük bir trende nasıl 3 kişi çalışıyor? Kilitli kapılar bir sonraki sahne nasıl oluyorsa şak diye açılıyor?Gözünden vurulan bir adam, başka bir adamın üstüne düşüyor hatta gögsüne ve bir damla bile kan bırakmıyor.Ayaklar eller doğranıyor ama bir gram kan yok yerde?1 cesedi resmen 1 el çantasına sıkıştırmanın nasıl bir iş oldugunu bana anlatın.

Sonuca gelirsek, hani ufak bütçeli bir film ama en azından biraz daha iyi bir iş ortaya çıkabilirdi.Keşke azcık daha dikkat etselerdi.Notum 10/4.5.Bu filme ancak bu not, kusra bakmayın.

UnjustLucifer

3.08.2009

Once Upon A Time İn Mexico [2003]


El mariachi ve Desperado filmleriyle beraber üçleme oluşturmak isteyen Robert Rodriguez'in bu konudaki son filmi. İlk iki filmi izleyenler bilecektir, macera dolu, gözünüzü ve aklınızı filmden ayıramayacağınız birer yapıttı ikisi de. Soundtrackleri ayrı bir güzeldi..

Filme başlarken aklımın bir ucunda hep eski filmlerin kareleri ve müzikleri geçip duruyordu, kendimi toparlamam gerektiğine karar verip filme giriş yaptım. İlk müzikle hoş bir seda bırakıp başladı film. Başlarında Banderas'ın eski karelerini biraz abartılı olarak karşımıza sunmuş yönetmen, zaten filmin bir sahnesinde de ''dilden dile dolaştığı için abartılı olabilir'' dediğini göreceksiniz, inceden destan tanımı yapılmış. Böyle farklı noktaları yansıtan yönetmenler hep hoşuma gitmiştir.

Filmin konusunun oluştuğu bölümlerde Johny Deep'in muhteşem oyunculuğu, gerçek hayatta da sıkça karşılaştığımız ''ihanet'' kelimesinin tanımı, aksiyonun başlangıçı ile tatmin olmaya başlıyoruz. Konunun örgüsün gitgide karıştıkça ise o kimdi, bu adam ne iş yapardı gibi sorularla kafanızı meşgul etmeniz olasıdır. Film işte bu kısımlarda tam olarak seyirciyi kendiden soğutuyor. Fazla karmaşık ve fazla seyircinin anlamasını bekleyen sahneler var. Bunlar ayarında yapıldığı zaman güzel oluyor ama filmde abartılmış. Bir süre sonra paranoyak moduna girip, her yerden bir şeyler çıkarma, olayları birbirine bağlama gibi şeylere girebiliyorsunuz. İzleyenlerden bu kadar eleştirecek derecede karmaşa yoktu yorumları alabiliriz ama izlediğimiz filmin tam anlamıyla aksiyon filmi olduğunu unutmayalım. Bu filmler fazla gizemi, kargaşayı kaldırmaz. Zaten konuyu anlatayım derken iyiden iyiye aksiyondan da mahrum kalıyoruz.

Sonu her şeye rağmen iyi bağlanmış, yani o kadar gariplikten sonra bağlanılacak kadar iyi bağlanmış diyeyim. Harika müzikleri ile iyice ballanmış.

Eleştriler sert geldi, evet ama ilk iki filme göre sönük kalmış. Benim gibi o filmleri düşünerek girmezseniz eğer gayet izlenebilecek ve zevk alınacak bir film. Ayrıca Eva Mendes, Johny Deep, Banderas, Salma Hayek gibi sağlam kadrosu olan bir film sadece onları takip etmek için bile izlenir..

Villian

Scent Of A Woman [1992]


Bir film daha fazla ne kadar dokunaklı olabilir.Kafamda izlenmesi gereken bir sürü eksik var ve bunları tamamlamaya başladım yavaş yavaş.Bazı filmlerin ne kadar iyi olduğunu anlamak için biraz bakış açısının oturmuş olması gerektiğine inanıyorum.Artık zamanı geldi ve şimdi filmi anlatmaya başlayalım.

İlk söylenmesi gereken şey ''Al Pacino''.Kariyerinin ilk ve tek oscarını aldığı film.Oyunculuk performanslarından daha sonra bahsetcem ama burada bişeylerden bahsetmesi gerekiyor.Kendisi 8 kere aday oldugu bu ödülü yanlızca 1 kere alabilmiş olmasına karşın, benimde inandığım gibi (izledikten sonra) Pacino'nun en iyi performansı budur.

Filme geçelim.Ortada teknik olarak süper bir film yok.Süper sahneler, pahalı oyuncakçılar, karı-kız...Bunların hiçbiri yok.Ama işte burda, biraz önce saydığım ögelere gerek duyulmaksızın bir film nasıl bu kadar iyi olurun cevabını buluyorsunuz.Film şöyle, bir gencin okumasına yardımcı olacak parayı şükran gününde toplamaya çalışıyor ve bir iş başvurusu yapıyor.Pacino ise orduda çalışmış, yarbay rütbesine kadar yükselmiş kör bir adamdan bahsediyor.Öğrenci Chris (O'Donnell) iş başvurusuna gidiyor ve kabul ediliyor.Hemen ardından kendisini Pacino'nun planları arasında buluyor ve New York'a gidiyorlar.Filmi anlatmak istemiyorum herzamanki gibi ama bazı sahnelerden bahsetmek gerekiyor.Bu yüzden bu filmde bolca spoiler olcağını şimdiden söylüyorum.Eğer filmi adam akıllı izlemek istiyorsanız burdan sonrasını okumayın, yada hangi sahnelere dikkat çekmek istediğimi anlamak için okuyun size kalmış...

Simms ile Pacino'nun ilk tanıştıkları sahne zaten filmin gidişatı konusunda fikir verdiği için çok önemli.2 sininde kişisel özelliklerinin tamamını yansıtmışlar.Ellerinde ne var yok hepsini (nerdeyse) dökmüşler.Neler oldugunu bahsetmek istemiyorum ama gerçekten filmin devamı için önemli bir sahne.

Pacino'nun kadınlardan bahsettiği (uçakta) ayrı önemli bir sahne.Aslında filmin adı neden scent of a woman ? %100 olarak filmin bunlar bir alakası yok, kadınlardan çok daha fazlası var bu filmde.Mesela daha güzel bir isimle filmi daha iyi pazarlayabilirlerdi zamanında ( artık buna gerek yok!!) Ama kadınları çok iyi bile, kokularını, saçlarını, göz renklerini tahmin edebilen bir adam ve bunların betimlemesini yapıyor.

Ferrari kullanma sahnesi?Yazıya devam ettikçe Pacino'nun oyunculuğundan bahsedeceğim kısma geliyorum diye heycan yaptım ama burda söylemeden edemem.Bir insan nasıl kör olmadan kör rolünü oynayıpta, kör olmadığını bir polise yutturabilir ? Aslında düz mantık da böyle.E adam zaten kör değil, oynar diyorsunuz ama ıh ıh o kadar basit değil.Kör değilden, rolünde kör olduğunu unutmadan, kör olmadığını kanıtlamak sağlam göt! ister ve bunu görebiliyorsunuz.Bu sahne gerçekten izlemeye değer.

Meşhur otel odasında silah eşliğinde geçen konusmalar gerçekten inanılmaz.Bu kadar keskin duyguları olan bir adamı ikna etmek de gerçekten süper bir yetenektir.Bunu gayet güzel bir şekilde, asla yapmacıklığa kaçmadan yapabilmişler ve tebrikleri almışlar.

Son sahnede olanlar.Hatırlıyorumda Three Kings filminde Sean Penn'in böyle bir konusması vardı.Gerçekten oda inanılmazdı ama bunu dinlemeniz gerekiyor.Sanki o anda kelimeler ağza geldiği gibi söyleniyor.Sanki bir senaryo yok ve o anda yazılıyor gibi geliyor.Tek kelimeyle inanılmaz bir sahne olmuş.Zaten bu filme , bunun gibi bir sahneyle bitiş yakışırdı ve aynen öyle yapmışlar.

Biraz genele kaçıyorum oyunculara geçmeden ve söylenmesi gerekenler; çoook güzel bir senaryo var.2. kişiyi koyupta oyuncuları akışına bırakmamışlar.Senaryoda en az oyuncular kadar etkili ve bence biraz Pacinoyu yükselten senaryo olmuş.Nerdeyse kendisini oynamış bile diyebiliriz.Başta konuyu güzel özetleyip, gelişme bölümüne geçip sora süper bir son yapmışlar.Aradaki bazı konusmalar filmi biraz sıkıştırmış ama akıcılığı asla kaybetmemişler.

Oyuncular; Al Pacino...Kendisinin bütün arşivi var bende.Geçenlerde söylediğim gibi, Baba serisi hariç nerdeyse filmlerinin %70 ini izledim.Bu kesinlikle en iyisi.Gerçekten bu en iyisi, belkide tüm zamanlarda en iyilerden biri bu.Adı kesinlikle ilk 10 da geçer.Hayatının filmini oynamış demeyi isterdim ama daha birçok süper filmi var.Nasıl oluyor bu ? Normal hayatta kör olmayıpta, bütün bir film boyunca kör gibi davranmak hemde ne bir hata, nede akla yatkın olmayan bir açık bırakmadan?Tek kelimeyle inanılmaz.Daha öncelerinde bahsettiğim gibi son sahnesi can alıcı.Filmi izlemeden sırf o sahneye bile oscar verilir."Hoo ha!"Bu nasıl bir repliktir ve insan nasıl sever? 110km hızla giden bir arabada: ''-Bizi öldürceksin lafına cevap olarak'',''- Sorun değil, ben kör bir adamım'' cevabı bu kadar doğal nasıl verilir?Dahası, kör olmadan kör bir adamı oynayıp, polise kör olmadığını yutturmak nasıl bir oyunculuk ister ve bu bu kadar doğal gelir bir insana? oyunculuğun ulaştığı son nokta burası bence.10/9.5 gibi bir performansı hak etmiştir.

Chris O'Donnell kim ? Bizim meşhur Robin, hani Batman'in arkadaşı olan...Hayatının filmi budur heralde.Pacino'ya süper yardımcılık etmiş ve gerektiği gibi oynamış.Şöyle açıklayalım, bir köre nasıl davranması gerekiyorsa aynen öyle davranmış ve rolü fena halde benimsemiş olması gerekiyor bunları yapabilmesi için, yapmış.Süper, tek kelimeyle...

Evet bunların üstüne daha fazla söylenecek bişey kalmadı.Söylemem gereke tek şey, bu 2 saat 36 dakikalık filmi en kısa zamanda izlemeniz ve ondan sora 2 li ilişkileri, arkadaşlıkları ve yoldaşlık kavramını tekrar gözden geçirebilirsiniz.Birilerinin umutsuzluğu sizin umudunuz olabiliyor zaman zaman ve karşılıklı güç birliğinin heralde anlatım biçimi de bu film oluyor.İzlemediyseniz mutlaka izleyin.Benim notum 10/8.5 .. Al Pacino demek istiyorum tekrar.Yok böyle bişey ya...

UnjustLucifer

2.08.2009

One Flew Over the Cuckoo's Nest [1975]


Biraz sonra yapmaya çalışcağım işin ne kadar zor olcağına kendimi iyice inandırdım.Hernekadar benim bakış açıma göre hiçbir değeri olmasada çoğu sinema izleyen ''hızlı'' insanlar IMDB yi çok önemli bir kriter olarak görürler.Bir filmin 9.0 puan ortalamasına sahip olması onun en iyi olcağını göstermeyeceği gibi, sadece bir kriterden daha fazlası değildir.Aynı Wilt Chamberlain'in bir sezonda yaptığı 50.4 sayı ortalamasının hiçbişey ifade etmeyeceği gibi.

Konuştuğumuz film; 5 oscarlı, kadrosunda Christopher Lloyd,Ted Markland,Jack Nicholson,Danny DeVito,Brad Dourif gibi isimleri barındırıyor.IMDB'nin yaptığı tüm zamanlar listesinde 8.8 puanla 9.sırada olan bir filmden bahsediyoruz.

1980 ler öncesini gerçekten sevmiyorum.Biraz önyargı gibi ama zevk vermiyor bana.Mesela NBA tarihinde 1980 lerden öncesi yoktur benim için, tamamen karanlık bir dönem.Ama sinema dünyası için bunu düşünemiyorum.Eski filmleri seçerek izliyorum ve geçenlerde HDD de aranırken elime bu film düştü.1975 yapım bir film.

Hemen filme geçmek istiyorum, belkide en zor anlar benim için başlıyor.Film Ken Kersey'in romanından sinemaya uyarlanmış.Randle Patrick McMurph (J.N) zamanının büyük bir kısmını hapishanede geçirmeyi seven bir karakterdir.Bu arada bazı mental hastalıklarının oldugu varsayılmaktadır.İşte fazla ayrıntıya gerek yok buralarda, akıl hastanesine kapatılır.Tabi rahat durmaz burdada ve hastaları hemen kafalamaya başlar.Eğlenceli zamanın nasıl geçirileceğini burda teker teker gösterir herkeze.Heryerde olduğu gibi hayatına ona zorlaştırmaya çalışan hemşire Ratchet (Louise Fletcher; hayatını rolü) ile 2li oyunlar oynamaktadır.Kuralları delmek, rutinleri bozmak adına herşeyi yapmaya başlar.Ve daha sonrasında olan olaylar, tabi bunlardan su anda bahsetmek için biraz erken...

Film hakkında söylenmesi ve vurgulanması gereken o kadar fazla şey var ki...Film inanılmaz ağır olmuş.Baba serisini daha izlememiş biri olarak(gururla söylüyorum bunu) hayatım boyunca izlediğim en ağır akan filmdi.Ağır olmasını 2 şeyle bağdaştırmak istedim.1 tanesi sahnelerin insanların aklına işlemesi (filmin sonunda anlıyorsunuz) 2. ise filmin geçtiği yer zaten akıl hastanesi, hani bundan daha bunalım bir yer olamaz sanırsam ve akmayan konuyla beraber filmin önemini yada verdiği mesajı seyircinin aklına kazımak olabilir.133 dakikalık uzanluğa sahip olan bu filmin yaklaşık olarak 110 dakikasında sırf akıl hastanesinden yaşananları izliyorsunuz.Başlangıçtan itibaren ufak ufak gelişmelerle hikaye hazırlanıyor ve bummmm...Son sahneleri eğer burada söylersem, heralde filmi izledikten sonraki tepkiler beni linç etmeye kadar devam edebilir.

Evet yukarda bahsettiğim gibi filmin sonu gerçekten çok ilginç.Aslında filmi ilginç hale getiren 2 şey var; bunlardan biri senaryo, diğeri ise kullanılan karakterlerin özgünlükleri.Şöyle biraz kopya vermem gerekiyorsa eğer, R.P.M'nin en iyi arkadaşı bir kızılderili akıl hastası.Mesela filmin sonunu etkileyen en büyük faktörlerden birisi bu.

Jack Nicholson.İzlediğim en iyi oyuncu oscar'ını almış oyuncular arasında bir sıralama yapmam gerekse; Bu rolle jack baba 2. numaraya oturur ve biraz daha kalkmazdı sanırsam.1975 yılında çekilmiş bu filmi sanırsam bi 20-30 sene daha gelecek kuşak oyunculara nasıl oyunculuk yapılır diye okutmak gerekiyor.Bir oyuncu eğer senaryoya bu kadar dahil olur, bu kadar mimik kullanır, kendine özgü hareketlerini bu kadar benimsetir, konusma sahnelerine kendisini bu kadar adapte ederse heralde ortaya bunlar çıkıyor.Akıl hastanesine, akıl sorunları nedenleriyle kapatılan ve aslında bununla uzaktan yakından alakası olmayan bir adamın rolünü oynatmam gerekirse, bu rolü bu senelerde ancak ve ancak Johnny Depp e veririm, o zamanlardada zaten yönetmen Milos Forman Jack babaya vermiş bu rolü.Tek kelimeyle enfes bir performans Jack babadan.Omuzlarına bütün filmi koymuşlar ama 2 filmlik performans yapmış resmen.

Brad Dourif'in oynadığı Billy Bibbit karakterinden ayrıca ve kısaca bahsetmek istiyorum.Çünkü haksızlık yapmaya gerek yok.Filmin başlarında biraz daha az gözükürken sonlarına doğru Jack baba seviyelerine yaklaşmaya -çalışan- başlayan bir yan rol oynamış.İşlerin karışmaya başlamasında en önemli etken, bitmesine giden yoldada en önemli etken olmuş bir karakter.

Baya uzun bir yazı oldu ama son sözleri söylemek gerekiyor bu film hakkında.Yukardaki yazıyı okuduktan sonra; bu filme aşık olmuş bir izleyici gibi görebilirsiniz beni ama öyle değil.Filmin bana hissettirdiklerini yukarda yazmaya çalıştım ama bunları burada bir kere daha toplamam gerekirse;

Uzunluğu normal olan bir film bana sanki 4 saat gibi geldi.Gerçekten akmayan yada yavas ilerleyen çok film gördüm ben ama bu kadar yavas ilerleyen bir film hiç görmedim.Tamam sürükleyici olmasını bekleyemezsiniz ve birde yukarda bahsettiğim gibi; senaryo, yaşanan ufak olayların üst üste birikimiyle oluşuyor ve zaten sonu öyle bitiyor.Hazır sonu demişken, bu kadar akmayan bir filmin böyle bir sonla biteceği hiç akla gelmezdi? Hayır gayet geliyor.Filmin sonunda bir sahne var ( yazı boyunca spoiler vermedim, burdada istikrarı bozmak istemiyorum) o sahne geldiği anda tamam film burda bitiyor diyorsunuz ama gerçekler öyle değil.Eğer filmi orada bitirmiş olsalardı zaten bu filmi IMDB nin top 100 ünde değil, belki Worst 100 ünde görebilirdik.Gerçekten inanılmazdı.

Daha fazla ne söylenebilir? süper bir son, süper bir hikaye, süper oyuncular ve oyunculuk performansları.Bu tarz bir film daha yapıp, bundan daha iyisi olmayacağının garantisini verebilirim.Çünkü en iyisi zaten yapılmış.

Benim notum; herşeye rağmen, yukarda şikayet ettiğim şeylere rağmen, objektif davranmak istiyorum.Filmi izlediğim anda; bu ne dedirtiyor ama daha sora hikaye yerine oturuyor ve bir anda tutuluyorsunuz. 10/8.8

UnjustLucifer

1.08.2009

Anket Sonucu #2, Aylık Tıklanma #1



Evet böylece yapılan 2. anketimizide tamamlamış olduk.Katılım azcık da olsa arttığını görmek sevindirici.Açıklayalım; hergün takip edilcek bir blog yaratmaya çalışıyoruz ben ve yazar arkadaşlarım.Kişisel olarak söylemek istediklerim;

Bir yazarın günde 1 film koymasından yanayım.Şöyle biraz daha açalım, bazı günler 2 film izleyebilirsin ama üst üste yığmak yerine gün başına 1 film koymamızın daha iyi olacağını böylece, mesela 1 gün 2 film koyup ertesi 4 gün film koyma gibi bir sorunun altında kalmayacağımızı düşünüyorum.Sonuç olarak giren çoğunluk, blog u günlük olarak takip eden bir kitle gibi duruyor sonuçlara göre, hatta 2 günde 1 olanlarıda bu gruba koyarsak baya yüksek bir oran yakaladığımızı görüyorum..

Bunun dışında açıldığımız günden beri, yaklaşık 3 haftalık tıklanma oranlarlarımız buradadır.Tahmin edileceği gibi, ilk 1 haftadan sonraki tıklanmalar gerçeği biraz daha fazla yansıtıyordur çünkü bu zaman sürecinde sürekli yapılan yenilemeleri görmek için daha fazla ben ve yardımcı olan arkadaşların tıklaması ve ilk heycan olarak linki yolladığım arkadaşlarımın tıklanma oranlarıda içindedir.

1 ay süreyi hatta 3 ay süreyi bile çok az ve yeni olarak görüyorum.Yeterli ve sürekli okuyucuya ulaşmak için 6 ay gibi bir süre gerekli gibi duruyor.İnşallah üstte dediğim ve bu satırlarda dediklerim olur, hep beraber daha büyük keyif alırız.

UnjustLucifer

Terminator Salvation [2009]


Baya bir tartışmalar olmuştu.Nedir, ne değildir ? TS tamamen farklı bir senaryo ve yapımla karşımıza geldi.T1,T2 ve T3 le alakası olmayan bir senaryo ile karşımızdalar.

Çok fantastik olmuş ve bence ele alınıp ince ince konusulması gereken bir film değil.Kısaca söyleyeceklerimi söyleyim o zaman.

Öncelikle filmde dikkat çeken sahnelerden bahsetmek istiyorum.Mesela;

mototerminatorlerin ilk sahnelerinde çarpışmaları yada yapacakları manevraları inanılmaz bir şekilde ayarlayabiliyorlar ama en son sahnede hatırlarsanız gülle geliyor ve sazan balıkları gibi takılıp ordan oraya doğru savruluyorlar yada Bale'in kurtuğu yoldan yola lan ipe takılcak kadar salak olabiliyorlar bir anda.Nedir bunun açıklaması ?

T-800 sahnesinde John Connor'u yakalıyor vuruyor,ama bir türlü parçalayamıyor.Şimdi daha önceki terminator filmlerinde arnold zamanında, hep makine-makine dövüşlerini yada kapışmalarını gördüğümüzden dolayı, bir makinenin insana kadarşı ne kadar aciz oldugunu gösteriyor.Çok saçma, etti 2.

Skynet baya basit bir merkez sanırsam.Elini kolunu sallayarak içeri dalmalarından mı bahsedelim yoksa bu kadar basit savunma sistemlerinden mi bahsetmek gerekiyor acaba?

T-800 ün nasıl yok olacağı konusunda baya bir kararsız kalmışlar.Eteş edince olmuyor, tamam makine.Ateşe sokunca derileri eriyor tamam ateşte demir erimez.Üstüne lav atıyosun halen bişey olmuyor, oksijen -sıvısımıdır nedir- o geliyor üstüne donmuyor...Aman allahım o nasıl bir makine ?

Bahsettiklerim belki gerekli, belki gereksiz ayrıntı gibi durabilir ama bunun diğerlerinden çoook farklı oldugunu idrak etmemiz gerekiyor.Arnold'un yerini tutar, tutmaz davalarını bu film için hiç yapmıyorum, çünkü aynı kefedeki filmler değil.

İzlenir mi ? Evet ama eski terminator lerin tadını vermediğinden dolayı ben zevk almadım.Sanırsam sinemalara geldi, gitti bu film ben biraz geç izlemiş oldum ama en azından aklımdaki soru işaretlerinden kurtuldum.

Cristian Bale iyi oynamış ve yardımcı oyuncusu Sam Worthington da iyi durmuş yanında.Benim notum 10/6.5

UnjustLucifer