Geçen akşam trende yolculuk yapıyorum. İstanbul'dan Kocaeli'ye doğru geliyorum. Dilovası'nda tren ilerlerken büyük bir ova var. Orada varoş bir mahallede, muhtemelen derme çatma bir barakada, veya onda bile değil, sokakta yaşayan insanlar. Onların küçük oğulları. Belki dileniyorlar. Belki 24 saatte yedikleri tek yiyecek bir simit. Ama yüzleri gülüyor. Yanyana olduğunda eğlenmesini biliyorlar. Ateş yakmışlar, sırayla onun üzerinden atlıyorlar. Hayır, boyları falan da kısa. Kazara ateşe düşseler yanarak ölecekler. Ne annesinin haberi olacak, ne bir başkasının. Gazetelerin 3. sayfalarına çıkma ihtimalleri bile çok düşük. Onların ölümünden kimsenin haberi olmayacak, onların yaşadığından da kimsenin haberi yok. "Neden onlar?" diye düşündüm. "Neden ben değil, neden onlar?" Bu bir ceza değildi. Doğduklarından beri bu şekilde yaşıyorlar. Yaşamak bile denemez. Neden? Nedeni yok işte. Bunların hepsi 10 saniyede kafamdan geçti. 10 saniye sonra bir tünele girmiştik ve tünelden çıktığında ise tren, benim düşünceler de tünelde kalmıştı. En kötüsü de bu tip insanların olduğunu bildiğimiz halde elimizden bir şey gelmemesi. Onları düşünmenin, onlara bir faydası olmuyor ne yazık ki.
Precious, bunu anlatıyor işte. 80'li yılların Harlem'indeyiz. Derme çatma bir apartman binasında, daha 3 yaşındayken babası tarafından tecavüze uğramış ve AIDS'ten ölen aynı öz babasından 2 çocuğu olan Clarice Precious Jones (Gabourey Sidibe) annesi Mary (Mo'Nique) ile birlikte yaşamaktadır. Ama ne yaşamak? Ölse muhtemelen çok daha iyi. Annesi tarafından sürekli maddi-manevi işkencelere maruz kalır. Bir insan muamelesi görmez, bir köle muamelesi hiç görmez. Onun gördüğü bir hayvan muamelesi bile değildir, çok daha başka, çok daha kötüdür. Üstelik 16 yaşında 2 çocuk annesi olduğu için istemsizce, okulundan da atılır. Neyse ki alternatif bir okul bulur ve oradaki öğretmeni Ms. Rain (Paula Patton) sayesinde çok ufak kalan hayalgücü güçlenir. Yaşadığını hisseder ve kendi savaşını verir.
Film bize hayattan darbe üstüne darbe yemiş, daha küçük yaşlarda babası tarafından tecavüze uğramış, baba öldükten sonra da annesi tarafından nedensiz yere şiddete maruz kalmış (nedensiz de değil gerçi, annesi kızının, kocasını elinden aldığını düşüyor, halbuki kız savunmasız, 3 yaşında tecavüze uğruyor, var mı böyle hayvanlık?), üstelik okuldan atılmış, ten rengi ve fiziksel görünümü nedeniyle evde, okulda, sokakta, olabilecek her yerde toplum tarafından itilip kakılmış, dışlanmış, bütün bunlardan hayalleriyle olabildiğince sıyrılmaya çalışmış, en sonunda melek gibi bir öğretmen tarafından hayatın bir yerine tutunmuş, önceleri bütün bu olanları içine atarken, bir anda cesaretini toplayıp hakkını aramaya başlamış, kıymetli bir kıymetsizin hayat hikayesini anlatıyor. Yönetmen Lee Daniels sayesinde çok da iyi anlatıyor.
Tabii ki sadece yönetmen Lee Daniels sayesinde değil. Bu kadar iyi olmasının en büyük nedeni kuşkusuz başrollerdeki iki oyuncunun bu denli mükemmel olması. Üstelik birinin ilk profesyonel aktrisliği. Gabourey Sidibe'den bahsediyorum. Tek kelimeyle inanılmaz. Mo'Nique'de 'En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu' dalında Oscar kazandı. Gerçekten bu ikisi harikulade bir oyunculuk sergilemiş. Şöyle bir şey var, başrol oyuncuları böyle eşsiz bir performasn sergilediği zaman, yan rol oyuncuları da filmi yaşıyor adeta. Hele de bu kadar iyi oynayan kadın, daha önce hiç kamera karşısına geçmeden bunu yapıyorsa, sizin oyuncu olarak kötü oynama şansınız yok. Dolayısıyla daha önce Deja Vu'dan tanıdığımız Paula Patton, müzik kariyerleriyle ünlü Lenny Kravitz ve Mariah Carey'de oynadıkları bölümlerde çok iyi işler çıkarmışlar. Mariah Carey'nin, filme gitmeden önce bu filmde oynadığını duymuştum. Ancak ekranda o göründükten sonra bile, "Ne zaman çıkacak acaba?" diye düşündüğüm oldu. Gerçekten tanınmayacak bir makyaj yapılmış neredeyse Mariah'a. Yani bu filmde oynadığını görmesem, film bittikten sonra oyunculara baktığımda şaşırabilirdim.
Filmin yapımcılarından biri Oprah Winfrey. Bilmeyeniniz yoktur, Amerika Birleşik Devletleri'nin en güçlü kadınlarından biri Oprah. Dünyanın demek daha doğru olur sanırım. Milyonlarca siyahi genç kızın idolü. Filmde de kendi adı geçiyor bir kaç kez. İlginç bir bilgi: Kendisi küçükken de başından böyle bir olay geçmiş. 9 yaşından 14 yaşına kadar tacize maruz kalmış bir erkek tarafından. En kötüsü de annesi tarafından davetkar olmakla suçlanmış. Böylece o zamanlar, hayatı boyunca evlenmeme ve topluma kendini kabul ettirme kararı almış. Hırsı sayesinde bugün, şimdilik ikisini de başarmış gözüküyor.
Sapphire'in Push isimli romanından uyarlanmış bu film gerçekleri birer birer, beyazperde de gözümüze vuruyor bir tokat gibi. En kötüsü de, filmde izlediklerimizin gerçekte de olduğu gerçeği. Hem de az buz bir insan değil bunlara maruz kalan. Neredeyse dünyanın yarısı! İniş çıkışlar yerinde, tempo sizi sıkmıyor. Film ne kadar iç karartsa da ağlatmıyor. En azından beni, sürekli takipçiler ve yakın arkadaşlarım bilir, çok sulugözümdür ve drama gelemem, hemen ağlarım. Fakat bu film beni ağlatmadı. Evet çok üzdü ama ağlatmıyor. Çünkü duygu sömürüsü yapmıyor film, en karanlık sahnede de Precious'un hayallerine kaçıyoruz onunla birlikte. Bu da gayet başarılı. Film bittikten sonra bir kaç gün etkisinden çıkamayabilirsiniz. 70 ödüllü bu film kesinlikle izlenmesi gerekenlerden. 8/10
Beercholic
0 Yorum :
Yorum Gönder