"Obviously Doctor, you've never been a 13 year old girl."
Ne yalan söyleyeyim, The Devil Wears Prada'yla takas yaparken Romantik komedi bölümünden aldım bu filmi. Romantik komediler, sinema dünyasının en önemli parçalarından biridir bana göre. Dünyanın en ciddi insanı bile, bir süre sonra ciddiyetten sıkılır ve kafasını kaldırıp eğlenceli bir şeyler görmek ister. Eğlence, bir çok insan için sevdiği insanla görüşmek, öpüşmek, bir çokları için tuttuğu takımın maçını izlemek, bazıları için kavga etmek, hatta belki de kötülük yapmaktır. Hiç şüphesiz en kolay yoldan eğlenmenin yolu, açıp bir romantik komedi filmi izlemektir. Ben de o moddaydım işte. The Devil Wears Prada'yı izlemiştim ama vücudum daha fazlasını istiyordu. Belki de okulların başlayacak olmasıydı benim içimi sıkan ve eğlenmek, gülmek, keyifli şeyler görmek istiyordum. Elim bu yüzden romantik komediye gitti yine ve bir kaç filmi atladıktan sonra The Virgin Suicides'ı seçtim. Adından belli romantik komedi olmadığı, ne salakmışım. Tabii oyuncu kadrosunda Kirsten Dunst görünce ciddi düşünemedim uzunca bir süre, ta ki film bitene kadar...
Konu şöyle, 1970'ler Michigan'ında bir kasabaya yaşları 13-17 arasında değişen 5 kız, (Cecilia (Hanna Hall), Lux (Kirsten Dunst), Mary (A.J. Cook), Therese (Leslie Hayman), Bonnie (Chelsea Swain)) anne Lisbon (Kathleen Turner) ve baba Lisbon (James Woods) taşınır. Kızlarımız güzel oldukları kadar gizemlidirler de. Ancak bu gizem, onların olmasını istedikleri bir gizem değil, zorla onların üzerine kondurulmuş bir gizemdir. Muhafazakar aileleri tarafından. Mrs. Lisbon dinine aşırı derecede bağlı bir annedir ve kızlarını her zaman göz altında tutmak ister. Mr. Lisbon ise yarı kılıbık, yarı kaçık bir matematik öğretmenidir ve karısının her dediğini, bazen istemese bile harfi harfine uygular. Sonuçta kendi hayatlarını yaşayamayan ve bu durumdan bir hayli mutsuz olan ise 5 kız kardeştir. Tabii onların karşı binasında oturan 5 genç çocuk da kızların bu durumundan mutsuzdur. Bu 5 genç çocuğun gözünden izlediğimiz filmde kızların ergenlik çağındaki hareketlerini, cinsel deneyimlerini vb. şeyleri anlamaya çalışırız ama gerçek olan şudur ki, bunu bir erkek asla anlayamaz.
Jeffrey Eugenides'in yazdığı kitaptan esinlenilmiş, Francis Ford Coppola'nın kızı Sofia Coppola'nın çektiği uzun metrajlı ilk film bu. Biraz "based on a true story" tarzında. Hatta biraz değil, kesinlikle böyle. Film, eminim Hristiyanlar'ı çok daha fazla vurmuştur ama biz, burada izleyince pek şaşırmıyoruz çünkü muhafazakar ailenin kızlarına yaptıkları şeyler, getirdikleri yasaklar bu ülkede çok normal. Ataerkil bir toplumuz maalesef ve erkek her şeyi yapar, kız evlendikten sonra hatta hiç gibi bir düşünce hakim çoğunluğun kafasında. Bu tabii ki olması gereken değil, olan. Neyse, ülkemizdeki konulara girersek içinden çıkamayız, filme dönelim. Sofia Coppola'nın bu filmde tam olarak anlatmak istediği şey, gençlerin ergenlik çağında yaşadığı zorluklar değil. Muhafazakar annenin çocuklarına uyguladığı zulüm de değil. Anlatmak istediği şey bence asla bir genç kız gibi düşünemeyeceğimiz. Zaten bu yüzden filmi onların gözünden değil de genç erkeklerin gözünden izliyoruz ve biz de en fazla o erkeklerin bildiği şeyleri biliyoruz. Daha fazlasını değil. Evet, eve kapatıldıklarını biliyoruz, aralarında en azgınının Lux olduğunu biliyoruz ama eee? Gerisi? Sofia, gerisini göstermiyor bizlere çünkü tema bu. Asla o olmadan, onun ne düşündüğünü anlayamazsın. Ve filmin sonunda da kızların niye intihar ettikleri -korkmayın spoiler değil, filmin adından da belli zaten- havada kalıyor böylece. Seyirciye düşünme payı bırakılıyor ama bir yandan da "asla bilemezsin" bilinçaltına yerleştiriliyor.
James Woods ve Kathleen Turner'dan çok iyi oyunculuk. Benim şahsen aşık olduğum ama objektif bakarsak kariyerinde daha fazlasını yapabilecekken yapamayan, 1. sınıf oyuncular arasına yerleşemeyen ama onların bir altı olan Kirsten Dunst mükemmel oynuyor. Rolü de cuk oturuyor kendisine. Kardeşlerin en güzeli ve en azgını. Belki de Kirsten'in hayatı boyunca en iyi rol yaptığı film bu filmdir. Josh Hartnett'in karizması, Hanna Hall'ın ufak rolünü o yaşta iyi kotarması ve yazının en üstündeki, hafızalara kazınan repliği ve Danny De Vito'nun ufak doktor rolü de değinilmesi gerekenlerden.
Filmin Air şarkılarından oluşan soundtrack'i de müthiş. Özellikle Playground Love şarkısını filmden sonra da dinlemek isteyeceksiniz muhakkak. Air'i şahsen daha önce hiç dinlememiştim ama çok değişik bir tarzı var Fransız ikilinin. Sanki şarkıların içinde bir kere dinledikten sonra hep onu arzulayacağınız bir madde var ve sizi kendisine çekiyor. Filmin bana kazandırdığı en önemli şey Air oldu. Tuhaf, gizemli ve karanlık atmosferle müthiş bir uyum içeriyor parçalar. Filmden sonra yorumlara baktım biraz ve bazı kişilerin çok boş bulduğunu gördüm. Öyle değil. Sofia Coppola, tanıdık bir olayı çok farklı bir şekilde bize anlatıyor ve ben hayal kırıklığına uğramış bir şekilde dublaj izlerken bile müthiş etkilendim. 7/10
0 Yorum :
Yorum Gönder