“evvel zaman içinde uzun çok uzun zaman önce
hiç yalanın ve acının olmadığı bir yeraltı bir yeraltı krallığında
insanların dünyasını düşleyen bir prenses yaşarmış
mavi gökyüzünü, hafif bir meltemi ve günışığını hayal edermiş
günün birinde
muhafızları atlatan prenses saraydan kaçmış
fakat dışarı çıktığında güneşin parlaklığı onu kör etmiş
ve geçmişine ait her kırıntıyı hafızasından silmiş
nereden geldiğini ve kim olduğunu unutmuş
vücudu soğuktan hastalıktan ve acıdan mustarip olmuş
en nihayetinde ölmüş...”
İki farklı konusu var bu İngilizceye ‘Pan’s Labyrinth’ olarak çevrilen filmin. Biri realizmi, diğeri sürrealizmi simgeliyor. Gerçek hayatta İç Savaş’tan hemen sonra Franco rejiminin sürdüğü İspanya’dayız. 1944’ün Mayıs ve Haziran ayları. Başroldeki küçük kızımız Ofelia (Ivana Baquero), annesi Carmen (Ariadna Gil) ile beraber üvey babası, Franco’nun en büyük destekçilerinden, faşist yüzbaşı Vidal’in (Sergi Lopez) yanına gidiyor. İç Savaş sona ermiş ama geride kalan solcular hala direniyor. Üvey babası savaş halinde, annesi ise hamile ve hastayken Ofelia bu tatsız çocukluk günlerini, heyecan veren hayal dünyasıyla birleştiriyor. Bu da sürrealizm oluyor. Gerçek dünya ile bir peri masalını andıran hayal dünyası şaşırtıcı bir şekilde paralel ilerliyor ve ortaya da bu mükemmel masalsı film çıkıyor.
Yönetmen Guillermo Del Toro mükemmel bir iş çıkarmış. Daha önce Hellboy ve Blade II filmlerinde de görselliğe önem vermiş ama bizleri korkutmuştu. Bu sefer fantastik ögeler tavan yapmış durumda. Aynı zamanda gerçekte yaşananlar ile kızın hayal dünyası öylesine paralel ilerliyor ki, bu ürkütücü masalı izlerken ağzınız açık kalıyor.
Filmin anlatmaya çalıştığı en önemli şeylerden biri, iyiler iyi, kötüler de kötüdür. Bir ortası yok, olamaz. Gerçekte de, masalda da bu böyledir. Hatırlıyorum da Türkiye’de vizyona girdiğinde öyle tanıtılmıştı ki insanlar çocuk filmi falan sanmıştı, alakası yok. Zaten çok şiddet içeren sahne var filmde. Makyajlar mükemmel, filmin ninni tadındaki resmi müziği de harika. İzlediğiniz gün kulaklarınızdan çıkmayacak derecede kalıcı. Asla unutamayacağınız, duygusallık kokan, eşsiz, saf bir ninni.
Avrupa Sineması’nı pek izlemem demiştim Comme Une Image’yi yazarken. Ancak o filmi ve bu filmi izledikten sonra diyorum ki; “Allah’ım ne büyük bir hata ediyormuşum ben!” kesinlikle Avrupa’da büyük cevherler olduğunun kanıtı bu İspanyol filmi. Oyunculukların hepsi birbirinden mükemmel. Sergi Lopez’i gerçekten de faşist bir yüzbaşı, Ofelia’yı gerçekten de hayal dünyası zengin bir çocuk, Mercedes’i oynayan Maribel Verdu’yu gerçektende kendi içerisinde kararsız kalmış bir hizmetçi olarak düşünebiliyorsunuz. Yani hiç rol yapıyorlar havası yok. Sanki kendileri oynuyorlar filmi. Bu kadar güzel filmde, oyuncular amatörce oynasa, filmin içine edebilirlerdi ancak o kadar mükemmel oynamışlar ki, film sınıf atlamış.
6 dalda Oscar’a aday oldu ve en iyi Sinematografi, en iyi Sanat Yönetmenliği ve en iyi Makyaj dalında ödül aldı. Ayrıca Cannes Film Festivali’nde film bittikten sonra sanatseverler 22 dakika, aralıksız tam tamına 22 dakika alkışlamış bu filmi. Ve bu film bunu, belki de çok daha fazlasını hak ediyor.
İzlediğim en gerçekçi ama aynı zamanda en masalsı filmlerden. Düşünüyorum da, son zamanlarda bu kadar güzel bir film izlediğimi, bir filmin beni bu kadar derinden etkilediğini hatırlamıyorum. Başlığındaki “What happens when make-believe believes it's real?” sözü filmi kısaca özetliyor. Bir sinemaseverin asla ama asla kaçırmaması gerektiği… 10/9
Beercholic
0 Yorum :
Yorum Gönder