23.10.2009

Five Minutes of Heaven [2009]

Bugün benim açımdan güzel bir gündü. Şöyle ki, hayatımda ilk defa iksv’nin düzenlediği filmekimi’ne yani sonbahar film haftası’na gitme şansım oldu. Biletimi çıktığı gün almıştım. Sabah erken uyanıp, önce tren, sonra vapur, sonra da metroyu kullanarak istiklal caddesi’ne çıktım. 13.30 seansındaki, az sonra yazacağım filme girdim. Film bitince de biraz caddeyi dolaşıp, bir şeyler yiyip, içip, aynı araçlarla seyahat ederek eve döndüm. Her şey çok güzeldi ama film o kadar iyimiydi? Orası muamma işte…

Kuzey İrlanda’da 1975 yılları, başkent Belfast’ta iç savaş hakim. Protestan, İngiltere ile birleşme yanlısı Ulster Gönüllüleri ile Katolikler çarpışıyor. 17 yaşındaki Alistair Little (Mark David), sadece üzerine ‘bir Katolik öldürdü’ etiketini yapıştırıp sokaklarda ‘erkek’ gibi gezmek amacıyla Katolik olan Jim Griffin’i (Gerard Jordan) öldürür. Cinayetin görgü tanığı, Jim’in 9 yaşındaki kardeşi Joe’dur. Joe’nun annesi, çocuğun, abisini öldürmesine rağmen neden ona, onu engellemediğini söyleyip, bütün suçu Joe’ya yükler. Joe 33 yıl boyunca cinayeti görmenin ve engelleyememenin, üstüne üstlük annesinin nefretini kazanmasının verdiği vicdan azabıyla yaşar.

33 yıl sonra Joe Griffin (James Nesbitt) evlenmiş, çoluğa çocuğa karışmış bir adam olarak karşımıza çıkar. Alistair Little (Liam Neeson) ise 12 yıl hapishanede cezasını çekmiş ve artık bu işlerden uzaklaşmış ve normal yaşantısına devam etmektedir. Bir gün reyting uğruna bir reality şov programı bu iki kişiyi buluşturmak ister ve olaylar gelişir…

Spoiler gibi gelebilir ama değil bence. Film asıl olarak bu anlattıklarımdan sonra başlıyor ve her şey ayrıntılarda gizli. Joe’nun da, Alistair’in de kendine ait hikayeleri var ve 33 yıl boyunca neler yaptığını dinliyoruz. İkilinin karşı karşıya geldiği anda da inanılmaz bir adrenalin pompalanıyor vücudumuza.

Açıkçası film bana çok kısa geldi. Yani sürükleyici demek oluyor bu. Evet 90 dakika ama, yarım saatte bitmiş gibi hissettim. Yine de sıkıcı birkaç kısım var, ufak ta olsa. Özellikle uzun cümleler ve ağır İrlanda-İngiltere aksanı hakim filme. Bunlardan hoşlanmıyorsanız daha da sıkıcı gelecektir. Neyse ki ben İngiliz aksanının büyük bir hayranı olduğum için zevkle izledim.

‘Der Untergang’, ‘Das Experiment’ ve ‘The Invasion’ filmlerinin de yönetmeni olan Olivier Hirschbiegel yine iyi bir iş çıkartmış. Zaten film 2009 Sundance’te Dünya Sineması Yönetmen ve Senaryo ödüllerini kazanmış. Oyunculuklara laf yok. James Nesbitt inanılmaz bir performans çıkarmış. Tek kelimeyle İ-NA-NIL-MAZ! Liam babaya zaten laf edersek çarpılırız ama bu filmde şovu Nesbitt kapmış. Filmin sonu biraz sade ve açıkçası bu da çok iyi ilerleyen filmin bu kötü sonla bitip, vasat olması demek bana göre. Daha çarpıcı bir son olsa puanım çok daha iyi olacaktı ama sadece sonunu beğen-e-mediğim için çok puan kırıyorum.

Araya ‘filmekimi’ni sıkıştırayım. Güzel bir organizasyon, ama yetersiz. Altyazı olayı güzel, ekstra küçük bir perde koymuşlar ve altyazı filmin altından değilde o perdeden geçiyor. O güzel. Ama mesela ‘Das Weisse Band’ filminde Almanca konuşulurken alttan geçen İngilizce orijinal yazılar okunmamış. Yine bir eksiklik var yani. Ses sistemi sorunlu, görüntü sistemi sorunlu. Yaklaşık 3-4 dakika sessiz izledik filmi bugün. Görüntüde de sürekli zıplamalar, oynaşmalar. Ben yine pek bir beklentiyle gitmedim, fazla batmadı. Hatta oturduğumda çok sevindim, bulutlarda uçtum adeta. Çünkü 1. sıra 31. koltuktu biletim ve en önde oturacağımı sanıyordum. Halbuse 1. sıra en arkaymış, çok ta güzel bir yerdi. Ama biraz önce bahsettiğim sıkıntılar, eminim pek çok sanatsevere batmıştır.

Filme dönelim. Güzel bir hikaye, saf bir hikaye, acıklı bir hikaye. Saçma sapan bir amaç uğruna yuvaları yıkılan, yıllarını vicdan azabıyla geçen insanların olduğu bir hikaye, geleceğinizi belirlemek için geçmişinizle yüzleşmeniz gerektiğini hatırlatan bir hikaye. Dediğim gibi sonu yakışmamış bence. Onun dışında beğendim. 10/7

Beercholic

22.10.2009

El Laberinto Del Fauno [2006]

“evvel zaman içinde uzun çok uzun zaman önce
hiç yalanın ve acının olmadığı bir yeraltı bir yeraltı krallığında
insanların dünyasını düşleyen bir prenses yaşarmış
mavi gökyüzünü, hafif bir meltemi ve günışığını hayal edermiş
günün birinde
muhafızları atlatan prenses saraydan kaçmış
fakat dışarı çıktığında güneşin parlaklığı onu kör etmiş
ve geçmişine ait her kırıntıyı hafızasından silmiş
nereden geldiğini ve kim olduğunu unutmuş
vücudu soğuktan hastalıktan ve acıdan mustarip olmuş
en nihayetinde ölmüş...”

İki farklı konusu var bu İngilizceye ‘Pan’s Labyrinth’ olarak çevrilen filmin. Biri realizmi, diğeri sürrealizmi simgeliyor. Gerçek hayatta İç Savaş’tan hemen sonra Franco rejiminin sürdüğü İspanya’dayız. 1944’ün Mayıs ve Haziran ayları. Başroldeki küçük kızımız Ofelia (Ivana Baquero), annesi Carmen (Ariadna Gil) ile beraber üvey babası, Franco’nun en büyük destekçilerinden, faşist yüzbaşı Vidal’in (Sergi Lopez) yanına gidiyor. İç Savaş sona ermiş ama geride kalan solcular hala direniyor. Üvey babası savaş halinde, annesi ise hamile ve hastayken Ofelia bu tatsız çocukluk günlerini, heyecan veren hayal dünyasıyla birleştiriyor. Bu da sürrealizm oluyor. Gerçek dünya ile bir peri masalını andıran hayal dünyası şaşırtıcı bir şekilde paralel ilerliyor ve ortaya da bu mükemmel masalsı film çıkıyor.

Yönetmen Guillermo Del Toro mükemmel bir iş çıkarmış. Daha önce Hellboy ve Blade II filmlerinde de görselliğe önem vermiş ama bizleri korkutmuştu. Bu sefer fantastik ögeler tavan yapmış durumda. Aynı zamanda gerçekte yaşananlar ile kızın hayal dünyası öylesine paralel ilerliyor ki, bu ürkütücü masalı izlerken ağzınız açık kalıyor.

Filmin anlatmaya çalıştığı en önemli şeylerden biri, iyiler iyi, kötüler de kötüdür. Bir ortası yok, olamaz. Gerçekte de, masalda da bu böyledir. Hatırlıyorum da Türkiye’de vizyona girdiğinde öyle tanıtılmıştı ki insanlar çocuk filmi falan sanmıştı, alakası yok. Zaten çok şiddet içeren sahne var filmde. Makyajlar mükemmel, filmin ninni tadındaki resmi müziği de harika. İzlediğiniz gün kulaklarınızdan çıkmayacak derecede kalıcı. Asla unutamayacağınız, duygusallık kokan, eşsiz, saf bir ninni.

Avrupa Sineması’nı pek izlemem demiştim Comme Une Image’yi yazarken. Ancak o filmi ve bu filmi izledikten sonra diyorum ki; “Allah’ım ne büyük bir hata ediyormuşum ben!” kesinlikle Avrupa’da büyük cevherler olduğunun kanıtı bu İspanyol filmi. Oyunculukların hepsi birbirinden mükemmel. Sergi Lopez’i gerçekten de faşist bir yüzbaşı, Ofelia’yı gerçekten de hayal dünyası zengin bir çocuk, Mercedes’i oynayan Maribel Verdu’yu gerçektende kendi içerisinde kararsız kalmış bir hizmetçi olarak düşünebiliyorsunuz. Yani hiç rol yapıyorlar havası yok. Sanki kendileri oynuyorlar filmi. Bu kadar güzel filmde, oyuncular amatörce oynasa, filmin içine edebilirlerdi ancak o kadar mükemmel oynamışlar ki, film sınıf atlamış.

6 dalda Oscar’a aday oldu ve en iyi Sinematografi, en iyi Sanat Yönetmenliği ve en iyi Makyaj dalında ödül aldı. Ayrıca Cannes Film Festivali’nde film bittikten sonra sanatseverler 22 dakika, aralıksız tam tamına 22 dakika alkışlamış bu filmi. Ve bu film bunu, belki de çok daha fazlasını hak ediyor.

İzlediğim en gerçekçi ama aynı zamanda en masalsı filmlerden. Düşünüyorum da, son zamanlarda bu kadar güzel bir film izlediğimi, bir filmin beni bu kadar derinden etkilediğini hatırlamıyorum. Başlığındaki “What happens when make-believe believes it's real?” sözü filmi kısaca özetliyor. Bir sinemaseverin asla ama asla kaçırmaması gerektiği… 10/9

Beercholic

21.10.2009

Get Over It [2001]

3 gündür okulu ekişimin –ekiş deyince bir hoş oluyor insan- ardından Salı günü okula uğramalıyım diye düşündüm. Belki kampüsün havası iyi gelmedi, ya da 1 buçuk saatlik yolculuk boyunca –git gel 3 saat- bangır bangır müzik dinlememden dolayı akşam eve geldiğimde başımın inanılmaz derecede ağrıdığını söyleyebilirim. Dolayısıyla erken yatmak istedim. Yayın akışına baktığımda bugünün cnbc-e filminin ‘Get Over It’ olduğunu gördüm. IMDB’de 5.5 almış, gece kalkıp izlemeye değmez o zaman dedim. Aslında filmleri IMDB notuna göre izleyip izlememezlik yapmıyorum tabii ki, ama gerçekten çok yorgundum. Sonra oyunculuklara baktım ve Kirsten Dunst ismini gördüm. Tabii saati kurup yattım ve şimdi yazıyorum.

Tanınmamış bir yönetmen (Tommy O’Haver-ilk filmi), tanınmamış oyuncular ve Kirsten Dunst. Berke adlı genç çocuk (Ben Foster) uzun zamandır, aynı zamanda çocukluk arkadaşı olan Allison (Melisa Sagemiller) ile çıkıyordur. Bir gün Allison, aralarındaki elektriğin bittiğini düşünür ve Berke’den ayrılır. Berke sevgilisi tarafından terk edildikten sonra onu geri kazanmak için elinden geleni yapar. Bu işte de kendisine yardımcı olan kişi, en iyi iki arkadaşı Felix (Colin Hanks-Tom Hanks’in oğlu) ve Dennis’ten (Sisqo) Felix olanının kız kardeşi Kelly’dir (Kirsten Dunst). Bu arada Allison’da kendine Striker (Shane West) adında yeni bir sevgili bulmuştur. Zaman içinde Kelly, Berke’nin kalbini çalınca ortalık karışır.

Klasik bir gençlik komedisi. Hem de çok klasik. Hatırlıyorum da o zamanlar bu tip gençlik filmlerinin patlama yaptığı dönemlerdi. Hatta Kirsten Dunst’un da bu tür filmler için en aranılan isim olduğu dönemler. Lise. Genç erkekler, genç kızlar. İşte gerçek aşkı aramaya çalışan insanlar. Flörtler. Hafif müzik, komedi, eğlence. Çok basit bir film. Film, nasıl biteceğini 1. dakikasında gösteriyor. Sevgilinizle gideceğiniz ideal filmlerden. Yanına bir de müzikal basmışlar, daha sonra çıkacak ‘High School Musical’ serisi gibi olmuş.

Oyunculuklara gelirsek. Berbat, yani biri hariç. Tabii ki tanıdınız. Zaten bu yüzden o yıldan sonra o filmden günümüze kadar gelen isim Kirsten Dunst. Tabii bir de ‘3.10 to Yuma’ remake’inde kendini yeniden gösteren Ben Foster’ı unutmamak lazım. Neyse Kirsten’e dönelim. Bu sektöre 10 yaşlarında adımını atmış bir kız. ‘Interview With the Vampire’ filmi akıllara geliyor hemen. Ama ben asıl olarak ‘Spider Man’ ile tanıdım. Ve o günden beri inanılmaz bir şekilde aşığım. Bunları ‘How to Lose Friends & Alienate People’ yazarken de söylemiş olmalıyım. Oyunculuk anlamında kendini pek geliştirmemiş ve hep böyle fazla kaliteli olmayan filmlerde kalmış olabilir. Ama o bakışlar, o gülümseme, o mimikler falan bence inanılmaz. Çok seviyorum lan.

Neyse konudan kopuyoruz. Pişman olmadım. Ama büyük beklentileriniz olmasın tabii. Vakit geçer, eğlenirsiniz, ufak bir sahnede Carmen Electra'yı görür, mutlu olursunuz. Çok film var bunun gibi. Gerçekçi olalım. 10/5

Beercholic

20.10.2009

Cell Phones in Horror Movies: A Stupid Nuisance

Hep bende düşündüm.Acaba hayatımızda cep telefonları olmasaydı, biz filmlerde ve dizilerde en yaygın biçimde haberleşme aracı olarak kullanılan cep telefonları yerine neler yapardık diye.

Bunun yanında dikkat ederseniz, filmlerin hep en önemli sahnelerinde, en gereken sahnelerde cep telefonu çekmez, kapsama alanı dışında olur ve ondan sonrada olanlar olur.Bu artık gerçekten sıkıcı bir noktaya gelmeye başladı.Hazır bunları düşündüğüm bir zaman diliminde aşağıdaki gibi bir yazı geçti elime ve bende hemen orjinal haliyle paylaşmak istedim...

Just a few days ago my good friend Peter Martin asserted that we should prohibit cell phone usage within movie theater auditoriums. I'd like to take that idea one step further: Let's also eliminate all cell phones from horror films. Why? Because, as the following video clearly (and amusingly) indicates, a cell phone in a horror film is about as useful as a condom in a vasectomy clinic.

Pity the poor screenwriter who must "isolate" his horror film characters for story purposes. And check out how lazy most of 'em are when it comes to taking cell phones out of the equation. ("Ugh, no bars! No signal!") Also, you ever notice how cell phones never work properly in horror movies -- except when it's a horror movie about haunted cell phones? Then you get all the damn signal you want, right?

İlgili Video Linki:
http://www.youtube.com/watch?v=XIZVcRccCx0

19.10.2009

The Uninvited [2009]

2003 yılı, Güney Kore yapımı Janghwa, Hongryeon (A Tale of Two Sisters) filminin yeniden çekilmiş hali. Orijinalini izlemedim. Bu filmi de ilk başlarda korkmak için alıp izlemiştim, yer yer korkutsa da tam olarak korku filmi diyemeyiz. Daha çok gerilim ve gizem filmi götüren ögeler. Ayrıca heyecanlı ve sürpriz denilen son 10 dakikasında da DVD’nin azizliğine uğradım. Internet’ten kalitesiz bir şekilde izlemek zorunda kaldım. Gereksiz bilgi olarak vermesem ölürdüm.

Anna (Emily Browning) şizofrenik, yarı akıl hastası bir kızımızdır. Annesinin ölümünden sonra kaldırıldığı psikiyatri kliniğinden eve geri dönmüştür. Fakat evde Anna’nın hiç beklemediği bir olay gerçekleşmiştir. Babası Steven (David Strathairn), kendisine Rachel (Elizabeth Banks) adında yeni bir eş bulmuştur. Anna ve ablası Alex (Arielle Kebbel), Rachel’da bir değişiklik olduğunu fark eder. Rachel’ın aslında kim olduğunu araştırırken aynı zamanda annelerininde ölümüne sebep olan yangını kimin çıkardığını bulmaya çalışırlar.

Film başından sonuna kadar Anna ile ablası Alex’in Rachel ve annesinin ölümü ile ilgilenmelerini konu alıyor. Yer yer korkutsa da, korku ögeleri diğer korku filmlerine göre fazla değil. Ama bu demek değil ki izlediğiniz zaman gerilmiyorsunuz. Filmden çok filmin sürpriz sonu konuşuluyor her yerde. Bende izlemeden önce biraz araştırma yapmış ve bir yerlerde ‘Sonunu tahmin edemeyeceksiniz, çok pis vuruyor.’ Tarzı yorumları görmüştüm. Dolayısıyla filmi izlerken sonu hakkında akla gelmeyecek tahminler yürütmeye çalıştım ve aslında biraz mantıklı düşünüp tahminde bulunduğunuzda sonunun çok ta sürpriz olmadığını fark ediyorsunuz. Şimdi yazacaklarım hafif spoiler içerir aman diyim. Biraz Fight Club’a, biraz Sixth Sense’e benzemiş. Ama onlar kadar başarılı, onlar kadar vurucu değil kesinlikle.

Emily Browning gayet iyi oynamış Anna rolünü. Aslında çok kolay olmayan bir rol bu. Diğer oyunculuklarda idare eder. Arielle Kebbel hepsinin yanında biraz sırıtmış sadece. Birkaç basit hata da gözüme çarptı filmde. Mesela Anna, şerifin yanına gidiyor ve ona çok uzun yıllar önce suç işlemiş bir mahkumun ismini söylüyor. Şerif beyimizde hemen hatırlıyor. O güne kadar bilmemkaçbin tane suçluyla uğraşan şerifin o mahkumu hemen hatırlaması ilginç gerçekten. Veya başka bir sahne. Anna ile Alex, Anna’nın erkek arkadaşıyla buluşacak. Erkek arkadaşı gelmiyor. Anna ile Alex eve geri dönüyor. “Acaba niye gelmedi?” muhabbeti yapıyorlar. 2008 –filmde- yılındayız. Teknoloji yılı. Kızım cep telefonunuz yok mu sizin? Arasanıza, “oğlun niye gelmiyorsun?” desenize. Bunlar basit gibi görünse de önemli ve yapılmaması gereken hatalar. Gerçi bu son hatanın filmin sonuyla da bir alakası var ama neyse.

Orijinali daha güzel diyorlar, bu onun yanında olmamış. Başarısız bir remake diyorlar. Korkutmuyor diyorlar, doğrudur. Orijinalini izlediyseniz, izlemeyebilirmişsiniz fark etmez. Ancak izlemediyseniz, sadece o 3 güzel kızımız için izlemeye değer. 10/6

Beercholic

18.10.2009

The Air I Breathe [2007]

Dört farklı hayatı ancak bu kadar aptal ve saçma olarak birleştirilir demek isterdim.Aslında dememem, bu fikre katılmadığımı göstermez ama bu filme karşı bu kada acımasız olmamaya karar verdim ve bir inceleme yapmak gerekitiğini düşünüyorum.Hadi başlayalım hemen.

Öncelikle 4 hikaye diyoruz.Nedir bunlar.Bir adam bankada çalışmaktadır ve artık başarıdan daha fazlasını arıyor.Bunun için bir bahis oynar ve kaybeder.Keşke oynamasaydı.Daha sonra inanılmaz bir boka batar ve kurtulmaya çalışır.Kurtulmak isterken daha felaket olaylar olur.Bu bahsettiğim hikaye filmin en sıradan hikayesiydi.Bunu hikayeden sayarsak eldekilerin sayısı 5 e çıkar.Ama saymamayı tercih ediyorum.

Diğeri ise ufaklıkta kardeşini bilmeden öldürmüş ve birtip değişik özelliklere sahip olan bir adam.Bir sonraki paragrafta bahsedeceğim kötü karakterin yanında çalışan biri.Hayatında bir takım zorluklar var ve bunları kendince atlatmaya çalışıyor.İnanılmaz derecede sütü kapalı olarak anlatmaya çalışıyorum çünkü eğer sorunlarını yada kötü adamı size anlatmaya kalkarsam filmin anlamı kalmaz.

Kötü adam ise kötü adam.Her türlü kötülüğe sahip ve filmin odak noktasındaki karakter.

Şarkıcımız ise genç ve yeni yeni şöhretle tanışıyor.Başarı herzaman para ver iyi insanlar getirmez etrafınıza.İzlemeniz gerekiyor.

Son olarak filmin ilk 1 saat 10 dakikasında ortalıkta olmayan bir karakter.Doktor olarak giriyor hikayemize ve direkt olarak diğer saydığım 3-4 olayla bağlantısı var.Çok zor bir durumda kalıyor ve diğer hikayedeki karakterlerden bazılarına ihtiyacı oluyor.

Yapabilceğimin maksimumunu yaparak sizlere fazla kopya vermeden karakterleri tanıtmaya çalıştım.Film hakkında söylencek şeylerden bahsedelim.Bazı kusurlar vardı filmde.Öyle tesadüfler oluyor ki, akıl sır erdiremiyorsunuz.Hani bu tarz filmler gayet normal olarak tesadüfler üzerine kurulmuş oluyor ama bu kadarı biraz fazla abartılmış.Biraz daha mantık çerçevesi sınırlarında yapılsa tadından yenmezmiş.

Hikayeler arasındaki geçiş mükemmele yakın.Filmin sona doğru gittikçe çözülmeye başladığını söylememe gerek yok.Senaryoda herhangi bir delik yoktu.Gayet güzel olarak işlemiş.Hazır senaryodan bahsetmişken buradan söyleyim, 90 dakika biraz kısa olmuş gibi.Hani yukarıda bahsettiğim gereksiz rastlantılar yerine filmi biraz daha uzatıp adam gibi bağlantılar kurabilirlermiş.

Ayrıca filmde öyle bir kopya vermişler ki, eğer bu tarz filmleri çok seviyorsanız ve takip ediyorsanız mutlaka yakalayabilirsiniz.Çok dikkatli olunması gereken bir sahne var.Benim gibi (istemeden) orayı yakaladığınız zaman, doktor sahnesi ekrana girdiği anla alakayı oradan kurabilirsiniz.İnanılmaz bir rastlantı olmuş ama güzeldi.

Seçkin oyunculardan kurulu bir kadro var elimizde. Brendan Fraser, Andy Garcia, Sarah Michelle Gellar, Forest Whitaker, Kevin Bacon gibi oyunculardan oluşuyor.Bu tür filmlerde oyuncu performanslarından bahsedemezsiniz çok fazla ama bişeylerden bahsetmek gerekiyor.Bacon'un rolü çok kısaydı ama o karambolde resmen döktürmüş.Aynı zamanda filmin çok büyük bir kısmını kapsayan Garcia rolünün gerekliliklerini inanılmaz yerine getirmiş ve bizleri mutlu etmiş..

Fazla söylenecek bişey yok.Birleştirme senaryoları seviyorsanız bu film tam size göre.Ben çok seviyorum ama filmden istediğim keyfi alamadım.Gereksiz raslantılar, kısa süresi, bazı sahnelerde oyuncuların fazla öne çıkması vb nedenlerden dolayı vereceğim not en fazla 10/6 olabilir.İyi denemeler size...

UnjustLucifer

17.10.2009

Funny People [2009]

Perşembe günü saat 15.00 da Teknik Resim, 17.00 da Türk Dili dersim vardı. Ama insanlar değişkendir. Bir anda içinizden gelen sesi dinlersiniz ve kararlarınızı değiştirirsiniz. Bende okula gidecekken bir anda içimden gelen sesi dinledim ve sinemaya yöneldim. Fazla seçeneğim yoktu, Funny People’ı tercih ettim…

Geçmişte başarılı bir komedyen olan George Simmons (Adam Sandler) artık hayatının ikinci ve geçmişteki gibi başarılı olmayan dönemine girmiştir. Ailesiyle ilişkisi bitmiş, yalnız ve bencil biri olarak yaşamını sürdürmektedir. Bir gün doktor ona lösemi hastası olduğunu söyler. Kurtulma oranı ise sadece %8’dir. Bunun üzerine George, hayatının son dönemlerini yine eskisi gibi yaşamak ister. Eskisi gibi stand-up yapmak ve iyi para kazanmak ister.

Ira Wright (Seth Rogen), Leo Koenig (Jonah Hill) ve Mark Taylor Jackson (Jason Schwartzman) aynı evde yaşayan ve komedyen olmak isteyen üç gençtir. Bir gün Ira ile George’un hayatı bir stand-up gösterisinde kesişir. George yıllar sonra ilk kez çıktığı sahnede insanları güldüremez ve Ira ondan sonra çıkıp onunla alay eder. Ertesi gün George, Ira’yı arar ve Ira ile Leo’nun ona yardımcı olmalarını, ona asistanlık yapmalarını ve espri yazmalarını ister. Ira, George ile telefonda konuşurken Leo’nun işi olduğu yalanını uydurur ve teklifi tek başına kabul eder. George bir yandan gösterilere çıkmaya başlarken, diğer yandan da hayatındaki hataları telafi etme çabasındadır. Buna eski eşi Laura’da (Leslie Mann) dahildir.

Pek çok kez birlikte çalışmış kaliteli bir ekip. Forgetting Sarah Marshall, Knocked Up, Superbad ve 40 year old Virgine filmlerinde de bu isimler vardı. Yönetmen Judd Apatow ve oyuncular Seth Rogen, Jonah Hill, Leslie Mann. Bu sefer onlara Eric Bana ve tabii ki Adam Sandler eklenmiş. Ortaya da yer yer komedi içeren ama genelinde dram hakimiyeti altında olan bu 140 dakikalık film çıkmış.

Evet 140 dakika. Gerçekten çok uzun. Bazı filmler vardır böyle 2 saat, 3 saat sürer ama hissettirmez. En iyi örneği birkaç ay önce izlediğim The Curious Case of Benjamin Button. Ama bu film bayıyor. Filmin en kötü yanı, uzun olması. Arada gereksiz bir çok sahne var, gerçekten. Bu kadar kaliteli bir kadro daha mantıklı düşünüp filmi bu kadar uzun tutmayabilirdi, gerek yoktu yani.

Oyunculuklara lafım yok. Adam yine mükemmel bir iş çıkarmış. Bu adam bir erkeğin bile aşık olabileceği seviyede sempatik, ya da bana öyle geliyor, eheh. Leslie Mann’i de 17 Again’de izlemiştim. Bu sefer daha fazla rol üstlenmiş ve hakkıyla yerine getirmiş. Eric Bana’da iyi gitti bu filme. Jonah Hill, Seth Rogen, Jason Schwartzman ve hatta Daisy karakteriyle Aubrey Plaza’da hiç sırıtmıyorlar. Apatow’un kızları Maude ve Iris’de çok şirinler hakikaten. Aynı zamanda kısa da olsa filmin bir sahnesinde Eminem’i, Sarah Silverman’i ve Ray Romano’yu görüyoruz.

Son olarak bu filmden alabileceğimiz en önemli bilgi hayatlarını komedi yaparak kazanan insanların, ya da bir şekilde halk arasında ünlü olan insanların özel hayatlarında ne gibi zorluklar yaşadıklarını görebiliyoruz diyebilirim. 140 dakika uzun, bazı espriler bayat ama Judd Apatow ve Adam Sandler işbirliğindeki bu film izlenir. Hem de bayağı bir keyif alınır. Geriye dönüp baktığımda Perşembe günü yaptığım tercihten hiç te pişman değilim. 10/7

Beercholic

16.10.2009

Twister [1996]

Hemen konuyla giriyorum. Küçük yaşta ailesini ve evini bir fırtınada kaybeden Jo (Helen Hunt) büyüyünce hortumların sırlarını arayan ve hortum oluşmadan insanları uyarmayı amaçlayan bir bilim kadını olmuştur. Kendi çapında bir ekip kurmuş ve hortumları, fırtınaları araştırmaya başlamıştır. Grubun eski üyesi, Jo'nun eski eşi Bill (Bill Paxton) ise geçmişte bu işlerden sıkılıp bu gruptan ayrılmış ve bu insanlara göre tamamen ters olan Melissa (Jami Gertz) ile evlenmiştir. Ancak ekibin yanında kalınca bu hayatı özlediğini fark eder. Hortumlar çıktıkça Bill ve Jo önderliğindeki ekip onlarla savaşır. Sadece onlarla değil, rakip firmayla da savaşmak zorundadırlar.

Speed filminin de yönetmeni olan Jan de Bont, tıpkı o filmdeki gibi burada da aksiyonu, tempoyu 1 dakikaa bile düşürmemiş. 110 dakika boyunca hızlı tempo bir film izliyorsunuz. Her hortumda geriliyorsunuz. Özel efektler mükemmel gerçekten. İlginç bir şekilde IMDB'de en çok hasılat yapan filmler sıralamasında $494,700,000 ile 69. sırada. Uçan inekleri unutmak mümkün değil ayrıca.

Oyunculuklar o kadar da iyi değil aslında. Helen Hunt, aksiyon sahnelerinde iyi ama diyaloglarda başarılı değil. Jami Gertz'te gerçeklikten uzak geldi bana. Bill Paxton vasatı aşmış neyse ki. Aynı zamanda Lost'un Faraday'i Jeremy Davies'i yine bilim adamı rolünde görmek eğlenceli. O zamanlar 27 yaşında tabii. Ama hareketleri, mimikleri şimdikiyle tıpa tıp aynı. Nip Tuck'ın Bobolit'i Joey Slotnick'te Joey'i oynuyor.

Film bir kaç mantık hatasını da barındırıyor. En göze batanı da F5 büyüklüğündeki evleri, ağaçları yerinden söken, tırları havaya kaldıran hortumun, başrol oyuncularımızın tutunduğu demiri sökememesi ve kahramanlarımızın hortumun içinden geçip kurtulmaları. Burada biraz mucize devreye giriyor tabii. Gerçekçilikten uzaklaşıyor film.

Bazı görüntüler var ki uzun süre unutamam. Hortumların uzaktan gösterilmesi anı, Oklahoma'nın geniş ovaları, kırları gibi sahneler mükemmel. Hortumlara yaklaştıkça çok büyük bir gerilim oluyor dediğimiz gibi, ve yine dediğimiz gibi tempo hiç düşmüyor. Ara ara kendini tekrarlasa da film sürükletiyor. Güzel bir aksiyon, yer yer drama ve gerilim ve özel efektler. Hem de 1996 yılında! İzlemeye değer! 10/6

Beercholic

15.10.2009

Comme Une Image [2004]

Aslında pek yapmadığım bir işi yaptım az önce. Uyku tutmadı, televizyonda film izlemem, yani pek fazla izlemem. Böyle saçma kurallarım vardır, uzun süredir bilgisayarda yada laptopta da izlemiyorum. Sadece DVD’de izlerim, genelde. Bu kuralımı çiğnedim. Bir de pek fazla Avrupa Sineması izlemezdim. En son izlediğim ve tek hatırladığım film Lilja Forever’dı. Onu da cnbc-e’de izlemiş, sonra çok beğenip, netten indirip bilgisayarda bir kez daha izlemiştim. Az önce cnbc-e’de Fransız Sineması’nın bu filmini izledim. Düşünüyorum da, iyiki izlemişim.

Fransız oyuncu/yönetmen Agnés Jaoui yazmış ve yönetmiş. Bununla da kalmayıp oynamış. Türkçe anlamı “Bana Bak” olan –bazı yerlerde “Resim Gibi” geçiyor- bu film 2004 Cannés Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışmış ve en iyi senaryo ödülüne layık bulunmuş.

Konumuz şöyle; Başrolde ünlü bir yazarın kızı olan Lolita (Marilou Berry) var. Kızımız şişmanlıkla obezlik arasındaki ince çizgide yürüyor. Mükemmel derecede bir sese sahip ve en iyi yaptığı iş şarkı söylemek. Kendiyle barışık değil ve babasının kendisiyle hiç ilgilenmemesi dolayısıyla ondan nefret ediyor. Bu arada babası olan ünlü yazar Etienne Cassard’ı ise filmin diğer bir senaristi olan Jean-Pierre Bacri canlandırıyor.

“Bu başka birinin hayatını yaşıyor olsalar ne yapacağını çok iyi bilen, ama kendileri ne yapacağını bilemeyen insanların öyküsü…” filmin tagline’ı, filmi çok iyi anlatıyor aslında. Yönetmen Lolita merkezinde insanların ne kadar bencil, ne kadar kendilerini düşünen yaratıklar olduğunu anlatmış bizlere. Bir şekilde herkes çıkarları için yaşıyor bu dünyada. Çoğu insan kendisine verdiği değeri bir başkasına veremiyor. Ya da bir başkasına sınırlı olarak, menfaat amaçlı veriyor o değeri veriyorsa da. Yönetmen bunu gözümüze sokmaya çalışmış ve bunda başarılı olmuş. Ancak filmin sıradan olduğu gerçeğini değiştirmiyor yine de.

Spoiler’a girebilir. Lolita’yı insanlar, babasının ünlü bir yazar olduğunu öğrenince sevmeye başlıyorlar. Ve onu kullanıyorlar. Onun müzik hocası olan Sylvia’da, babasının en sevdiği yazar olduğunu duyunca, kıza daha da yakınlaşmaya başlıyor, dolayısıyla babasına da yakınlaşmaya başlıyor ve anlıyor ki babası bir hiç. Evet ünlü yazarımız gerçekten hayatında bir pislik olarak yaşıyor. Kendinden başkasına –kızına bile- değer vermeyen bir hiç. Bu da sürekli sinirli olmasına ve insanlarla geçinememesine yol açıyor. Yönetmen burada da “İnsanların göründüklerinden farklı bir yanı” olduğunu vurguluyor ayrıca.

Oyunculuklara değinmek istiyorum ama sağlıklı olmayabilir. Sonuçta sabahın 5’i ve film Fransızca. Yani bilmediğim bir dil. Mimikleri tam anlayamıyorsunuz bilmediğiniz bir dilde film izlerken. Ama yine de dikkatinizi çeken şeyler oluyor. Hem yönetmen, hem yazar hem de aktris dediğim Agnés Jaoui gerçekten mükemmel oynamış. Yani hepsinin arasından en çok o çarptı benim gözüme. Bir de güzelliğiyle Virginie Desarnauts. Diğer karakterlerde sırıtmıyor ve iyi eşlik ediyorlar. Müzikleri de gayet güzel bir film.

Bu kadar artısına rağmen dediğimiz gibi sıradan bir film gibi geldi. Yani ne bileyim, yer yer çarpıcı sahneler var ama genel olarak baktığımızda çok ta derinden etkilemiyor bu film insanı diyebiliriz. Yine de izlenmeye değer, hele de Avrupa –Fransa- Sinemasına merakınız varsa. 10/6

Beercholic

12.10.2009

Issız Adam [2008]

Kaliteli bir yönetmen ve henüz fazla tanınmamış iki oyuncunun başrol oynadığı bir aşk hikayesi. Kısa süren bir aşk hikayesi. Klasik bir Çağan Irmak yapımı diyebiliriz. İlginçlikler dolu, bol gel-gitli, zaman zaman sevinç, zaman zaman hüznü bir arada yaşadığımız ve izlerken sıkılmadığımız bir aşk hikayesi…

Hemen konuya giriyorum. Alper, düzensiz bir hayatı olan, İstiklal Caddesi’nde elit bir lokanta sahibi, 45lik plaklarda 60 ila 80li yıllar arası türk pop müzikleri dinleyen, genellikle tek gecelik –hiçbir geceyi boş geçmemek kaydıyla- ilişki yaşayan, kimseye ait olmak istemeyen, kimsenin de ona bağlanmasını istemeyen, 30larında yakışıklı bir adam.

Ada ise yine 30larında, ama hayatta yaşanacak –gerekli- ne varsa yaşadığını düşünen, kendi çapında minik bir dükkanı olan, ailesinin uzağında –tıpkı Alper gibi- yalnız başına yaşayan, ortalama bir güzelliğe –bana göre tabii- sahip, kitap düşkünü bir kız.

Bir gün bu ikili karşılaşıyor ve olaylar başlıyor. Sonra öyle bir akıyor ki film, ne olacağını tahmin etseniz de sizi sıkmıyor, ekran başından kaldırmıyor. Senaryo idare eder, oyunculuklar vasat. Yani vasat demeyeyim de, çünkü mimik konusunda iki oyuncuyu da çok başarılı buldum ancak konuşmalar biraz yapay gibi geldi. Ne bileyim doğallık yok işte, başarılı oyuncular filmi, bir film değilde gerçekmiş gibi hissettirirler, ben bu filmi, diyalogları izlerken hissettim mekanda kamera falan olduğunu. Ve onları düşününce de film izlenmez hale gelir, bileniniz vardır. Mesela henüz başlarda bir telefonla konuşma sahnesi var ki, aman Allah’ım. Sanki replikler ezberlenmiş gibi, adam sözünü bitirmeden, telefondaki kız onun ne diyeceğini bilip cevapları sıralıyor, ve sonra da adam ona aynı şekilde karşılık veriyor. Ben hayatımda telefonda bu kadar hızlı konuşan insanlar görmedim yani. Neyse Melis Birkan’da, Cemal Hünal’da önü açık isimler. Yalnız biraz geç girmişler sanki bu sektöre.

Onun dışında müzikleri çok iyi bu filmin. Yani bu filmden sonra bir “Anlamazdın” manyaklığı oluştu zaten herkesin bünyesinde, onu biliyoruz ama diğer müziklerde çok çok iyi ve tam zamanında giriyor. Mesela bir Une Belle Historie giriyor ki off off. Çağan Irmak bunu “Çemberimde Gül Oya” filminde de kullanmıştı…

Sonu ayrı bir vuran, başından sonuna kadar zevkle izleyeceğiniz, bitti mi yüzünüzde değişik bir tat bırakacak, güzel bir aşk hikayesi. 10 üzerinden 7 veriyorum.

Beercholic

8.10.2009

Vali [2008]


Türk sineması baya bir döktürmeye başladı 2008 ve 2009 senelerinde.Gerçekten gayet güzel eserler ortaya çıkıyor.Özellikle yaşanan gerçek olayların, daha doğrusu gerçekte yaşanan ve herkezin merak ettiği olayları ortaya çıkartan filmleri izlemek gayet hoş oluyor.

Bu filmde nasıl dolapların döndüğünü görüyorsunuz ve üzülüyorsunuz.Gerçekten izlenmesi gereken bir film.Konu; Denizli valisi Recep Yazıcıoğluna olanları izliyorsunuz.Klasik olarak bir kısım insanlar türkiyede doğal kaynak bulurlar.Daha sonra yabancıların buna yerleşmek istemesi ve buna izin vermeyen, şerefsiz denilebilcek bir kısma karşı tek başına ayakta duran bir vali.Gerçekten inanılmazdı.

Filmde çok güzel bir konusma geçiyor.Artık ne kadar güzel olduğunu tartışmak tabiki size kalıyor;
''Türk'lerin en sevdiğim özelliği herşeyi çok çabuk unutmalarıdır.''Buna daha fazla yorum yapmaya gerek yok.Bu tür konularada daha fazla girmeden hemen filmle alakalı olarak devame diyorum.

Aksiyon tarzına güzel bir şekilde bulaşmış film.Hani sıkmıyor.Her ne kadar işlenen konunun önemi ve ağırlığı düşünüldüğü zaman biraz kısa kalmış ama bu süreninde nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.Ama filmde bir sorun var.Bir türlü filmden zevk almayı başaramadım.Hani bir film gibi olmamış.İnanılmaz bir izlenim veriyor ama ben halen anlamadım tam olarak ne hissettiğimi.Bir dizinin uzun bir bölümü yada final bölümü olarak yapılmış gibi.Burada bir sorun vardı ve filme ısınamadım bir türlü.Siyaset kısmına daha fazla karışmadan oyuncu performanslarından bahsedelim hemen;

Erdal Beşikçioğlu'nun rolüne çok yakıştığını düşünüyorum. Şebnem Dönmez'i çok başarılı buldum bu filmde özellikle.
İsmail Hacıoğlu bildiğimiz gibi.Türk sinemasının yükselen değeri resmen.Daha öncelerinde idda ettiğim gibi çok iyi yerlere gelebilcek bir kapasitesi ve görünümü var.Çok sağlam duruyor ve gerektiği gibi davranıyor sadece.Çok özel birşey yapmasına gerek yok.Inanılmaz doğal gözükmesi zaten yetiyor.

Sonuç; karanlıkta kalmış ve çoğumuzun tam olarak bilmediği bir konu olduğunu düşünüyorum.Aynı ''Devrim Arabaları'' ni izledikten sonra oldugu gibi ''vay be'' dedirtiyor film.Herşeyin bu kadar basit olduğu bir ülkede yaşadığımızı bize bir kere daha hatırlattı.Bazı kalemlerin nasıl satıldığını , herşeyin göründüğü gibi olmadığını, bazı yerlere güzel göndermeler yapılmış.Notum 10/7 ...Biraz daha sinemaya benzetmelerini isterdim.

UnjustLucifer

6.10.2009

The Curious Case Of Benjamin Button [2008]

Güzel bir film olduğunu, slamdog ile çekişme yaşadığını, oscar aldığını ve Brad Pitt'i biliyodum.Ama bu kadar iyi olacağını ve bu kadar etkileyici bir film olcağını hiç düşünmemiştim.

Film,seksenli yaşlarında doğup, geriye doğru yaşlanan bir adamın hayatını konu alıyor. Benjamin Button hepimiz gibi zamanı durduramayan bir adamdır. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, 1918’de, New Orleans’tan başlayıp 21. yüzyıla uzanan serüveniyle, onun hikayesi herhangi birininkinden daha sıradışı bir hayatını anlatıyor bize.

David Fincher'dan her karesi ders niyetinde olan bir başyapıt. Senarist Eric Roth ile birlikte yazdığı senaryoda Scott Fitzgerald'ın öyküsünen uzaklaşabildiği kadar uzaklaşmış. Öykünün mizahi yanını önplana çıkarmak yerine elinden geldiğince ciddi ve dramatik bir filme imza atıyor. Bu noktada da Fitzgerald'ın öyküsüden ayrılıyor.

Bu tarz bir filmi daha önce hiç izlemedik, çünkü yoktu.İnsan hayatıyla alakalı bir sürü sci-fi film sayabilirim sizlere ama buda aynı bir önceki izlediğim film cast away gibi türünün tek örneği.Sinema güzel bir şekilde gelişiyor 2000 li yıllarda.Önceleri bağlama konuları izler olduk.Daha sonra 2003 lü yıllara geldiğimizde bitişten başa doğru gelen konuları izledik.2008 yılına geldiğimizde ise yaşlı olarak hayata gelen ve daha sonra gençleşip ölen bir insanın konu olduğu filmi izleme şansı bulduk.

Filmde Benjamin Button'a bakan insanların ona yaşına göre değil, bedenine göre davranıyorlar.Mesela ilk cinsel tecrubesini yaşamasını sağlayan Mike isimli adam, benjamin'in bir nevi baba figürü gibi bişey oluyor.Zaten filmin sonunda bunlara değiniyorsunuz.Herkez ona baktığı zaman sıradışı birşey olduğunu anlıyor.

Filmin ortaları biraz sıkıcı olmuş bunu belirtmek istiyorum.Sonuçta önünüzde 2 saat 46 dakikalık bir başyapıt duruyor.Her dakikasında aynı heycanı, aynı ilgiyi göstermeniz beklenemez sizden ama ortalara doğru baya durağanlaşıyor film.Bunu eklemek istedim.

Her eksiden bahsedeceğimiz gibi, bazı artılarıda görmemiz gerekiyor.Paris de bir sahne geçiyor.Hayatın sadece anlardan ibaret olduğunu ve zamanın ve olayların nasıl değiştirilemez olduğunu.Siz su anda sağ elinizi kaşındı.Sol eliniz ile sağ elinizi kaşımak için hamle yaptınız ve bu hamle sırasında su dolu bir bardağı yere düşürüp kırdınız.Eğer sağ eliniz kaşınmasaydı, asla o sol elle hamleyi yapmayacaktınız ve su dolu bir bardağı yere düşürmeyecektiniz.İşte verdiğim örnekteki gibi bir senaryo çok güzel bir şekilde anlatılmış ve alakasız olarak kalmamış.Şu anda size alakasız olarak gelebilir ama filme inanılmaz oturmuş.Bunuda eklemek istedim.

Hayatın her anından zevk alınması gerekiyor.Hani normal filmlerde bir insanın yada önemli bir şahsiyetin biografisini izlerken doğdugundan ölümüne doğru gider.Ama tersten işlenen konu garip geldi.İnanılmaz bir şekilde film izleyiciyi bağlıyor.Hani daha önce hiç görmediğiniz bir şeyi görmüş olmanın da büyüsü var içinde tabiki.Eğer bir çıkarıp yapmamız gerekirse;

Hepimizin sonu aynı başlangıcımız gibi. Yeniden doğmuş gibi ölmek, yaşlıyken hayatı öğrenip gençken anlamak güzel bir şey olsa gerek.Ama aynı zamanda gençleşirken ruhumuzda yaşlanıyor yoruluyoruz...Artık heycan alamıyoruz hayattan.Farklı olmak budur aslında herkesin yaptığı şeyi farklı bir zamanda yapmak...35 yaşına geldiğinde yaşlı olarak geçirdiğin 35 yıldan sonra gençleşeceğin 35 yılı yaşamanın heycanı.Aşık olduğun kadın yaşlanırken sen onun cocugu olabilcek gibi gençleşiyorsun ve ondan olan cocuguna babalık yapamyacak duruma geliyorsun.İnanılmaz olmuş ya gerçekten çok ilginç bir senaryo olmuş.

Makyajlar inanılmazdı.Hani şu anda aklıma gelmiyor ama makyaj dendiğinde heralde aklıma direk bu film gelecek bundan sonra.Pitt üstündeki makyajlar süperdi.Blanchett'a yapılan makyaj ve değişimi gösterme konusunda bir o kadar da başarılılardı.Bu konu üstüne söylenecek daha fazla bişey yok.Zaten oscarınıda cebine attı.

Bunun dışında farklı durumlarda oluşmuş olabilir.Mesela bir daha böyle bir filmin yapılması çok büyük bir risk olabilir.Çünk ulaşılabilecek en üst seviyeye ulaşmış zaten.Hani Joker rolünü oynaya Jack baba tüm zamanların en iyi jokeri olarak kabul ediliyordu.Ama artık değil.Ledger bence inanılmaz bir risk alıp o karakteri canlandırdı.Ama tersi oldu ve bence onun jokeri tüm zamanların en iyisi oldu.Eskilere saygısızlık etmek vb geyikleri bırakın.Şu aralar Depp'in Joker olacağı gibi dedikodular var ortalıkta.Sakın, inşallah öyle bişey olmaz.

Sıra geldi oyuncu performanslarından bahsetmeye.Bir Brad Pitt gerçeği var evet ama kişisel düşüncelerimi söyle sıralabilirim.

Abartmayın; Pitt inanılmaz bir performans sergilememiş.Makyajlara biz öyle bir kitleniyoruz ki, Pitt'in inanılmaz oynadığı kanısına varıyoruz.Hani normal bir şöförün altına ferrari veripte, pejoya binen schumacher'i geçmesini izlemek gibi bişey bu.Hayır, Pitt süper oynamış, yükseliş dönemindeki aktörümüz inanılmaz bir performans ortaya koymuş ama öyle çok büyütmeye gerek yok.

Bu rolü depp daha iyi oynar tarzında bir sürü yorumla karşılaştım.İzlemeden konusmak hoş olmazdı; hayır asla buraya Depp'i koyamazsınız.Depp biraz daha asi filmlerin cocugu.Biraz işin içine duygusallık girdi mi çuvallamasına neden olabilir.Sonuçta her kılığa giren bir oyuncu olabilir ama kaleciyi forvet olarak oynatamazsın.Herşeyin bir sınırının olduğunu hatırlamak bence bu karşılaştırmayı yapmak için yeterlidir.

Cate süperdi.Pitt üstündeki makyaj oyunları o kadar fazlaydı ki, onu biraz geri planda bırakmış.En az Pitt kadar iyiydi ve kesinlikle dikkatli gözle bakılması gerekiyor.

İzleyin ve mutlaka izlettirin.Güzel film olmuş.Bu filmden bahsederken Slumdog ile karşılaştırma yapmak hoş olmayabilir ama şunu söyleyim.2 sini birbirinden ayıramam.13 dalda oscara aday olup 3 dalda alabilmesi bunu kanıtlıyor zaten...Notum 10/8.4

UnjustLucifer

5.10.2009

'Paranormal Activity' Offers Geniune Scares

Rarely does the hype match the film, but this is one terrifying little horror flick.

Paranormal Activity, out exclusively in Santa Cruz today, is the story of couple Katie (Katie Featherston, who looks like a more buxom Jenna Fischer) and Micah (Micah Sloat), who decide to investigate a possible demonic presence in their San Diego home by setting up a camera to tape any occurances, particularly as they sleep.

It's also the story of the tiny independent movie made on a shoestring budget a la Blair Witch Project, complete with shaky camera tricks and one protagonist that never knows when to put the damn camera down (that would be Micah, in this case).

Paramount Pictures picked up the distribution rights to first-time director Oren Peli's movie, who also wrote and edited it. The marketing campaign has been mainly internet-based with midnight screenings being held in college towns (it's expected to hit more theaters mid-October).

Based on the turnout for San Francisco's midnight showing at the Castro Theater today, the campaign is working. Lines to get into the sneak peek wrapped around the block, packing the house. It also managed to terrify the crowd, who leapt to applause following the end credits.

A recent Los Angeles Times article detailing a real-life scary story, from director Steve Spielberg no less, is surely also helping. As the incident goes, back in 2008, Spielberg supposedly watched a screener of the film when his DreamWorks studio was considering releasing it. Not long after he watched it, the door to his empty bedroom inexplicably locked from the inside, forcing him to summon a locksmith. As soon as he got it out of there, he drove the DVD straight back to the studio in a garbage bag because he wanted it out of his house.

Speilberg's experience mirrors the kind of paranormal activity Katie and Micah face throughout the movie, which starts to get increasingly more intense as they try to find ways to deal with it. Most of their methods are ill-advised by a hired psychic, but that doesn't stop Micah from doing everything he can to beckon the thing that has haunted Katie since childhood.

It's an unnerving, edge-of-your-seat experience from the start, as the activity goes from basic bumps and noises in the night to full blown attacks toward Katie. And thanks to that hand-held camera gimmick that manages to work despite its now-tiring concept, it also feels totally realistic and plausible, making it absolutely horrifying. Hands down, one of the best horror films of the year; sure to conjure up geniune scares.

Original Article

Normalde bizim blog yazarları tarafından yazılmayan yazıları alıp buraya koymayı bu zamana kadar hiç denemedim yada koymak istemedim.Sadece bizim yada arada yardımcı olmak isteyen arkadaşların yazılarıyla oluşan bir blog olsun istedim ama malum düzenli olarak yazan yazar sayımızın azlığı nedeniyle bu aralar heycanla beklenen ve çok ilginç olan filmler hakkında bunun gibi yaptırıma gidiyorum.İşte onlardan biri.İyi okumalar...

'Paranormal Activity'

Ne zaman izleyebilcez bu filmi diye kendime sormaktan fenalık geldi..Bir an önce en azından internete düşmesini bekliyorum.Türkiyeye gelir mi gelmez mi orasını bilemem tabi...

IMDB'ye göre 11.000 dolar gibi komik bir fiyata yapıldığı söyleniyor.Wikipedia bu rakamı 15.000 dolar olarak açıklıyor.Hangisinin doğru oldugunu sorgulamak yerine, Paramount sadece gece seyanslarına konan filmin perşembe akşamından pazar akşamına kadar olan süreçte oynadığı 33 merkezde toplam 350.000 dolar kar yaptığını belirtmiş.

Bunların dışında biraz daha heycan vermek adına filmi izleyebilenlerin yazdığı yorumları orjinal dilinde buraya yazıyorum.Biraz daha beklememiz gerekecek ne yazık ki ...

I only heard about it when I was scanning imdb's upcoming films list. It looked interested, and the trailer hooked me. Had to travel about two hours to get to a city that was playing it, but it was definitely worth the trip. It was easily the scariest movie I've ever seen. Couldn't fall asleep that night until the sun came back up, I was so spooked. That's damn good horror right there, and I'm happy to hear it's going to find an even bigger audience soon. It deserves it.

Ever since the first review of Paranormal Activity went up on Cinematical I've been excited to see this- it sounds really creepy, and like a film that makes a low budget work really well. Probably won't get to it until it hits DVD, but definitely on my watch list!

Cast Away [2000]

Güzel filmmiş.Ama abartıldığı kadar bişeyler bulamadım.Bilmiyorum, normalde duygusal bir insanımdır ama benden daha fazla duygusal bakabilenlerde varmış sanırsam.Neyse giriş kısmıyla fazla oyalanmadan hemn filme geçelim.

Chuck Noland, filmde hem kişisel hayatını hem de iş hayatını saatin tik-taklarına göre yaşayan bir FedEx sistem mühendisini canlandırıyor. Hırslı kişiliği yüzünden her şeyini kariyerine adamış olan Noland günlerini, maksimum kontrol sayesinde maksimum başarıyı getirecek şekilde önceden planlayarak yaşamaktadır.

İşinde her şeyi halledebilen Chuck özel hayatında aynı derecede başarılı değildir çünkü işiyle ilgili sorumlulukları, uzun zamandır birlikte olduğu sevgilisi Kelly'ye çok az zaman ayırmasına neden olmaktadır. Filmde Kelly'yi yine bir Oscar sahibi aktrist Helen Hunt canlandırıyor.Fakat Chuck'ın bu manik varlığı, uzak bir adada yalnız kaldıktan - hayal edilebilecek en ıssız yere savrulduktan - sonra sona erecektir. Yaşam mücadelesi vermeye başladığı andan itibaren, günlük hayatın rahatlığından uzakta, ve hiç kimseyle konuşamayan Chuck hem fiziksel hem ruhsal açıdan bir değişime de başlamış olacaktır.

Aslında genel olarak bakıldığı zaman çok çok ilginç bir film gibi geldi bana.Aslında bu tür filmlerin ilginç özelliklerinden biri hani onun yerine kendinizi koyamıyorsunuz.Çünkü siz öyle bir anda hiç kalmadınız ve yaşamadığınız şeyler insanlara hep kolay gelir.Futbolda dediğimiz gibi o golü nasıl atamadı? E sen onu halı sahada atamıyorsun adam 80.000 kişinin önündeki baskıda kaçırabilir.Buda onun gibi...

Hayatta kalmaya çalışıyorsun.Issız bir ada ve etrafta hiçbişey yok.Kolilerden bulabildiğin kadar eşyan var ve hayatta kalmak zorundasın.Karına hemen döncem demişsin noel hediyesini vermişsin.İnanılmaz olmuş ya.Adada hayatta kalmayı öğrenmek, hele o topu arkadaşı olarak kabul etme kısmı inanılmazdı.

Filmin bütün finans işleriyle fedEx uğraşmıştır heralde.Böyle bir film yapıpta, bu filmde fedex markasını bu kadar kullanmak, heralde bu zamana kadar bir filmde yapılmış en büyük reklamlardan biridir.Zamana karşı yarışma senaryolarıda en az fedEx yazısı kadar reklam içeriyordu ve tek kelimeyle inanılmazdı.

Oyuncu kısmında biraz uğraştırcak film bizi.Tom Hanks bu rolüyle oscara aday oldu ve iyiki alamadı.Gerçekten offensive olarak gözükmek istemiyorum.Tom Hanks le başlayalım.

Hani 1990-2000 yılları arasında Tom Hanks inanılmaz esti.Bir rüzgar değil, fırtına gibiydi resmen.The Bonfire of the Vanities ile başladığı 90 lı yıllarda,Philadelphia (1993) ve Forrest Gump (1994) ile back-to-back oscar alan tarihteki tek erkek oyuncu.Saving Private Ryan (1998) daki inanılmazlığı The Green Mile (1999) da iyice zirveye taşıdı.2000 yılındaki Cast Away filmi ile Tom Hanks fırtınası durdu.Ama kendisi bu arada Cast Away ve Private Ryan ile oscara aday olup, forest gump ve Philadelphia ile oscarı aldı. 4/2 gibi bir yüzde ve arkasında bıraktığı inanılmaz eserler bu arada.2000 yılındaki rakibinin Gladiator filmindeki Russell Crowe olduğunu hatırlatmadan geçemedim.

Filme gelirsek, başta söylediğim gibi iyiki almadı.Bazı filmler vardır, bir oyuncu üstüne kurulur ve illaki bir adaylık gelir kucağına.Mesela There Will Be Blood, yada Scent of a Women, Capote, Ray filmi gibi tek oyuncunun üstüne yapılmış filmlerden bahsediyorum.Cast Away de bunlardan biriydi.Bir yere kadar onu izlemek inanılmaz geliyor ama bir yerden sonra boğmaya başlıyor.Sürekli ekranda onu izliyorsun.Bu bir olumsuzluktan daha çok kişisel bişey.Sonuçta bu yazıyıda kişisel olarak yazdığımdan dolayı herhangi bir sorun olmayacaktır bu düşüncelerim.Ama fazla Tom Hanks biraz sıkıyor her ne kadar performansı inanılmaz olsada...

Sonuç olarak; biraz gereğinden fazla abartılan bir film bence.Tek oyuncu üzerine oynanmış bir film.Hikayesi ilginç.Özellikle tekrar normal hayata döndükten sonraki kısımlar gerçekten duygusallığın sınırlarını zorluyor ve çok güzel kurgulanmış.2 saat 2 dakika süresi biraz uzun gibi gözüküyor ama inanın bir o kadar sürükleyici ve akıcı.Sadece gece geç saatlerde izlenmemesi tavsiye olunur.İzleyin, izlettirin isterseniz.Notum 10/7

UnjustLucifer

4.10.2009

Valkyrie [2008]

Gecenin bir körü izlediğim filmlerde, genelde filmin başlamasından 60-70 dakika geçtikten sonra filmi durdurup uykumu açmak için bir şeyler atıştırırım –yaa bira göbeği değil işte o, hep gece yemeğinden kaynaklanıyor- veya nescafé yaparım kendime, bu filmi de gecenin bir körü izledim ve filme bir noktadan sonra o kadar bağlandım ki, özellikle ilk 45 dakikasından sonra durdurup ta mutfağa gidecek vakti bulamadım, şahsen böyle güzel bir gerçek olayı bu kadar güzel ve heyecanlı bir şekilde aktarmak her baba yiğidin harcı değil. Burada tebrik etmemiz gereken en önemli kişi yönetmen Bryan Singer.

2. Dünya Savaşı zamanı.. Albay von Stauffenberg’in savaş esnasında farklı uzuvları kaybetmesiyle başlıyor filmimiz. Daha sonra Adolf Hitler’e suikast düzenlemek isteyen bir cemiyet ve bu cemiyetin komutasına Stauffenberg’in getirilmesi. Almanya dışarıda düşmanlar ile savaşırken içeride de Hitler’e sürekli suikastler düzenleniyor. Hepsi başarısız oluyor. Son suikastte Albay Claus von Stauffenberg’in başını çektiği Valkyrie denilen operasyon.

Hikaye tamamıyle gerçek. Ancak okuduğum kadarıyla bazı bölümlerde değişiklikler yapılmış. Mesela bu operasyonda başta Stauffenberg bulunmuyormuş aslında. Albayımız sadece bir görev adamıymış operasyonda. Bunun gibi birkaç bölüm daha var değiştirilen ama o kadar da göze batmıyor. Bir de şu Almanların, İngilizce konuşması meselesi. The Reader’da da görmüştük bunu. Olmuyor işte arkadaşım, olmuyor. Yani ne bileyim mekanlar, üniformalar, renkler hepsi bize 1944 Almanya’sı olduğunu hissettiriyor ama Almanlar, İngilizce konuşunca bütün hislerimiz mahvoluyor, düşün İngilizce’den nefret eden Hitler bile İngilizce konuşuyor yahu. Filmin girişinde Almanca’dan İngilizce’ye güzel bir geçiş yapsalar da ben böyle şeylerin, hele de böyle tarihi filmlerin tamamen bizi o yıllara götürmesini isterim. Ama dediğim gibi dil problemi gerçekçilik konusuyla biraz örtüşüyor.

Filmdeki operasyonlar, lideri indirme operasyonu falan bana The Last Castle’ı hatırlattı. Evet evet, orada da askerler kendi aralarında konuşup, hapishane başında görevli olan komutanlarını devirmişlerdi. Organizasyon bakımından da Fight Club’ın son sahnelerini hatırladım diyebilirim. Gereksiz bilgi olarak bunları söylemesem ölecektim.

Oyunculuklara gelirsek. Tom Cruise. Onu en çok Rain Man filmiyle sevmiştim. Eyes Wide Shut, Minority Report ve Mission: Impossible serisiyle kendini her daim geliştirdi. Buna rağmen 3 kere aday olduğu Oscar’ı hiç kazanamadı. Bu filmde de harika bir oyunculuk sergiliyor. Yardımcı rolde General Olbricht’i canlandıran Bill Nighy’i de Pirates of the Caribbean’dan hatırlıyoruz. O da iyi bir oyunculuk çıkarmış. Aslında iyi oyunculuk çıkarmayan yok filmde. Herkes üzerine düşeni yapmış. En iyilerinden biri de The Usual Suspects, Superman Returns ve X-Men filminin yönetmenliğini yapan Bryan Singer.

Eğer tarihi seviyorsanız, 2. Dünya Savaşı’yla ilgeliyorsanız, yanında Dram ve Gerilimi de içeren bu güzel film tam size göre. Inglourious Basterds’ı izlemedim, bu filmden sonra muhtemelen onu izleyeceğim ve ikisini karşılaştırma fırsatım olacak. Ama şimdilik notum 10 üzerinden 8.

Son olarak; “Long Live Sacred Germany!”

Beercholic

1.10.2009

The Hangover [2009]

Yönetmen Todd Philips'in son filmi Hangover son zamanlarda yapılmış en güzel ve en komik filmlerden biri.Etrafta o kadar fazla gereksi komedi filmi dolaşıyor ki..Aynı bizim yok efendim dersane, muro gibi varoş kesimi eğlendirmek için yapılmış salak filmlerimiz gibi.2 erkek bir hafta sonu olabildiği kadar fazla karı götürmeye çalışıyor yada klasik üniversite eğlencileri vb.Bu filmin başına oturmadan önce daha önce izlediğiniz filmlerin tamamını unutun ve bambaşka bir eğlenceye hazır olun.Gerçek eğlence.

Daha önce bu konuda bir film izlememiştik sanırsam.Yada kendi adıma ben söyleyim, hiç görmemiştim.Arkadasliğin onemini, anlayisi, sevgiyi, ofkeyi, nefreti ve bagliligi da isleyen bir film olmasi acisindan da basarili bir yapim.

Karakter isimlerini tam olarak hatırlamıyorum ki zaten hatırlayıp hatırlamamanız sorun değil.Doug olması lazım, evet doug 3 gün sonra evlenecektir ve doğal olarak bir bekarlıga veda yapılmalıdır.4 kafadar arkadaş Las Vegas'a gidiyor ve geceleri başlıyor.Hesapta 1 gece kalıp geri dönmek var ama tabiki bu hesapladıkları gibi olmayacaktır ve inanılmaz bir karmaşanın içine düşeceklerdir.

Filmden bahsetmeye başlayalım.Öncelikle film müzikleri gerçekten süperdi.Bildiğimiz, heryerde çalan şarkıların ''clean'' versiyonlarını kullanmışlar yada hafif mixlerini yapmışlar.Çok hoştu.İzlerken aldıgınız zevk 1 kat daha artmış oldu.

Filmde Mike Tyson'a ufak bir rol vermişler.Şampiyonu görmek benim gibi ağır siklet boks a inanılmaz derece meraklı olan biri için hoş bir süprizdi.Rolünün gereğini yerine getirmiş.Hafif spoiler vermek ister gibi gördüm kendimi ama yapmayacağım.Filmde Tyson rolünün sonlarına doğru bir söz söylüyor.Orada öyle bir söz söylüyor ki!!! Kendi kariyerinde yaptığı hataların tamamını bir kerede özetliyor gibi.Ama bunu ancak onun kariyerini çok iyi bilenler anlayabilir.

Çok uzatmak istemiyorum filmden maksimum zevki almanız için ama herkez film hakkında bişeyler söylüyor.Bunu tartışmadan geçmek olmazdı sanırsam.Las Vegas.Şehiri öyle bir tanıtmışlar ki; hani sanki bütün pisliklerin olduğu, giden herkezin bu durumlara düşebilceği iğrenç bir yer olarak tanıtmışlar.Amerikayla hiç alakası olmayan bir insan olarak bu filmi izlesem Las Vegas'a asla gitmek istemem.İnsanların gözünü korkutmuşlar.Ama bunu bence bilinçli olarak yapmışlar.Çünkü filmin ilerleyen kısımlarında buna laf da sokuyorlar ama aksi yönde.Hani özür diliyorum ama tam olarak şu söz oturuyor buraya; ''ben ettim, siz temizleyin'' Mesela polis merkezindeki dialoglardan, Las Vegas'ı böyle yapanın, oraya bu amaçla gelen insanların olduğu empoze ediliyor.Ama bizim 4 kafadarın yaşadığı sahnelerde ise bunun tam tersi gösterilmeye çalışılmış.İlginç geldi bana.Amacı sadece güldürmek ve hafif ders vermek olan bu filmde neden böyle bir ikileme gidilmiş.

Son olarak oyunculuklardan bahsetmek gerekirse; Bradley Cooper haric fazla taninmayan oyunculara verilen sanslar ve gosterdikleri guzel performanslar hem filmlerin kalitesini arttiriyor hemde gelecekte cekilecek filmler icin umut vaad ediyor.Diğer 3 oyuncuyu daha önce hiç izlememiştim.

Hoş bir 100 dakika geçirmek isteyen ve bolcana gülmek isteyenler mutlaka bunu izlesin.Hem film sürükleyici ve komik, hemde süresi fazla uzatılıp gülme eğiliminde olan izleyicinin boğulmaması sağlanmış.Umarım artık komedi filmlerinin biraz kalitesini arttırma için bir başlangıç olabilir bu.American Pie serisiyle iyice yerlerde sürünen bir komedi piyasası gördük.Gecelik ilişkilerden bahseden, konuları bile olmayan gereksiz dialoglar üstüne kurulmuş filmlerden sonra Knocked Up çıkageldi.Son bu düzelmeye doğru giden furyanın son halkasıda Hangover oldu.Notum 10/7

UnjustLucifer

Aylık Tıklanma #3





Bir ay daha böyle geçti. 15 inden itibaren 1 haftaki boşluk düşündürücü.Onun dışında herşey normal.3cü ay da böyle bitti...

The Internet Takes Control of Movie Marketing

Çok güzel bir yazı buldum ve orjinalliğini bozmadan koyuyorum.İyi okumalar herkeze...

The Internet Takes Control of Movie Marketing
Jessica Barnes Sep 30th 2009

A while back I wrote a little post about a movie that I would never see, and plenty of folks lined up to tell me that it was impossible to make a decision about a movie through word of mouth or what I had read on the Internet. Of course, I disagreed, because frankly how else can I make a decision about where to spend my hard earned time and money? But if I had to blame anyone for keeping me away from the movie theater that day, I'm going to have to blame the Internet. Yup, it was thanks to those sneak peeks and early screenings described in detail online that helped me make my decision before those battling robots ever took the stage. People are talking about movies more now than ever before thanks to social networking tools like Twitter and Facebook, and a new study from New Line's Web guru Gordon Paddison has proven that when it comes to movie marketing, all the action really is on the web.

What the report seems to be saying is that you need to know your audience if you want to sell your movie. Now, there are some daunting statistics that prove the power of the Internet when it comes to going to the movies, and if you aren't buying the effect the net can have on a film's success, keep in mind that 94% of all moviegoers are online, and 73% of moviegoers surveyed have profiles on a social networking site -- and if people are talking, you want to make sure it's positive because as the old commercial goes, they tell two friends, and they tell two friends, and before you know it, you have a flop on your hands.

After the jump: so what does this all mean for movie marketers?

Most moviegoers (at least in certain age groups) are much more interested in what their online pals have to say about a film than those stuffy old critics ... and, as we know, sometimes word of mouth is the most powerful marketing tool a film can have.
So as to be expected, what this really means is that studios are going to have to start targeting their marketing dollars like never before -- because if you're looking to sell your latest teen flick, you better be online making Facebook pages and tweeting in-character because teens between the ages of 13-17 are big fans of the 'group think'. But it still comes down to knowing your audience, and if you're selling a film like Fame, then sure, the online world is going to be your friend. But, if you're going to market to the 50 and up crowd for a film like It's Complicated, you probably won't be setting up a MySpace profile any time soon.

So now we've heard from the egg-heads, but what about you? How much do you rely on what you read online (whether its via friends on twitter or another social networking site, or even at fantabulous sites like Cinematical) to influence where you spend your box-office dollars? Sound off in the comments...