Okan ve Teoman gibi kendi alanlarında usta 2 oyuncunun başrollerini paylaştığı bir projeyi izledim. Konu olarak anlatmam gerekirse;
Ömer ve Gökhan yakın iki arkadaştır. İkisi de aynı kızı severler… Ağzından tek bir kelime bile çıkmayan, dilsiz sandıkları Yasemin adlı bir kızı… Ömer istemeden bir cinayet olayına karışıp kaçmak zorunda kalır. En yakın arkadaşı olan onun mektuplarını Yasemin’e ulaştırmaz ve genç kızla beraber olur. Yıllar sonra Ömer döndüğünde…Metropollerde yaşayan kadın ve erkek ilişkileri hakkında çok eğlenceli ve samimi bir anlatım diline sahip olan film, Aşkın, dostluğun, arkadaşlığın ve insanların içinde bulunduğu şehir yaşamının, hayattaki yerini vurgulayacak.
Şimdi bir düşünelim hızlıca, kendi adıma izleyip de üstüne pislediğim bir sürü Hollywood yapımı film var, kimisinde senaryonun..Mustafa’nın örnek bir yaşamı vardır. İyi bir işi mükemmel bir eşi dünya güzeli bir çocuğu vardır. Fakat bu eşsiz yaşamı bir kazayla aniden darmadağın olur. Karısı yabancı bir adamla trafik kazası geçirmiş ve hayatını kaybetmiştir. Sır dolu yabancı ise hastaneye kaldırılır.
Mustafa karısının adamla olan ilişkisini öğrenince çılgınca bir plan yapar. Taksi şoförü Fikret’i kaçırıp şehirden uzak bir yere götürür, böylece karısının gizli yaşamı...19. yüzyılın sonlarında geçen filmde ödül avcısı olan Jonah Hex, Voodoo büyücüsü olan Quentin Turnbull’un izini sürüyor. Turnbull’un amacıysa Güney müttefiklerini ölümsüzler ordusuyla birlikte serbest bırakmak. Western’in yanı sıra aksiyon, gerilim ve dram gibi birçok türe göz kırpan film oldukça merak uyandırıyor.
Western tarzı filmlerle aramın çok olduğunu ya da çok sıkı bir western takipçisi olduğumu söyleyemem. Ama arada izlemek elbette zevk veriyordur. Biraz önce kullandığım üsluptan ötürüdür ki bu tarz bir film bana çok eğlenceli geldi. Aslında farkındayım, içerik olarak öylesine boş ve gereksiz ki…
Filmin yönetmenliğini Alien 3, Se7en, ve Fight Club gibi oldukça üst düzey filmlerin de yönetmenliğini yapmış David Fincher üstlenmiş. Zaten filmin, yönetmen ve oyuncu kadrsonun gördüğünüzde filmin kalitesi ile ilgili az çok çağrışım yapabilirsiniz. Her ne kadar Facebook’un hiçbir çalışanı filme dahil olmasa da isimlerinin hatta sitenin isminin dahi birebir kullanılması konusundaki izinlerin nasıl alındığını merak ediyorum. Çünkü az önce e belirttiğim gibi Zuckerberg’in film ile ilgili ciddi eleştirileri vardı ve “en azından ben hayattayken böyle bir film yspılmamalıydı “demesi isminin telif haklarını satması konusunda sıkıntı yaratabilirdi diye düşünüyorum.
Hem fiziksel benzerliği hem de son yıllarda oyunculuğu ile oldukça fazla yol kateden Jesse Eisenberg, filmdeki Mark Zuckerberg rolü için bence oldukça yerinde bir tercih. Eisenberg’in yanısıra Andrew Garfield, Justin Timberlake’de filmde göze çarpan diğer oyuncular. İnsanların yakından bildiği, ilgilendiği bir konunun beyazperde için ilgi çekici olması başarıyı getirdiği gibi, eğer yapım kaliteli ise gişede de bir o kadar memnun edici sonuçlar doğurabilir. Her ne kadar bu film için gişe tahminlerim çok daha yüksek olmuş olsa da 50 milyon dolarlık çekim masraflarına karşın 150 milyon dolarlık bir gişe hasılatı da o kadar kötü değil. Ancak son dönemlerin en popüler oluşunlarından biri olan Facebook’un filminin daha etkileyici sonuçlar doğuracağını düşünüyordum
Facebook ekibi dışında genel olarak olumlu görüşlere yer verilen film aslında Ben Mezrich’in 2009 yılında yayınladığı The Accidental Billionaires isimli kitabına dayanıyor. Bu sayede film ile ilgili edebiyat sinema işbirliği diyebiliriz. Yani kısacası yönetmenden oyunculara kadar kaliteli bir ekip, son derece ilginç ve popüler bir konu, güzel film müzikleri ile kaliteli yapımlar arasına sokabileceğimiz bu film imdb’nin en iyi 250 film listesinde 8.4 puan ile 114. sırada bulunuyor bu sıralama bile filmin izleyicinin gözünde kaliteli bir yapım olarak kabul edilmesinin kanıtıdır.
Özellikle 2002 yılında 10 dalda oscar’a aday olan Gangs Of New York filmindeki muhteşem oyunculuğu ile kariyerinin önünü açan Daniel- Day Lewis 2007 yapımı There Will Be Blood filmindeki olağanüstü performansı ile bu kez bana göre sonuna kadar hakettiği en iyi erkek oyuncu dalında oscarı alıyor. Özellikle 80. Oscar ödüllerinde Juno ve Coen kardeşlerin No Country For Old Men filmleri ile yarışan There Will Be Blood, yine de bu iki film içinde önemli sayılabilecek 2 adet oscar alması, ciddi anlamda kıyasıya bir rekabete sahne olan 80. oscar ödülleri için başarı sayılabilir.
Film birebir olmasa da,Upton Sinclair’ın 1927 yılında yazdığı ve Oil ismini taşıyan romanına dayanıyor. Ancak romanı okuyup filmi izleyenler kitap ile filmin birbirinden çok farklı şeyler anlattığını söylüyorlar. Film Güney California’da 19 yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında petrol patlaması denilen bir döneme denk geliyor. O bölgede, her tarafta petrol olduğunun söylenmesi insanların gözlerini parlatsa da o dönem ki teknoloji ile o petrolü yeryüzüne çıkarma işini sadece birkaç kişi yapabiliyordu. İşte bu işi yapabilen insanlardan bir tanesi de Daniel Plainview idi. Kendine özgü tekniklerle bulduğu petrolü çıkarmak için yer sahipleri ile anlaşan Daniel oğlunu da iş ortağı olarak tanıtıyordu. Zekasının yanısıra insanları ikna etme yeteneğine de sahip olan Daniel, hem çalışkanlışı hem de kıvrak zekası ile kısa sürede zengin olur. Ancak zrngin olma sürecinde çalıştığı bir bölgede yaşanan bir patlama sonucu oğlu duyma hissini kaybeder. Onun artık işine yaramayacağını düşünen Daniel çocuğu duyma özürlülerin eğitim aldığı bir okula gönderir ve işine devam eder.
Allaha inanmasa bile, insanların topraklarına sahip olabilmek için herşeyi yapan Daniel, filmin bir bölümünde kilisenin ilginç rahibi ve oldukça inançlı bir insan olan Eli tarafından vaftiz edilir. Eli ile tanışması ise, onun ve ailesininin yaşadığı bölgedeki toprakların altındaki petrole sahip olmak için o bölgeyi satın almak istediği zamana dayanır. Eli’ın bu dönemdeki şüpheci tavırları ikilinin arasında soğuk savaşların esmesine neden olur ve Daniel, filmin son bölümlerinde oldukça zengin oduğu zamanlarda kendisini ziyarete gelen Eli’yı vahşi bir şekilde öldürür ve film burada sonlanır. Aslında film bittikten sonra Daniel’in bu hareketlerinin altında yatan nedenleri sorguluyorsunuz. Bunların cevabı aslında filmde veriliyor. İnsanların zenginlerden yararlanmak istemesi. Allahın, Daniel’den insanlığını alıp onu zengin yapması bir nevi şeytanla anlaşma yapması gibi bir durum.
Birçok otoriter tarafından tüm zamanların en iyi filmleri arasında gösterilen There Will Be Blood toplamda 25 milyon dolarlık bir masraf ile çekilmiş ve 76 milyon dolar gibi, bu filme göre çok çok düşük olan bir rakamla gösterimden kaldırılmış. 158 dakikadan oluşan yapımın yönetmenliğini, yapımcılığını ve yazarlığını Paul Thomas Anderson yapmış. Her zaman söylediğim gibi eğer bir filmin hem yönetmenliğni hem de yazarlığını aynı kişi yapıyor ise o film genellikle başarılı oluyor. There Will Be Blood, bu söylediğimi kanıtlar nitelikte.
Yapımcı ve yönetmenlerin yaptıkları filmlerin sıradan ve ses getirmeyeceği anladıkları an topluma mal olmuş oyuncuları ciddi paralarla filme dahil edip “en azından oyunculardan yırtalım” mantığı, sinemada her zaman olan ancak hiçbir zaman kabul etmeyeceğim bir durumdur. İşte bu filmde onlardan bir tanesi. Tamamen oyuncu bazlı bir reklam ile ve ekonomik kaygılarla, yani ticaret mantığı ile yapılmış bu filme böylesine sevdiğim iki aktörün dahil olmasına oldukça üzüldüm. Konu olarak, müzik ve aksiyon olarak izleyiciye hiç bir şey veremeyen filmi, tamamen vakit kaybı olarak görüyorum . Halbuki De Niro ve Pacino’nun dahil olduğu hiçbir filme bunları yazacağımı düşünmemiştim. Zaten az önce de belirttiğim gibi ikilinin bu filmi kabul etmelerinin altında yatan sebebleri gerçekten merak ediyorum.
2008 yılında gösterime giren Righteous Kill, The Times tarafından 2008 yılının en kötü 100 filmi arasında gösterilmiş, bunun yanısıra genel olarak eleştirmenler tarafından da yerden yere vurulan yapım, 60 milyon dolar gibi ciddiye alınması gereken bir çekim bütçesine sahip. Halbuki elinde 60 milyon dolar ve böylesine kaliteli iki aktöre sahip olan teknik ekibin beceriksizliği olmasa, gerçek anlamda sinemayı, paradan daha önemli gören yapımcılar ve yönetmenle kesinlikle klasikler arasına girmeye müsait bir kadro ve ortama sahip bir yapım.
Box Office’de The Family That Prays ve Burn After Reading filmlerinden sonra 3. sırayı alan Righteous Kill, tüm zamanlarda 76 milyon dolarlık bir hasılat elde etmiş. Ancak bu gişe hasılatını da iki oyuncunun ismini kullanarak yapmıştır. Şahsen ben bu filmi izledikten sonra kandırıldığımı düşündüm, Al Pacino ve Robert De Niro’yu bir arada izlemeyi özlediyseniz bu filmi izleyin ancak konu adına herhangi bir şey beklemeyin.
Polis akademisini bitirip işine heyecanla başlayan Serpico, çalkantılı özel hayatı, stres yüzünden sergilediği asabi tavırlar ve iş yerinde rüşvete karşı olan br tip olduğu için dışlanması ancak bunlara aldırmayıp duruşundan asla ödün vermeyen onurlu bir polis. İş yerinde gördükleri onu işinden soğutsa da asla yılmadan bu düzene karşı çıkması aslında izleyicilere Frank Serpico’nun kişilği ile ilgili güzel ipuçları veriyor. Amirlerinden hatta belediye başkanından dahi yardım isteyen Serpico’nun bu haykırışlarının görmezden gelinmesi aslında sistemin baştan sonra bu çark ile döndüğünün en güzel örneği. Sürekli bir yerden bir yere atanan Serpico, her seferinde işine umutla başlıyor ancak yeni iş yerinin de aynı olduğunu görüp hayal kırıklığı yaşıyor ve bu yaşadığı hayal kırıklıkları onun kişilik olarak daha da sivrilmesine ve en sonunda vurulup işini bırakıp isviçre’ye yerleşmesine neden oluyor.
Aslında Serpico’nun birçok alanda bunu dile getirmesi her ne kadar en sonunda o döneme damga vurmuş olsa da aslında hiç birşeyin değişmediğini ya da değişemeyeciğini de gösteriyor ki bunu Serpico’nun işini bırakıp İsviçreye yerleşmesinden de anlıyoruz. Film ile ilgili en ilginç not ise Al Pacino’nun çekimler boyunca kendini rolüne kaptırması ve film bittikten sonra dahi rüşvet ve yolsuzluklarla mücadele etmesini hatta bu sebebten bir kamyon şöförü ile olan tartışması o dönemlerdeki büyük oyuncularının roolerine nasıl hazırlandıklarının en güzel örneği bunun gibi daha birçok örnek var. Mesela Rain Man rolü için otistik çocukların kaldığı hastanede 6 ay kalıp rolüne hazırlanan Dustin Hoffman. Hal böyle olunca filmlerdeki oyunculuklarda neredeyse hatasız olarak izleyici ile buluşuyor.
Peter Maas’ın kitabından ve Frank Serpico’nun hayatından esinlenilip çekilen filmin yönetmeni Sidney Lumet. Filmdeki yardımcı rollerde ise John Randolph, Tony Roberts ve Bernard Barrow’u görüyoruz. 1 milyon dolar gibi 1973 yılında çok büyük bir para ile çekilen Serpico, gişede 30 milyon dolarlık bir hasılata imza atıyor 130 dakikalık muhteşem bir film olan Serpico her ne kadar suç filmi türüne giriyor olsa da Serpico’nun yaşadıkları açısından bence bir dramadır. Al Pacino,bu filmdeki muhteşem oyunculuğu ile 100 yılda en iyi 100 rol listesinde 40. sırada bulunuyor. İrşeylerin aslında hiçbir zaman değişmeyeceği gerçeği ile karşı karşıya kalıyor olsak da en azından birşeylerin değişmesi için çaba gösteren insanların varlığını bilmek çok güzel. Muhteşem bir oyunculuk performansı ve çarpıcı bir konu için izlenmeyi hakeden Serpico,imdb sitesinde 7.8 puana sahip ve en iyi erkek oyuncu ve en iyi screenplay dallarında oscar adaylığı bulunuyor ancak 1974 yılında en iyi erkek oyuncu ödülü Save The Tiger filmi ile Jack Lemmon’a gidiyor.
Guy Pierce’in canlandırdığı Leonard Shelby, karısına tecavüz etmeye gelen adamların saldırısına uğramış ve bu saldırıdan sonra beynine aldığı darbeler sonucunda yeni olayları hafızasında tutamayan ve karısının bu olaydan sonra öldüğüne inanıp, katillerden intikam almaya yemin etmiş ve sadece bunun için yaşayan bir adamdır. Hafıza probleminden kaynaklı yeni gelişen olayları tamamen unutan Leonard, başından geçen şeyleri sürekli yazmaktadır. Kazaya kadar olan herşeyi hatırlaması ve kazadan sonra olanları hatırlamaması izleyici için tam bir handikap oluşturmaktadır. İpuçlarını takip ederek karısını öldürenleri bulmak için çabalayan Leonard bu hastalığı yüzünden birçok insanın da oyuncağı haline gelmiştir ancak film ilerledikçe aslında olayların filmin ilk periodunda anlatıldığı gibi olmadığını anlıyoruz ve bu dakikadan sonra hem film hem filmin konusu izeyici için içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Ancak filmden sonra birleşilen görüş, Leonard’ın hiç bir şey hatırlamamasından dolayı, şeker hastası olan eşini kendisinin yanlışlıkla öldürdüğü ve ona yardım etmeye çalışan polisin, karşısına sürekli birilerini çıkartıp karısının katili olarak gösterip bir şekilde Leonard’ın intikam duygusu ile hayatta kalmasını sağlamak ve kötü adamları Leonard’a öldürterek kendi işini kolaylaştırmaktır.
İmdb’nin en iyi 250 film listesinde 8.7 puanla 29. sırada her alan film, sinema öğrencilerine film teknikleri dersinde konu olarak gösterilmektedir. Muhteşem oyunculuğun yanısıra yaratttığı sıradışı karakter ile beğeni toplayan Guy Pierce birçok festivalde aday olduğu en iyi oyuncu katagorisinde ödüller almıştır. 2 tanesi oscar adaylığı olak üzere 32 adaylığı bulunan film bunun dışında da 42 tane de ödül almıştır. Sinema’nın kült filmleri arasında yer alan memento 9 milyon dolarlık mütevazi bütçesini hemen hemen 5’e katlayıp 40 milyon dolarlık bir gişe hasılatı elde etmiştir. Ancak bıraktığı etki ile kesinlikle sanat adına, izleyiciye ve sinemaya bir şey vermek adına çekildiği anlaşılan film, bu yüzden birçok olumlu eleştiri almıştır.
Filmin yapımına teknik açıdan bakacak olursak Fabula ve Sujet tekniğinin kullanıldığını görebiliriz Fabula ve Sujet tekniği yukarıda bahsettiğim geriye doğru giden sahnelerin renkli normal, kronolojik olarak ilerleyen sahnelerin ise siyah beyaz gösterilmesidir. Leonard rolü ilk olarak Brad Pitt’e teklif edilmiş, konuyu beğenmesine rağmen programlamadaki anlaşmazlık yüzünden rolü reddetmiştir daha sonra Aaron Eckhart ve Thomas Jane’de rolü reddedince yapımcılar maaliyetleri düşürmek için yetenekli ancak fazla tanınmamış olan Guy Pierce’i buluyorlar ve filme dahil ediyorlar. Natalie rolündeki Carrie- Annie Moss ise 1999 yılındaki The Matrix Trinity filmdeki performansı ile bu filmde kendine bir yer ediniyor.
Her ne kadar komik sahneleri olsa da anlatımdaki abeslik yüzünden bu komik sahnelere de bir izleyici olarak gülmedim. İlk kez işlenen bir konunun hatrınıa dahi izlenmeyi hak etmeyen film aslında bir erotik filmden farksız. Aralarındaki yaş farkına bakmaksızın olmadık işler yapan gençler ve olgun kadınlar Amerika’nın ne kadar serbest bir ülke olduğunu gözler önüne seriyor. Aslında ergenlerin seks konularının ilgi çekici olması ki bunun en büyük kanıtı Amerikan Pastasının gişedeki başarısıdır, yapımcıların bu gibi konuların üzerine seviyeyi alçaltarak gitmesi kabul edilebilir bir şey değil. Sinema adına izleyiciye hiç bir şey vaad etmeyen filme harcadığım 90 dakikaya acıdım.
Scott Wheeler’ın yönetmenliğini yaptığı film, dostluk ilişkilerini anlatmasındaki yapmacıklık yüzünden de sınıfta kalıyor. Oyunculuk, film müzikleri, konu yani kısaca neresinden tutarsanız tutun sınıfta kalmış bir film. Imdb’de ki 4.4 lük puanı da aslında film ile ilgili izlemek isteyen seyircilere iyi bir ipucu veriyor. Normalde hiçbir filme emek harcandığı için izlemeyin demem ancak bu filmde ben harcanmış bir emek dahi göremiyorum. Filmile ilgili çok fazla yazı ve makalenin de olmaması nedeni ile sinema2da gösterilip gösterilmediğini, eğer gösterildiyse ne kadar gişe hasılatı elde ettiğini bilmiyorum ancak imdb sitesine göre film aşağı yukarı 500 bin dolarlık bir bütçe ile çekilmiş. Bu gibi filmlerle, emeksiz ve kısa yoldan para kazanmaya çalışan yapımcıların bir an önce durdurulması gerekiyor. Zaten so yıllarda çok büyük eleştirilere sahne olan Amerikan sinemasının ilacı kesinlikle bu gibi filmler değil kaldı ki bu gibi filmlerle, Amerikan sinemasına karşı olan yazar ve youmcuların eli güçleniyor.
How To Train Your Dragon filmi üzerinden gidecek olursak. Zamanın birinde görsel efektleri ile her insanın yaşamak isteyceği son derece etkileyici bir köyde yaşayan vikingliler ile çeşitli türdeki ejderhaların savaşını konu alan filmde, kabile resinin oğlunun, babasına ve köydeki diğer insanlara savaş ile hiç birşeyin çözülemeyeceğini ve çözülecek bir şey varsa bunun sevgi ile olacağı mesajını veriyor. Aslında filmde anlatılmak istenen konu da budur. Yani kısacası sevgidir. Biran için o insanların arasında olma hissini uyandıran filmin başarısı da izleyiciyi filmin içine çekmedeki başarısıdır. Gerçek hayatta asla görülemeyecek türde olayların ve mekanların olduğu film bu açıdan türünün en iyi örneklerinden.
Imdb sitesinde 8.2 gibi bir puanla en iyi 250 film listesinde 171. sırada bulunan yapım, aslında yukarıda anlatmak istediğim şeylerin bir özetidir. Aslına bakarsanız her iddialı animasyon filmi bu puanlara sahiptir çünkü bu filmlerin izleyiciyi mutlu edip gülümsetmek gibi bir misyon vardır ve bir çoğu da bu misyonun bilinci ile maddiyatı ikinci plana atarak bu filmleri yapar.
Dreamworks imzalı How To Train Your Dragon aslında hiçbir alakası olmamasına rağmen ismini ve konusunu bir kitaptan almıştır ancak oldukça geliştirilerek beyazperdeye taşınan yapım için ismi dışında kitaptan esinlenmiştir dersek yanlış olur. 3D olarak da gösterime giren yapım 90 dakikalık olmasına rağmen birçok hit filmden çok çok daha büyük bir bütçe ile çekilmiştir film için harcanan para tam olarak 165 milyon dolarlık. En başta insanların animasyonlara olan ilgisi daha sonra çekici konu ve başarılı reklamlar sayesinde 493 milyon dolarlık bir başarıya imza atmıştır ve bana göre önümüzdeki oscar ödüllerinin de animasyon dalında en büyük adayıdır. Bu beğeni ve başarı sayesinde Dreamworks filmin ikinci bölümünü çekeceğini ve bu bölümü 2013 yılına yetiştireceğini duyurdu. Sadece 90 dakika izlediğimiz bu ve bunun gibi animasyonar aslında yüzlerce kişinin çalıştığı ve yıllara mal olan bir emeğin ürünü olduğu için her türlü saygıyı haketmektedir.
Bir kasaba, ufak bir kasaba olsun. Herkes neredeyse birbirini tanıyor. Yılın büyük bölümünde karlar altında bu ufak kasaba ve bir polis memuru düşünün. Akmaz kokmaz ama kendi hayatıyla alakalı bir takım sorunlar yaşana bir polis olsun bu… Günlerden birinde, kasabada çok önemli bir şahsiyet yanına birini alarak avlanmaya gitmek ister. Ama bu avın sonu hiç iyi olmayacak, sonuçları ufak kasabayı biraz karıştıracaktır.
Munich filmini açmadan önce karşınıza neler çıkacağını tahmin edebiliyorsunuz. Munich Olimpiyatları tarihinin en dramatik olaylarından birine tanık olmuştur. 11 atlet inanılmaz bir şekilde öldürülmüştür. Film başladığında önce bu canlandırmayı, bazı gerçek görüntüler eşliğinde izliyorsunuz.
Hapishaneden gereken dersi alıp, deyim yerindeyse bir tövbekâr olarak çıkan Carlito Brigante karakteri alışılmış Al Pacino karakterleri gibi acımasız ve yok edici değil. Sanki bu filmde bir kötü(!) adamın diğer yönleri inceleniyor, yani duygusal yönleri ki bunu De Palma ve Pacino ortaklığı çok iyi başarmış. Her şeyiyle mükemmel bir karakter, özellikle bilardo sahnesi ve tuvaletteki blöfleri beni çok etkilemişti. Tren garında umuduna doğru koşarken öldürülmesi ve onu öldürmek isteyen kişilere yakalanmamak için yürüyen merdivenlerden yatarak inmesi bence çok akılcı bir nokta. Tabii sakallı ve deri ceketli Al Pacino karizmasını da unutmamak gerekir.
4-The Godfather Serisi
Neden? Bu soruyu sormanız belki çok doğal, neden Don Corleone birinci değil, hemen söyleyeyim, bu filmler Al Pacino'nun yükseliş filmleri olduğu gibi, bu filmlerde Al Pacino'nun hiçbir zaman filmi tek başına alıp götürme gibi bir şansı olmamıştı. Çünkü aynı sette; Marlon Brando ve Robert De Niro gibi onun kalibresinde iki oyuncu bulunuyordu. Zaten Godfather serisini sevme nedenlerimden biridir, iki dünya yıldızının yeteneklerini göstermiş bunları yoğurmakta Marlon Brando'ya kalmıştır ve ortaya dünyanın en iyi filmi çıkmıştır.
Fakat 3cü film hakkında konuşulması gereken çok fazla şey var elbette. Bir açıklamasında kendisi de bu konuya değinerek ‘’asla yapılmaması gereken bir film’’ demişti.
3-Scarface
Her şeyiyle mükemmel bir film, Küba aksanı, olağanüstü sahneler kısacası her şey muhteşem.
Film olarak çok abartılacak bir eser olmamasına rağmen, oyunculuk performanslarını tartıştığımdan dolayı üst sıralarda yer alması gayet normal karşılanabilir. Tek başına inanılmaz basit bir senaryoyu ve binlerce kere gördüğümüz basit oyunların uygulandığı filme rağmen Pacino eşsiz bir oyunculuk performansı sunmuştur.
Replikler üstüne kurulu bir film olarak bize kabul ettirilmeye çalışılsa muhtemelen dünyanın en iyi filmlerinden biri olabilecek kalibredeki filmin çok sevilmesinin nedenlerinden biri de ağızdan ağza dolaşan repliklerdir. Montana’nın özü hırsa ve yükselişe dayandırılmaya çalışılarak onun hayatının bir özetini konu alan film, film olarak çok fazla bir değer taşımasa da bir oyuncunun tek başına neler yapabileceğini gösteren bir yapıt.
Vietnam savaşının izleri, cinsel özgürlükler, polis zorbalıkları gibi dertlerini başarıyla anlatan yapıt, kesinlikle görülmeyi hak ediyor. Al Pacino'nun şapka çıkarttıracak, müthiş gerçekçi bir performansı var filmde ve usta kendini gerçekten acayip kaptırmış rolüne. Filmde gizem sürekli atıyor. Ne tür bir cinsel seçimi olduğuna karar veremiyoruz Sonny'nin ve bu ayrıntı filme çok büyük bir gerçeklik payı katmış bence.
Bu filmin ayrı bir yerinin olmasının nedeni Godfather filminden sonra kendini sinema dünyasın artık iyice kabul ettirmeye başladığı zamanlara denk gelmesi, filmle beraber Oscar heykelciğine aday olması ve karakterini inanılmaz benimsemesinden bahsedebiliriz.
1-Scent of a Woman
Mafya filmleriyle ünlenen Pacino’nun bu performansını neden bir numaraya koyduğumu birçokları sorgulayacaktır elbette. Herkes Scarface filmini ya da Godfather filmini bir numaraya koymak ister ama
Bu karakter bir numarada olmalı çünkü burada en iyi yaptığı şeyi yapmıyor, daha çok bir yan rol gibi kabul edebiliriz. Bu yüzden bendeki değeri bir başkadır. 6 ay körler okuluna gitmesi ve işin inceliklerini öğrenmesi bir yana, Ferrari sahnesinde gerçekten kör olmayan ama filmdeki karakterinde kör olup, polise filmdeki karakterinin kör olmadığını anlatıp inandıracak kadar inanılmaz bir sahne var. Tango sahnelerinde ki keskinlik, kadın tasvirini yapışı ve final bölümünde konuşmasıyla Oscar heykelciğini kucaklamış bir rol. Oscar alan tek rolü olmasıyla alakası yok, bence gerçekten açık ara en güzeli buydu.
Oscar sınırlarında dolaşan bir o kadar çok rolü olduğu kadar son 3–5 yılda kariyerini tamamlamış bir emekli kadar vasat filmlerde oynaması sayesinde gözümdeki yeri asla değişmedi ama karizmasından çok şey kaybetti belki de… Al Pacino’nun kariyerinde oynadığı her filmi arşivlemiş ve 2–3 tanesi hariç hepsini izlemiş biri olarak kendimce bir Top 10 listesi yapmak istedim.
10-The Devil's Advocate
Yapım olarak çok severek beğenmeme rağmen oynadığı rolün hakkını vermek gerekiyor. O karakter nedir öyle arkadaş, bilge ve şeytan. Her şeyden haberi oluyor, her şeyi biliyor ve kibir onun favori günahı oluyor. Baştan beri ben bir şeyler sezmiştim ama sonda gördük gerçek yüzü, açıkçası bu filmde Pacino, Reeves'i oyunculuğuyla ezip geçiyor hem de bana göre bu filmin, yardımcı oyuncusu olmasına rağmen. Filmin sonundaki tanrı tasviri ilginç ve etkileyici diyebilirim. Bana göre bu tasvir en iyi Al Pacino karakterlerinden biridir. Her şeyiyle mükemmel bir karakter ama sizde onu geçen karakterleri görünce yeri için bana hak vereceksiniz.
9-Any Given Sunday
Bana göre bu karakter Al Pacino için bir devrim sayılabilir. Çünkü artık Al Pacino suçlu karakter etiketinden sıyrılmıştır ve artık Al Pacino çeşitli rollerde oynamaya başlamıştır, kötü adam rollerinde değil, iyi adam rollerinde de oynamaya başlamıştır. Herhalde herkes Tony D'Amato'yu İnch by İnch tiradıyla hatırlayacaktır. Bunun dışında devre arası konuşmaları ve genç oyuncusuna verdiği tavsiyeler bana göre yeterli.
Sonuç olarak her oyuncunun kendi karakteri dışında ya da kendiyle özleşmiş rolün dışında da bir şeyler yapması gerektiğine inanıyorum. Bu yüzden bu performanslı listeye almamak olmazdı.
8-Donnie Brasco
Hep alemin kralı olarak gördüğümüz, izlediğimiz Al Pacino bu sefer hiç yükselemeyen bir mafya elemanı rolünü üstleniyor, birde üstüne üstlük kazığın kralını yiyor, ama yinede müthiş bir oyunculuk ve o gözlükler zaten olayı bitirmiş. Diğer üstün rollerine karşın, karakter olarak biraz daha ezik bir rol üstlendiğini söylersem çokta yanlış olmaz sanırsam. Bana göre Donnie Brasco asla hak ettiği değeri bulamamıştır. Bu sadece Pacino ile alakalı bir durum değil, Depp’in de aslında en iyi performanslarından biri olmasına rağmen hep geri planda kalmış bir film olarak görüldü.
Özellikle final Al Pacino'nun öldürüleceğini anlayınca eşyalarını çekmeceye koyması ve giderken eve şöyle bir bakması bitiricidir. Ama Johnny Deep'de mükemmel bir oyunculuk sergilemiştir.
7-Heat
İki efsane Robert De Niro ve Al Pacino'nun ilk buluşması, çok başarılı bulduğum bir filmdi, ama sanki filmde Robert De Niro daha fazla öne çıktı, daha fazla göze battı. Konuya şuradan gireyim, birleştirme filmleri yapmak her zaman sıkıntıdır. Kimin önce olacağını ya da arkada olacağının ayarını iyi yapmak, güç dengelerini iyi ayarlamak gerekiyor. Dengenin ne kadar kurulduğunun tartışılacağı yer elbette burası değil.
Vincent Hanna karakterine genel olarak göz atarsak, kazanma hırsı doruklarda gezinen bir polis ve belki de De Niro'yu yakalama isteğinin bu kadar fazla oluşu da bu yüzden, çünkü yenilmeyi hazmedemiyor özellikle kargo bölümünde De Niro onların fotoğrafını çekerken De Niro'ya bakışı bana göre etkileyici sahnelerden biriydi. İzlenmesi gereken bir film ve performans olduğunu düşünüyorum.
6-Scarecrow
Öncelikle Al Pacino ve Gene Hackman gibi iki usta oyuncunun 1973 yılına ait bir filmlerini bulup izleyebildiğim için zaten çok mutlu olmuştum. Ama birde bu 2 usta oyuncunun sergiledikleri performansın tadına bakmak gerçekten süperdi. Film olarak herhangi bir özelliğini görmeme rağmen, oyuncu performansları için bile seyredilebilecek bir değer taşıdığını düşünüyorum. 1973 yılına ait bu filmde Pacino’nun gelecekte bize neler seyrettireceğinin ufak ipuçlarını yakalıyoruz. Son dönemlerini izlediğimiz oyuncunun, bu performanslarını seyredebilmek bir ayrıcalıktır bence.
Otelde hizmetçilik yapan bir kadın, bir arkadaş bulma kulübünde 50 erkek içinde tanıştığı adamla ilişkiye girer. Ona olan bağlılığı ve gelişen ilişkileri, bir villada bekçilik yapan adamla buluşmalarından birinde bir soygunla karşılaşmaları ile düğümlenir. Buradan sonra gelişen olaylar her ikisini de farklı yerlere götürecektir.
İtalyan-Fransız filmlerine alışmak gerçekten çok zor oluyor. Ne tarz bir alışmaktan bahsediyorum? Bir kere benim için dile alışmak zor. İngilizce olduğu zaman en azından belirli sahneleri dinleyerek devam ediyorum, sürekli bir altyazı okumak zorunda kalmıyorum. Yabancı yapımlar..Konumuz kısaca; bir cinayet işleniyor filmin başında bizlere o gösteriliyor. Daha sonra olayı araştırmak için 2 FBI ajanı geliyor ortaya ve tanıklarımız bir araya toplanıyor. İşte hikâyemiz buradan sonra başlıyor. 3 tanık, 3 ayrı odaya toplanıyor ve herkes den olayı anlatmaları isteniyor. Hepsi olayı anlattığı zaman, sizleri nelerin beklediğine gerçekten şaşıracaksınız.
Sert, kaba ve havai bir adam olan Max, California’da hapisten çıkıyor. Birikmiş parası olduğu için Detroit’te gerçek naylon fırçaları ve doğal Akdeniz süngerleri olan bir araba yıkama servisi açmak istiyor; ama önce oraya varmak zorunda. Yolda, uzun bir deniz yolculuğundan yeni dönmüş olan, ticaret filosunda çalışan, sevimli ama güçsüz Lionel’a rastlıyor. Lionel uzun zaman önce Pittsburgh’da bıraktığı karısını ve hiç görmediği çocuğunu bulmak istiyor. Doğu’ya yolculuk için güç birliği yapıyorlar. Yolculuklarında birçok karaktere rastlıyor, hoş, çılgınca vakit geçiriyorlar. Bu görsel olarak etkileyici, iyi oynanmış ve unutulmaz anlarla dolu yol filmi Hackman ve Pacino’nun..
İzlerdim, bu yazıyı yazarken dizi müziğinin melodisi bile aklımda ve kendi kendime mırıldanır bir haldeyim. 88 doğumluyum ama en azından benim zamanımda tekrarları sayesinde anımsayabiliyorum. Konu fazla mühim değil gerçekten benim için. Ben bu zamanda çekilen filmin, geçmişle ilişkisini sorgularım. Fazla incelemeye gerek yok, ne demiştik, yeniliklere biraz açık olmamız gerekiyor.
İşlemedikleri bir suçla yargılanan bir grup Özel Kuvvetler üyesi..Yeri geldiği zaman eleştirdiğimiz Hollywood aksiyonlarına, yeri geldiği zaman saygı göstermesini de bilmek gerekiyor. Tabi ki göstereceğimiz saygı ve sevginin dozajını ayarlamakta fayda vardır elbette ama bu sefer gerçekten övgüleri hak eden bir film olmuş. Artık öylesine kısır bir döngüye girdik ki, ünlü ve kariyerli oyuncuları bulan herkes bir film çekmeye başladı ve çoğu gerçekten zaman kaybından daha fazlası değil.
Emekli CIA ajanı Frank Moses artık sakin bir emekli hayatı yaşıyordur. Fakat bir gün karşısına, kendisini tehdit eden ve yüksek teknoloji silahlarla donanmış bir suikastçı çıkar. Artık hayatı tehlikede olan Frank eski takım arkadaşlarını toplar ve aksiyon dolu bir kovalamaca bizi beklemektedir.Konu olarak basitçe; Bad Blake ardında birden fazla evlilik, kötü bir şöhret ve bol miktarda alkol bırakmış geçkin bir Country müzisyenidir. Alkol problemi olan Blake'in hayatı günden güne daha kötü gitmektedir. Ona bu konuda genç gazeteci Jean yardım edecektir. Blake onun sayesinde kendisini yeniden keşfedecektir.
Copyright © 2009-2012 Film Dünyası | Powered by DvdMovieWorld
Design by Fırat Çimenli & Blogger