29.09.2010

The Human Stain [2003]

Film için söylenebilecek tek bir şey var benim, bizim adımıza: ”biz bu filmin zamanını kaçırmışız”. Yıl olarak değil yanlış anlamayın, biz filmde işlenen hikâyeyi, davayı kaçırmışız. Irkçılık olaylarına, Yahudilik kavramına ve o zamanlarda çıkan olayları kaçırdığımız ve konuya hâkim olamadığımızdan dolayıdır ancak. Ama gene de bir anlamayı deneyelim isterim kendi adıma;

ABD’nin en itibarlı üniversitelerinden birinde iyi bir kariyeri olan Coleman Silk seçkin bir profesördür. Bir gün bir ders sırasında öğrencilerden birine konuyu yanıtlaması için izin verir ama öğrenci yoktur. Öğrenci okula 2 haftadır gelmiyor ve Coleman öğrenciyi görmemiştir bile...


28.09.2010

Best Movie Quotes #8

Muhtar İbrahim - Zina ile suclaniyorsun, masum oldugunu ispatlayabilir misin? Soraya -Suclamayi yapan onlar, onlar ispatlasin sucumu. Muhtar -Eger ki bir kadin kocasi tarafindan itham edilmisse, masumiyetini ispatlamak kadina duser, yok eger kadin kocasini itham ediyorsa kocasinin sucunu ispatlamak da kadina duser. Zehra - yani butun kadinlar suclu, butun erkekler
sucsuz.



Stoning of Soraya [2008]

27.09.2010

Paralel Life [2010]

Tamam, uğraşmayın nasılsa orijinal ismini okuyamayacaksınız. Paralel hayatlar demek yeterli. Bir cuma akşamı elime jiletimi ve kırbacımı alıp ekran karşısına bu filmi izlemek üzere oturdum. Yıllardır sinema izlememe ve artık olgunluk dönemime girdiğimi düşünmeme rağmen bırakamadığım bazı huylar ya da alışkanlıklar var. Belki bunlara eksik bile diyebiliriz. Uzakdoğu filmleri çekilmiyor arkadaşım. Yok, İngilizce olsun Türkçe olsun konuşmalar olmuyor. Akıl sürekli (İngilizce filmler yüzünden) konuşmalara gidiyor ve altyazılar kaçıyor. Buna dikkat etmek isterken film kaçıyor. Uzatmayalım daha fazla; film Kim Seok-Hyeon (Ji Jin-Hee) Kore’nin 36 yaşında atanan en genç ağır ceza mahkemesi yargıcıdır. Akılcı hükümleriyle ünlüdür. Kim Seok-Hyeon’un bir de güzel bir eşi (Yun Se-Ah) ve kızı vardır.....

26.09.2010

Best Movie Quotes #6


"Ben sevdiğim kadın için en iyi dostumu sattım, ya sen ne yaptın?"

Eşkiya [1996]

25.09.2010

The Invention of Lying

Pek şahane bir film ile bir de uzun bi aradan sonra yeniden karşınızdayım. Aslında en az bu film kadar seyri güzel başka bir film olan "Love and Other Disasters"ı yazacaktım ama onu en az bir kere daha izlemem gerekiyor, neyse kısmet bu filmeymiş.

Efendim şimdi film yalan söylemenin icat edilmesi başlığına sahip ama tabi ki öyle bir durum yok. Yani evet hiç kimsenin yalan söylemeyi bilmediği bir dünyada geçiyor mevzu ve evet başrol oyuncumuz dışında yalanın ne olduğunu bilen kimse yok. Bu açıdan zaten film çok eğlenceli.------ azcık spoiler----Mesela adam bankaya gidiyor diyor ki benim hesabımda üç bin dolar var ve kontrol edildiğinde 300 dolar olduğu ortaya çıkıyor, normal şartlarda adamın bankadan kovulması lazım fakat invention of liying dünyasında " ah efendim kusura bakmayın herhalde sistemde bi sorun oldu buyrun üç bin dolarınız" diyor----spoiler bitti----

Filmin eğlenceli tarafı bu ama bir de eleştirel bir tarafı var ki, o çok daha eğlenceli. Filmi tek bir cümle ile özetleyecek olursak, bu film Hristiyanlığın palavradan ibaret olduğuna inanan insanların çektiği bir film. Bunun dışında söyleyeceğim her şey çok acayip spoiler olacak o yüzden konuya daha fazla bulaşmıyorum. Film İngiltere'de geçiyor ki filmi sevmemiz için başka güzel bir sebep, şayet yapabiliyorsanız ingilizce altyazı ile izlemenizi tavsiye ederim zira ingilizcesi çok daha komik türkçesi aynı komiklikte olur mu bilemiyorum. Filmi izlerken hristiyanlığın islamiyete benzeyen taraflarını gördükçe bi iç hesaplaşma da yaşanabilir ama tabi bu durum filmin ne kadar ciddiye aındığıyla ilgili bir durum, ben düşünmedim değil, belirteyim.

Bütün bunların dışında filmin bir güzel tarafı da mini rollerde Amerikalı, sevdiğimiz oyuncuların hem de ingiliz aksanı ile karşımıza çıkıyor oluşu. Sırasıyla Philip Seymour Hoffman, Jason Bateman ve Edward Norton mini minicik rollerde oynuyorlar. Başrollerde ise Ricky Gervais ve Jennifer Garner var, ki her ikisi de oldukça başarılı bir performans sergiliyorlar. Ricky Gervais filmin hem yazarı hem de yönetmeni ve dehasını takdir etmemek mümkün değil. Zira filmdeki bütün detaylar o kadar esprili o kadar incelikli düşünülmüş ki, insan izlerken vay be diyor, yani en azından ben dedim. bu filme puanım 9 kanka. izlemeyen kalmasın bence.

Son olarak, filmi izlememe ön ayak olduğu için Hulusi'ye buradan teşekkür ediyorum. Sağol.

Tatil Kitabı [2008]

Biri bana bu filmi al-izle-ver dese, büyük olasılıkla izledikten sonra bana bunu diyeni komaya sokarım ya da o tarz bir ”cd”yi geri verme tarifesi uygularım. Film;

Tatil Kitabı, Silifkeli bir ailenin bir yaz boyunca başından geçenleri, daha çok ailenin küçük oğlu Ali’nin bakış açısını ön plana çıkararak anlatıyor. Filmin olay örgüsü, Ali’nin sert mizaçlı babası Mustafa ile ailenin diğer üyeleri arasındaki gerilimler üzerine kurulu. İstanbul’da askeri lisede okuyan büyük oğlu Veysel’in askeri okulu yarıda bırakarak üniversite sınavına girme isteğine şiddetle karşı çıkan Mustafa, çekingen ve içine kapalı bir çocuk olan Ali’yi de yaz tatilinde çalışıp kendisi gibi ticaret öğrenmeye zorlar. Daha sonra babası Silifke’ye dönerken beyin kanaması geçirir ve ağzından çıkan 2 laf ortalığı bir kere daha karıştırır…




24.09.2010

The Rebound [2009]

Özellikle gelismekte olan ulkelerde genc erkeklerin yasli kadinlarla birlikte olmasi hos karsilanmayan bir durumdur. Diger sanat dallarinda oldugu gibi sinemanin da kulturun ve toplumsal altyapinin temelini olusturmak, degisimlere onculuk etmek gibi misyonlari vardir. Iste bu misyonlardan birine onculuk eden film genc erkek, yasli kadin askini kendine konu edinmistir.

The Rebound filminde ozgurlukler ulkesi Amerika’nin bizim hala kabul edemedigimiz genc erkek yasli kadin iliskisi masaya yatirilmis. Her ne kadar klasik romantik komedi gibi gozukse de bu turden keskin cizgilerle ayrilan bir yapim. Klasik romantik, komedi diye adlandirdigimiz filmlerde genellikle birbirine zit iki insan ve yasadiklari olaylardan sonra birbirlerine asik olmalari konu edilir. Bu tarz filmleri izlenilebilir kilan etmenler ise izleyicinin ekranda gormek istedigi kaliteli oyunculardir Cunku konu ve senaryo acisindan diger filmlerden hicbir farklari yoktur. Bu baglamda incelendiginde The Rebound icin klasik bir romantik komedi demeniz biraz zor.

Konu itibari ile 1983 dogumlu Aram (Justin Bartha, aslinda oyuncunun gercek dogum tarihi 1978) kolejden yeni mezun olmus bir yandan kahve dukkaninda part time olarak calisirken diger yandan da kendine ciddi bir is arayan son derece mutevazi, yasitlarindan cok cok ayri, daha olgun tavirlar sergileyen ve hala ailesi ile yasamak durumunda olan bir genctir, Sandy ise 40 yasina girmis, esinden yeni bosanmis 2 cocuklu bir kadindir. Cocuklarini alip baska bir yere tasinan Sandy burada Aram ile tanisir ve Aram’in cocuklara olan sevgisini kisa zamanda farkeder ve Aram’i cocuklarin bakicisi olmasi icin ikna eder. Onceleri aralarindaki yas farki birseylerin gelismesine engel olsa da Aram’in olgun tavirlari Sandy’nin dikkatini ceker ve ikili yakinlasmaya baslar ta ki Sandy hamile oldugun ogrenip doktora gidene kadar, buradan sonra aslinda hamile olmadigini farkeden Sandy’nin akli basina gelir ve Aram ile aralarinda ayrilik ruzgarlari esmeye baslar…

Yillardir beklenen en guzel duygusal komedi filmi slogani ile yola cikan The Rebound, belki de konunun cekiciligi ve oyuncularin basarili performanslari ile kendini farkli bir yere koymayi basarmistir.. Cekimleri istanbul, Paris ve Newyork’ta yapilan filmin bir Turk icin en guzel yeri suphesiz ki Aram’in dunya turu esnasinda istanbul’a ugrayip vapurda cay ictigi sahnedir. Istanbulda’ki cekimlerde unlu oyuncuya cok kisa bir sure eslik eden Saadet Isik Aksoy’da kendisini bir Hollywood filminde gostermesinin hakli gurunu yasadi.

Film uzun suredir bazi ulkelerde gosterimde olmasina ragmen Amerika, Birlesik Krallik ve Avusturalya’da gosterime henuz girmedi, yapimcilara gore bunun sebebi 2009 yilinda gosterime giren yuksek giseli filmler… Ancak filmin Dvd’si nin de piyasaya suruldugunu dusunursek gelir acisindan Amerika’nin en kotu giseni yapacak bir film olmasi kacinilmaz, tabi ki buna birde yetersiz reklam ve gosterimler eklenince hak ettiginden cok daha dusuk bir basariya imza atan bir yapim olarak izleyiciyi daha da onemlisi Zeta Jones hayranlarini hayal kirikligina ugratti.. The Rebound, seks icerikli bir film olarak lanse edilmesine ragmen az once bahsettigim tarzda bir romantik komedi olmasi filme elestirmenler tarafindan yoneltilen en ciddi elestirilerden bir tanesidir.

Toplumun yeni kabul etmeye basladigi bir olguyu kendine konu olarak secen The Rebound filmi kendi turunden sadece bu sekilde ayriliyor ve yine kaliteli bir romantik komedi filmine olan ozlemi baska baharlara birakiyor….

23.09.2010

The Notebook [2004]

Hani aşka, aşkın yüceliğine inanmayan bireylerin icat ettiği ve son derece popüler bir söz varya “senin dediğin aşk ancak filmlerde olur” diye işte o filmlerde olur dedikleri filmlerin bir tanesi bu. Öylesine bir aşk betimleniyor ki filmde, insanların bu filmin sonunda aşka inanmaması mümkün değil. En ruhsuz adama bile izletirseniz o dahi filmden etkilenecektir. The Notebook işte bu derecede iddialı bir film. Fakir erkek, zengin kız gibi arabesk bir ilişkiyi işlemesine rağmen aşkın büyüklüğü karşında insanı büyüleyen bir hikaye ile şeyirciyi kendinden geçirmeyi başaran muhteşem bir romantik dramadır The Notebook.

1940 lı yıllarda başlayan konuyu biz bir adamın yazdığı günlüğünden dinlemeye başlıyoruz, anlatıcının sihirli sözleri eşliğinde o büyük aşkın yaşandığı döneme dönüyoruz ve orada iki büyük aşık ve iki büyük oyuncu Noah ( Ryan Gosling ) ve Allie ( Rachel Mcadams )’ nin gençlik ve tanışma dönemine ortak oluyoruz. İlk başta karşılıklı inatlaşmalara dönüşen bu hoşlanma duygusu yerini daha sonra artık dönüşü olmayan bir aşka ve dramaya bırakıyor ve 1940’lı dönemlerin başında başlayan bu büyük aşk huzurevinde iki sevgilinin birbirlerine sarılmış vaziyette ölmeleri ile bitiyor. Bu filmi yazıya dökebilmek soyut bir kavramı somutlaştırmak gibi bir şey çünkü filmde anlatılan konu saf ve temiz bir aşk.

Aşk ile hiç tanışmamış, aşka güveni kalmamış, “aşk yoktur” diyen insanlara terapi niteliğinde izletilmesi gereken bu muhteşem başyapıt aslında Nicholas Sparks isimli bir yazarın yine film ile aynı ismi taşıyan romanından beyazperdeye aktarılmış bir başyapıt ve ufak tefek değişiklerin dışında kitap ile uyuşma yüzdesi çok yukarılarda olan bir yapım. Film, doğrusunu söylemek gerekirse yapıldıktan hemen sonra değilde Dvd sürümü çıktığında ünlenmiş bir film çünkü hem gişe hasılatına hem de box office duruma baktığınızda böyle bir film için haksızlık yapıldığını düşünebilirsiniz. Ben bunu yetersiz reklam ve tanıtımlara bağlasam da insanlar filmi izledikten sonra eşine dostuna anlatması sayesinde çok ciddi bir izlenme oranını yakalaması da bir gerçek. Belki bir yerde bu film için “öldükten sonra ünlenmiş bir ressam” benzetmesi yapabilirim. Öyle ki 25 haziran 2004 yılında Kanada’da gösterime giren The Notebook 29 milyon dolarlık bir bütçe ile çekilmiş ve 81 milyon doları sadece Kanada’dan elde edilmiş 115 milyon dolarlık bir gişe hasılatı ile gösterimden kalkmış

Filmin çekiciliği ve bağlayıcılığı hem konunun aşk gibi bir temayı işlemesinden hem de perdenin gerisinde filmi yönetenlerin tecrübeli isimler olmasından dolayı aşk gibi bir duygunun filmde canlandırılması başarılmış. Her sinemaseverin evinde bilgisayarında bulunması gereken The Notebook, aşka inancını kaybetmiş bireylere terapi nyetine uygulanması ve belirli aralıklarla hatırlatılması gereken bir başyapıttır gözümde.

22.09.2010

Best Movie Quotes #5


Michael: Is it mine?
Leigh Anne Tuohy: yes sir.
Michael: Never had one before.
Leigh Anne Tuohy: What? A room to yourself?
Michael: A bed.

The Blind Side [2009]

21.09.2010

Race To Witch Mountain [2009]

Evrenin en bilinmeyen yönü olan Ufolar, edebiyata olduğu kadar sinemaya da önemli bir ilham kaynağı oluşturmuştur hatta bilim kurgu türünün ilk temelleri de bu oluşumun üzerine atılmıştır. Evrenin başka bir yerinde yaşayan uzaylıların var olup olmadığı paradoksundan yola çıkılarak bu konu üzerine yüzlerce film yapıldı ve bir o kadar da kitap yazıldı. Zaten sinema denilen sanat türü insanın hayalgücü ile doğru orantılı olduğundan ortaya, özellikle hayal gücüne ihtiyaç duyulan bilim kurgu türünde yüzlerce film çıktı

Race To Witch Mountain filminde edebiyat ve sinemanın ortak bir ürününü görmemiz mümkün, Alexander Key’in 1968 yılında yayınladığı Escape To Witch Mountain kitabından yola çıkılarak yapılan film birebir kitap gibi olmasa da konu olarak çıkışı bu esere dayanmaktadır. Zaten aynı kitabın bir başka sinema versiyonu da 1975 yılında kitap ile aynı adı taşıyan bir film olarak tasarlandı ve çekildi. Aynı kitabın iki farklı sinema versiyonunu karşılaştırdığımızda kitaba bağlılık açısından 1975 yapımı daha ağır basıyor. Zaten 2009 yapımı Race To Witch Mountain’in yönetmeni Andy Fickman kitaptan bağımsız bir konuyu işlediğini söylemişti ki filmde askeri robot Siphon da yönetmenin hayal ürünüdür.

Başka bir dünyadan gelen iki çocuğun uzay gemilerinin kaza yapması sonucu Taksici Jack Bruno (Dwayne Johnson)’dan yardım istemeleri ve devamında Amerikan ordusunun,geldikleri dünyadan gönderilen robot siphonun her türlü engellemelerine rağmen araştırmalarını bitirip uzay gemilerini bulmaları ve geri dönme çabalarına konu olan bir film. Bu kadar aksiyon ve karmaşanın içinde aşk olgusunu da unutmayan film, yer yer komik yer yer heyecanlı bir ilerleyişe sahip olarak izleyiciyi ekranda tutmayı başarıyor.

Bunun dışında ciddi anlamda emek harcanan yapım için Nasa’dan CIA’den ve Ufo bilimcilerinden yardım alınmıştır ve Siphon dediğimiz robotun da dizaynı ve makyajı da Aliens & Predators filminde uzaylıların dış görünüşünü de tasarlayan tasarımcılar tarafından yapılması filme gösterilen önemin birkaç örneği.Film 24.4 milyon dolarlık açılış hasılatı ile 2009 yılında Disneyin Box Office’de 1. Sıradan açılış yapan ilk filmi olma başarısını göstermiş ve 50 milyon dolar gibi büyük bütçesine rağmen 106 milyon dolarlık bir gişe hasılatı ile gösterimden kalkan Race To Witch Mountain eğlenceli bir Pazar filmi…

20.09.2010

Best Movie Quotes #4


Last year I spent 322 days in the road which means I had to spent 43 miserable days at home.

Up in the Air [2009]

18.09.2010

Diary of the Dead (2007)

Tüm filmlerini izlemesem bile bu George Romeo denen adamın resmen hayranıyım. Yıllardır istikrarla çevirdiği zombi filmlerinin çoğu kült olmuş hatta korku sinemasına adını yazdıracak filmlere yapımcılık ve yönetmenlik yapmış. Ama nedense en iyisini sona saklamış: demedi demeyin ölülerin günlüğü üç yıldır keşfedilmememiş ama keşfedilmeyi bekleyen bir BAŞYAPIT!

Eğer izleyip beğenmediyseniz lütfen yazının devamın okumayın zira bu oğlan sinemadan ne anlar ki demenizi istemem. Ama yine de yanıldığınızı düşünüyorum. Neyse fazla uzatmadan filme geçeyim yoksa övdüğüm şeyin ne olduğunu anlatma fırsatı bulamadan yazımı sonlandırıcam.

Zombi kuşağında bu seferde bir grup sinema öğrencisi radyodan dinledikleri ölülerin uyandığına dair haberler sonucunda sürükleyici bir macera yaşıyor. Ama zombiler film boyunca sinema öğrencilerini mi yoksa medya ve kötüye giden toplum düzenini mi dişliyor belli değil zaten filmi çekici (hatta çok çekici) yapan da bu! Ölülerin günlüğü bir sinema filminden çok 93 dakikalık bir propagandayı andırıyor. Hem de ne propaganda... Sisteme atılan taşın haddi hesabı yok, hatta bir süre sonra taşlar sadece sisteme ya da medyaya değil bireysel olarak insanlara da atılıyor. Öyle ki film insanların sadece kötü, bencil, ilkel kısımlarıyla ilgileniyor. Hala izlemediyseniz izleyin ve görün; ve bu süre içinde yaptığınız kötü şeyler yüzünden pişman olun, ağlayın, sızlanın. Siz hiç izleyiciye günah çıkartan film gördünüz mü? izleyin ve budeneyimi yaşayın...

Peki ölülerin günlüğü nasıl bir korku filmi?

Korku mu? Yooo, ölülerin günlüğü korku değil! hatta neredeyse şiddet bile içermiyor (hastane sahnesini saymazsanız tabi). Diyeceğim o ki ölülerin günlüğü şöyle bilinci oluşmuş ya da oluşmaya başlamış çocukları olan bir ailenin rahatça izleyebileceği bir film (tabi bu aile hazır bir araya gelmişken böyle bir filmi izlemek istemezse ona diyecek yok). Ayrıca filmde küçücük bir cinsellik ögesi bile yok! ohhh! ballı kaymak vallaha...

Sonuç olarak filmin sonu da gördüğüm en iyi sondu herhalde sürpriz falan beklemeyin ama yine de çok ağır bir final, belirsizlik son safada. Baş kızımızın sorduğu o son soru resmen iç yakıyor.

17.09.2010

Premonition [2007]

Bilim insanları Premonition yani Türkçe adı ile “Öngörü” kelimesini ”gelecek tehliklerini öngörü ya da sezmenin özel adıdır” şeklinde açıklıyorlar aslında filmde de anlatılan konu tam olarak bu. Her zaman kendine özgü konusu olan filmler, konu ilginç olmasa bile izleyiciden saygı görür işte bu yapım da onlardan biri.

Önündeki haftayı Perşembeden başlayarak, pazartesi, cumartesi, Salı, Cuma, Pazar ve çarşamba şeklinde farklı zamanlarda gören ve yaşayan bir kadının dramını anlatan filmin Türkler içinde önemli bir yeri var, Filmin yönetmeni Mennan Yapo yani Mennan Yapıcıoğlu türk kökenli bir yönetmen “Good Bye Lenin” filminden de bilinen yönetmen Hollywood’da Türkiye’yi temsil etmese bile bizim için türk kökenli olması yeterli bir övünç diye düşünüyorum.

Bu filmin başka bir özelliği de Sandra Bullock’un gerçek oyunculuğunun ön plana çıkmasıdır ki filmin yapımından Oscar aldığı döneme kadar geçen 3 yılda gösterdiği gelişim bir Sandra Bullock hayranı olarak beni çok memnun etti, neredeyse bu filme kadar oynadığı gereksiz yapımlar ile kendi kalitesinin farkında olmayan bir oyuncu profili çiziyordu en sonunda bu farkı anlamış olacak ki böylesine ses getiren bir yapımda oynadı…
Film kesinlikle dikkat gerektiren bir film çünkü filmin bir sonraki sahnesi bir önceki ile paralel olarak ilerliyor, Premonition’u 3 bölüm halinde izlediğim için hiç bir şey anlamamıştım o yüzden bu yazıyı yazabilmek için bir kez daha izlemek zorunda kaldım ve gördüm ki ilk izlediğim ile alakalı olmayan bir filmmiş. Zaten genel olarak filmler dizi tadında izlendiğinde vermesi gereken duyguyu izleyici alamıyor.

Bir filmi her şekilde bir bütün olarak ele almak gerekiyor o yüzden filmin posterindeki ilginçlik de bana göre filmi, emek harcanmış ve ekonomik kaygı gütmeyen filmler arasına sokmaya yetmiş zaten film izleyiciye çok ciddi ve yeni bir konu vaad ediyor.Bu yeni ve daha önce örneklerinin pek bulunmadığı konu ise “sinemada yeni konu bitti” diyenlere tokat niteliğindedir. Bu yüzden de gözümde saygıyı hak ediyor. Bu karmaşık konu, izleyiciyi filmin sonuna doğru sürüklerken aynı zamanda olay örgüsü ile kendine hayran bırakmayı da ihmal etmiyor. Bu arada sinema tarihine yön veren otoriteler filmi Memento, The Sixth Sense gibi filmlerin yankılarının duyulduğu bir yapım olarak gördüklerinden dolayı filme genel olarak eksi not vermişler tabi her birey kendi zevk ve renginden sorumlu olduğundan filmin benim gözümdeki yeri üstlerde.

Film gösterime girdiği haftada 300 ve Wild Hogs filmlerinin ardından 2831 salonda gösterime girip box office’de $17,558,689 gibi bir hasılat elde ederek 3. Sırayı almış ve dünya genelinde $84,146, 832 bir hasılat ile gösterimden kalmış mütevazi bir yapım. Konu olarak sizi etkilemese bile Bullock’un performansı adına izlenmesi gereken bir film...

16.09.2010

The Virgin Suicides [1999]

"Obviously Doctor, you've never been a 13 year old girl."

Ne yalan söyleyeyim, The Devil Wears Prada'yla takas yaparken Romantik komedi bölümünden aldım bu filmi. Romantik komediler, sinema dünyasının en önemli parçalarından biridir bana göre. Dünyanın en ciddi insanı bile, bir süre sonra ciddiyetten sıkılır ve kafasını kaldırıp eğlenceli bir şeyler görmek ister. Eğlence, bir çok insan için sevdiği insanla görüşmek, öpüşmek, bir çokları için tuttuğu takımın maçını izlemek, bazıları için kavga etmek, hatta belki de kötülük yapmaktır. Hiç şüphesiz en kolay yoldan eğlenmenin yolu, açıp bir romantik komedi filmi izlemektir. Ben de o moddaydım işte. The Devil Wears Prada'yı izlemiştim ama vücudum daha fazlasını istiyordu. Belki de okulların başlayacak olmasıydı benim içimi sıkan ve eğlenmek, gülmek, keyifli şeyler görmek istiyordum. Elim bu yüzden romantik komediye gitti yine ve bir kaç filmi atladıktan sonra The Virgin Suicides'ı seçtim. Adından belli romantik komedi olmadığı, ne salakmışım. Tabii oyuncu kadrosunda Kirsten Dunst görünce ciddi düşünemedim uzunca bir süre, ta ki film bitene kadar...

Konu şöyle, 1970'ler Michigan'ında bir kasabaya yaşları 13-17 arasında değişen 5 kız, (Cecilia (Hanna Hall), Lux (Kirsten Dunst), Mary (A.J. Cook), Therese (Leslie Hayman), Bonnie (Chelsea Swain)) anne Lisbon (Kathleen Turner) ve baba Lisbon (James Woods) taşınır. Kızlarımız güzel oldukları kadar gizemlidirler de. Ancak bu gizem, onların olmasını istedikleri bir gizem değil, zorla onların üzerine kondurulmuş bir gizemdir. Muhafazakar aileleri tarafından. Mrs. Lisbon dinine aşırı derecede bağlı bir annedir ve kızlarını her zaman göz altında tutmak ister. Mr. Lisbon ise yarı kılıbık, yarı kaçık bir matematik öğretmenidir ve karısının her dediğini, bazen istemese bile harfi harfine uygular. Sonuçta kendi hayatlarını yaşayamayan ve bu durumdan bir hayli mutsuz olan ise 5 kız kardeştir. Tabii onların karşı binasında oturan 5 genç çocuk da kızların bu durumundan mutsuzdur. Bu 5 genç çocuğun gözünden izlediğimiz filmde kızların ergenlik çağındaki hareketlerini, cinsel deneyimlerini vb. şeyleri anlamaya çalışırız ama gerçek olan şudur ki, bunu bir erkek asla anlayamaz.

Jeffrey Eugenides'in yazdığı kitaptan esinlenilmiş, Francis Ford Coppola'nın kızı Sofia Coppola'nın çektiği uzun metrajlı ilk film bu. Biraz "based on a true story" tarzında. Hatta biraz değil, kesinlikle böyle. Film, eminim Hristiyanlar'ı çok daha fazla vurmuştur ama biz, burada izleyince pek şaşırmıyoruz çünkü muhafazakar ailenin kızlarına yaptıkları şeyler, getirdikleri yasaklar bu ülkede çok normal. Ataerkil bir toplumuz maalesef ve erkek her şeyi yapar, kız evlendikten sonra hatta hiç gibi bir düşünce hakim çoğunluğun kafasında. Bu tabii ki olması gereken değil, olan. Neyse, ülkemizdeki konulara girersek içinden çıkamayız, filme dönelim. Sofia Coppola'nın bu filmde tam olarak anlatmak istediği şey, gençlerin ergenlik çağında yaşadığı zorluklar değil. Muhafazakar annenin çocuklarına uyguladığı zulüm de değil. Anlatmak istediği şey bence asla bir genç kız gibi düşünemeyeceğimiz. Zaten bu yüzden filmi onların gözünden değil de genç erkeklerin gözünden izliyoruz ve biz de en fazla o erkeklerin bildiği şeyleri biliyoruz. Daha fazlasını değil. Evet, eve kapatıldıklarını biliyoruz, aralarında en azgınının Lux olduğunu biliyoruz ama eee? Gerisi? Sofia, gerisini göstermiyor bizlere çünkü tema bu. Asla o olmadan, onun ne düşündüğünü anlayamazsın. Ve filmin sonunda da kızların niye intihar ettikleri -korkmayın spoiler değil, filmin adından da belli zaten- havada kalıyor böylece. Seyirciye düşünme payı bırakılıyor ama bir yandan da "asla bilemezsin" bilinçaltına yerleştiriliyor.

James Woods ve Kathleen Turner'dan çok iyi oyunculuk. Benim şahsen aşık olduğum ama objektif bakarsak kariyerinde daha fazlasını yapabilecekken yapamayan, 1. sınıf oyuncular arasına yerleşemeyen ama onların bir altı olan Kirsten Dunst mükemmel oynuyor. Rolü de cuk oturuyor kendisine. Kardeşlerin en güzeli ve en azgını. Belki de Kirsten'in hayatı boyunca en iyi rol yaptığı film bu filmdir. Josh Hartnett'in karizması, Hanna Hall'ın ufak rolünü o yaşta iyi kotarması ve yazının en üstündeki, hafızalara kazınan repliği ve Danny De Vito'nun ufak doktor rolü de değinilmesi gerekenlerden.

Filmin Air şarkılarından oluşan soundtrack'i de müthiş. Özellikle Playground Love şarkısını filmden sonra da dinlemek isteyeceksiniz muhakkak. Air'i şahsen daha önce hiç dinlememiştim ama çok değişik bir tarzı var Fransız ikilinin. Sanki şarkıların içinde bir kere dinledikten sonra hep onu arzulayacağınız bir madde var ve sizi kendisine çekiyor. Filmin bana kazandırdığı en önemli şey Air oldu. Tuhaf, gizemli ve karanlık atmosferle müthiş bir uyum içeriyor parçalar. Filmden sonra yorumlara baktım biraz ve bazı kişilerin çok boş bulduğunu gördüm. Öyle değil. Sofia Coppola, tanıdık bir olayı çok farklı bir şekilde bize anlatıyor ve ben hayal kırıklığına uğramış bir şekilde dublaj izlerken bile müthiş etkilendim. 7/10

Greatest Movie Scenes #20

İzlerken zevk vermeyen ama izledikten sonra bir anda oyunculuk performansı gözünüzde tekrar canlanıyor. Scarface gerçekten boş bir filmi, bana fazla birşeyler, hatta hiçbirşey katmadı. Klasik, sıradanlaşmış mafya filmi ama öyle bir Al Pacino izliyorsunuz ki, film bir anda dünyanın en kıymetli filmi oluveriyor.!

Scarface [1983]

15.09.2010

Addicted / The Poisoning (Jungdok) [2002]

Normalde bir filmi izlemeden önce fragmanı izlemekten ya da o film hakkında sağda solda yazı okumaktan nefret ederim, ama komik olan bu benim şu anda yaptığım iş zaten…

Bu sefer KanesHiro isimli yazarımızın kritiğini okumaya karar verdim. Uzakdoğu sineması konusunda seçici olmam gerektiğine inanıyorum, çünkü normal şartlarda zaten dayanamadığım bir tarz ama bunun gibi deneme-tavsiyel

Her sayesinde ancak izleyebiliyorum. Başlangıç lafını biraz fazla uzattım sanırsam hemen filme geçelim;

İki kardeş, Ho-jin ve Dae-jin, aile olarak sahip oldukları yegane şey kendileridir. Ağabey olan Ho-jin Eun-soo ile evlenerek aileyi 3 kişiye yükseltir, ve hep birlikte mutlu ve huzurlu şekilde yaşarlar. Ancak bir gün Ho-jin’in itirazlarına rağmen Dae-jin bir otomobil yarışı finallerine katılır. Tam aynı anda ama farklı yerlerde...



13.09.2010

The Devil Wears Prada [2006]

Hani artık laptop'ta film izlemeye başladım, ps2 takıntım geçti demiştim ya. Heh, en son The Devil Wears Prada'yı almıştım dvd'cimden. Bayağı bir durmuştu bende, şöyle 3-4 hafta falan. Bizim için büyüklerin elini öpmek, bir gelenektir bayramda. Ailem İstanbul'a giderken, ben hayatımda ilk defa onlara karşı gelip İstanbul'a gitmedim ve yalnız kaldım evde. Sebebim ise şuydu: 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası. Geçen sene, Eurobasket 2009'un son günleri de Ramazan Bayramı'na denk gelmişti, yarı finali ve finali kaçırmıştım. Bu sefer basketbol ağır bastı ve tepkimi koyup gitmedim. Ev boş olunca da ps2'yi televizyona bağlayıp film izleme imkanım oldu ve bayağıdır bekleyen The Devil Wears Prada'yı takıp, biramı da alıp filme başladım.

Konusu şöyle, New York'ta Runway adlı moda dergisinin editörü olan Miranda Priestly (Meryl Streep), kendine yeni bir asistan aramaktadır. Bu iş uğruna 1 milyon genç kızın öleceği belirtilmektedir. İşi kapan ise Andy Sachs (Anne Hathaway) adında üniversiteyi yeni bitirmiş, moda dünyası ile hiçbir ilgisi olmayan, kendi halinde sıradan bir genç kız olur. Birinci asistan Emily Charlton'un (Emily Blunt) işe başlar Andy. Ancak zamanla Miranda'nın ne kadar şeytani bir editör olduğunu anlar ve bu zor görevin altında bunalır. Fakat mücadeleci ruhu sayesinde pes etmez ve editörünün verdiği görevleri birer birer başarır ve kariyerinde yukarılara doğru tırmanmaya devam eder. Andy moda dünyasına uyum sağlamayı başarmış ve Miranda'nın gözünde de yükselmiştir ancak kendi hayatını, kendi arkadaşlarını, en önemlisi de yaşam biçimi ve samimiyetini kaybetmiştir. Artık seçim yapmak zorundadır.

Lauren Weisberger'in aynı adlı ilk romanından bir uyarlama bu film. Basında çok konuşulan ve New York Times Best Seller olan bu romanı ilginç kılan ise yarı yarıya gerçek bir hikayeden uyarlanmış olması. Hikaye Lauren'in başından geçiyor ve Lauren'in üniversiteden mezun olduktan sonraki ilk işi Vogue dergisinde genel yayın yönetmeni olan Anna Wintour'un asistanlığını yapmak. Kitaptaki Miranda Priestly karakteri ilk bakışta Anna Wintour'dan esinlenmiş gibi gözükse de yazar Lauren Weisberger öyle olmadığını söylüyor. Bizler bunu yemiyoruz tabii. Neyse, biz filme dönelim. Film, iç yüzünde Andy'nin, şeytani editör Miranda karşısındaki hal ve hareketlerini ve kendi yaşamını anlatsa da bizlere New York moda dünyasından geniş bir yelpaze ve olası dedikodular sunuyor. Bazen konuyu unutup kendinizi ışıl ışıl New York ve Paris (Paris'e de gidiyorlar, evet modanın merkezi İstanbul değil çünkü, Paris) gecelerine bırakıyorsunuz. Tabii bir de enfes kıyafetlere. Enfes kıyafetler demişken Sex and the City'nin de kostümlerini dizayn eden Patricia Field'a bir selam çakmak lazım, ki kendisi bu filmle Oscar'a aday olanlardan.

Oscar'a aday olanlardan devam edelim: Meryl Streep. Bu kadına aktrislerin tanrıçası desem yanlış bir şey söylemiş olmam sanırım. Sex and the City ve Entourage'ın yaratıcılarından, yönetmen David Frankel, kendi deyimiyle Miranda karakterini Streep'e uydurmaya çalışmaktansa onun içindeki Miranda'yı ortaya çıkarmaya çalıştıklarını belirtmiş ve bunda da çok başarılı olmuşlar. Tabii Meryl Streep'in üstün oyunculuk yetenekleri sayesinde. Streep, bakışları ve alçak sesiyle de onun adına çalışanları korkutan Miranda Priestly rolünde adeta mimik dersi veriyor. Bu rol ona çok yakışmış kesinlikle. Yardımcı rollerde Nigel'ı oynayan Stanley Gucci ve Emily'i oynayan, güzel ve kibirli 1. asistan rolünde İngiliz aksanıyla Emily Blunt iyi iş çıkarmış. Anne Hathaway ise şirin mi şirin bir aktristimiz ancak bence bu role gitmemiş. Mesela Scarlett Johansson cuk otururdu bu role.

Geçenlerde Kavak Yelleri'ni izlerken bir kız arkadaşım uyarmıştı, "Aaa The Devil Wears Prada'dan çalmışlar konuyu." diye. İzleyeniniz vardır, Mine'nin çalıştığı iş ve patronu Lerzan Hanım falan. Oradan duyup da aldım filmi ve Kavak Yelleri senaristleri gerçekten kafayı yemiş. Haydi bir iki sahneyi aşırırsın da, resmen 2-3 bölümü tamamen özgün olmayan bir senaryo üzerine kurar mı bir insan ya. Biz de oturup izliyoruz o diziyi. Neyse, boşverelim şimdi Kavak Yelleri'ni. Film hakkında son bir şeyler söyleyecek olursak, çok fazla kafa yormayan, özellikle kızlar için "kız kıza izlenecek bir film" olmuş The Devil Wears Prada. Miranda ve Andy gibi iki zıt karakterin nasıl birbirine benzediğini görmek, kaliteli espriler, New York moda dünyası ve Meryl Streep'in oyunculuğu filmi izlenilir kılıyor. 7/10

Geç gelen edit: Soundtrack mükemmel!

Along Came Polly [2004]

Bir filmin kadrosuna baktığımda Jennifer Aniston’u görüyorsam konusunu dahi okumadan o filmin romantik komedi olduğunu tahmin edebiliyorum. Bunun sebebi hiç şüphesiz ki Aniston’un her zaman tek tip filmlerde oynamasıdır. Romantik komediler izleyicinin gözünde zamanı mekanları ve oyuncuları değişik, birbirini takip eden dizi filmler gibidirler ki bunun sebebi de konu olarak hep birbirinini aynı olmasıdır. Ancak filmin kadrosunda Aniston’un partneri olacak oyuncunun Ben Stiller olduğunu gördüğümde filmi izledim. Zaten romantik komedi tarzındaki filmler insanın stresini silip süpürdüğünden dolayı birbirinin aynıları olsalar bile her zaman sevdiğim bir film türü olmuştur.

Genel olarak romantik komedi filmlerinde birbirine zıt iki karakterin birbiri ile tanışması bir süre eğlenceli vakit geçirmesi daha sonra birbirlerine aşık olmaları, ayrılmaları ve filmin sonunda tekrar birlikte olmaları şeklindedir. İlk bölüm komedi ikinci bölüm ise romantizm ağırlıklıdır hatta bazıları izleyiciyi ağlatır bile. Zaten bu tür ile ilgili düşüncelerimi diğer sinemaseverlerde destekliyor olacak ki 10 yıl gibi kısa bir zamanda beşyüzden fazla romantik komedi filmi çekildi ve bir çoğu her zaman box Office açılışlarında hep ilk 3 te yer aldı.

İşte yukarıda bahsettiğim özelliklerin hepsini barındıran bir film olan Along Came Polly’de izleyiciyi sadece tarzı sayesinde ekrana çekti. Filmin hiçbir şekilde ekonomik sıkıntılardan bahsetmemesi, tamamen izleyiciyi eğlendirmeye ve stresten uzaklaştırmaya yönelik olması ve özellikle partnerlar arası uyumsuzluk gibi nedenlerle insanlar filmi merak etti ve iyi vakit geçirmek için bu filmi tercih etti bu söylediğimin en büyük kanıtı da filmin 41 milyon dolarlık bütçesine rağmen 171 milyon dolar gibi bir hasılat elde etmesidir.ve bu gelirin 21 milyon dolarını açılış haftasında box Office 1. sıradan girip elde etmesi insanların bu filmlere gösterdiği ilgiden başka bir şey değildir.

Filmin hem yönetmenliğini hemde senaryosunu yazan John Hamburg yazarlık konusunda Meet The Fockers, Meet The Parents gibi filmlerde yazar olarak kendini ön plana koyması, onu yapımcılar için ideal bir seçim haline getirdi zaten bu iki filmde de Ben Stiller ile çalışması, film için o kadar adam dururken niye Stil sorusuna da bir nevi cevap niteliğinde.

2004 yılında gösterime giren Along Came Polly iki zıt karakteri anlatmasının yanında fiziksel olarak da iki zıt karakteri bir araya getirmiş olmasından kaynaklı olarak türünün diğer örneklerinden farklı bir yerdedir. Çünkü bu gibi filmlerde seçilen oyuncular fiziksel olarak yakışıklı ve güzel kişilerdir ve zıtlık sadece karakterden ortaya çıkar ama bu yapımda ikilem hem tip hem karakter olduğundan kendini izlettirmiş ve beğendirmiş bir yapımdır.

Tipik bir cumartesi gecesi filmi olan Alon Came Polly belki hayatınızı değiştirmeyecek ancak şunu kesin söyleyebilirm ki yüzünüzde tebessümler bırakıp 90 dakika boyunca hayatın zorluklarından sizi uzak tutacak bir film.

STEPHEN

11.09.2010

Just Another Love Story [Kærlighed på film]

”Bir kadın lazım… Her hikâyeye muhakkak bir kadın lazım…”

Bu aralar Avrupa sinemasında inanılmaz filmlere denk gelme geleneğimi sürdürüyorum.

Evli ve iki çocuk babası olan adli tıp fotoğrafçısı Jonas mutlu olsa da hayatında bazı şeylerin eksikliğini hissetmektedir. Bir gün sürekli sorun çıkartan arabaları yol kenarında bozulunca Julia adlı genç bir genç kadın, onlara çarpmamak isterken kaza yapar. Suçluluk duygusuyla, ağır yaralı kaldırıldığı hastaneye genç kadının ziyaretine gider ve orada Julia’nın ailesi onu kızlarının Güneydoğu Asya’da tanıştığı erkek arkadaşı zanneder....





9.09.2010

The Blind Side [2009]

Hikâyemiz; Michael Lewis’in “The Blind Side: Evolution of the Game” adlı kitabından uyarlanacak olan film evsiz bir çocukken iyi bir aile tarafından büyütülerek bu yıl NFL’ de en iyi oyuncu seçilen Michael Oher’in hayatını konu alan bir film.

Film yukarıda bahsedildiği gibi Amerika’nın arka sokaklarından gelen bir gencin dramatik hikâyesi konu almış. İyiliksever bir aile tarafından önce evlerinin kapıları açılıyor. Zamanla alışma sürecini atlatan Ohier, aile tarafından çok seviliyor ve daha sonra evlat ediliniyor. Acıklı olarak başlayan bir hikâyenin güzel bir sonla bağlanmasını izliyorsunuz.

Film başlarda biraz ağır ilerler bir hava içine bürünse de siz filmin özellikleriyle değil, filmin...


8.09.2010

Greatest Movie Scenes #19

Training Day [2001]

Hawke ve Washington'un inanılmaz performanslarını, üst seviye bir senaryoyla birleştiği nokta olarak hatırlıyorum bu filmi. Kariyeri gerçekten iyi performanslarla geçmiş ve her filmde kendine özgü karakteriyle karşımıza çıkan D.W'ın Oscar performansını 1 kere izlemek yetmeyebilir.

7.09.2010

Yeni Sezon Yenilikleri !!!

Uzun zamandır blog hakkında herhangi bir yazı yazmamıştım. Artık zamanı geldi sanırsam.

Halen öğrenci sıfatı taşıyan biri olduğumdan dolayı, eylül ayı benim için sezon açılışı, mayıs ayı ise genel olarak kapanış tarihidir. İşte yeni bir sezon açılışında sayıyorum kendimizi ve yeniliklerden bahsetmek istiyorum...

Öncelikle bu yaz temayı ve blog sisteminde biraz değişikliğe gittim. Tek düze tema ve sıkıcı renklerden kurtularak biraz daha basitliği ve okunurluğu ön plana taşıyan bir arayüz yaptım ve olumlu bir değişiklik olduğuna inanıyorum bunun.

En önemli değişikliklerin başında aramıza yeni katılan ve artık bizlerle olamayacak olan yazarlardan bahsedelim.

Brokoli ve Villian isimli yazarlarımız ne yazık ki aramızdan ayrıldılar. Kendilerine göre nedenlerine saygı gösterdik ve ayrılık gerçekleşti. Zamanında yaptıkları katkılardan dolayı kendilerine çok teşekkür ediyorum. Biraz da yeni gelenlerden bahsetmek gerekirse;

Aydınay isimli arkadaşım aramıza katıldı. Kendisiyle tanışmamız ve buralara gelmesi çok ilginç bir hikayenin eseri aslında. Daha önemli bahsedilmesi gereken nokta ise, kendisinin yaşının çok genç olmasına rağmen yazılarının okunabilirliği olmasıydı. Umuyorum ki zaman içinde kendisini geliştirerek; birlikte daha güzel projelere imza atmamızı sağlayabilir.

Stephen isimli arkadaşımız ise son trasferimiz. İnternette dolaşırken rast gele bulduğum blogu sayesinde kendisiyle tanıştım ve bu tanışma süreci burada yazar olmasıyla son buldu. ''Hergünyenibirfilm'' isimli blogundaki yazılarını mutlaka okunması gereken bir arşiv niteliğindedir. Kendisinin artık bizim oluşumumuzun bir parçası olmasından dolayıda ayrıca mutluluk duymaktayım...

Eskilerden ''Beercholic'' ve ''Mert'' isimli arkadaşlarımızla yola aynen devam. Mert arkadaşımın okul bitirme zamanı, bitirme tezi ve aynı zamanda makale yazma uğraşlarından dolayı bu aralar sanal dünyaya fazla katılamadığını belirteyim. Dönem içinde umuyorum ki ''Sinem'' arkadaşımızdan da katkı alacağız... Dönem içinde yeni üniversite hayatının rayına oturmasından sonra bir arkadaşımın daha aramıza katılacağını söyleyebilirim...

Şimdilik bizden yenilikler bu kadar. Takip etmeye devam edin..


Teşekkürler......

The Emperor's Club [2005]

Kevin’in suçu yok
Filmi izlemeden önce konusunu okuduğumda tasarı olarak Dead Poets Society filminin bir kopyası olduğunu düşünmüştüm, çünkü konu olarak ilk ele alınıp da ses getiren filmlerin sürekli benzerleri çekilir ve genelde başarısız olur, işte bu filmi izlemeye başlamadan önceki düşüncelerim bunlardı. Film, daha çok öğrenmen, öğrenci ilişkisi üzerinden ilerlerken toplumsal kurallara ve insanların değişmeyecek olan huylarına da göndermeler yapılıyor.

Bazı filmler, takip ettiği düşünceyi izleyiciye hemen hemen her sahnede gösterirken bu filmin de temeli izleyiciye bir mesaj vermek olmasına rağmen; bu mesajı izleyici filmin sonunda alıyor o yüzden bu film için mesaj verme ve bir şeyi izleyiciye dikte etme çabası var diyemeyiz. Filmin en büyük artısı bence budur. Şimdi biraz bu mesajı anlatayım; insanların huylarından vazgeçmesinin ve kişiliklerinin değişmenin ne kadar zor hatta imkansız olduğu mesajını taşıyan The Emperor’s Club başka bir deyiş ile insan 'yedisinde neyse yetmişinde de odur' deyimini kendisine konu olarak seçmiş, izlemeyen bir insanın çok bir şey kaybetmeyeceği bir film.

Filmin sonunda öğretmenin de kendi hatalarından ders alıp bunu açık yüreklilikle söyleyebilmesi de fakir edebiyatından öteye geçmiyor gözümde. Filmi bitirdiğimde tam olarak Dead Poets Society filmine benzemediğini düşünmeme rağmen bazı sahnelerin birebir aynı olmasını Emperor’s Club'ın, Dead Poets Society filminin kötü bir kopyası olduğu ile ilgili görüş birliğine varan otoriterlere ben de hak verdim. Hatta o kadar ilginçtir ki film işleniş biçimi olarak Dead Poets Society’ye benzemesine rağmen iki filmde verilen mesaj adeta birbirinin zıttı. Dead Poets Society filminde tecrübeli bir insanın diğer insanlar üzerindek etkisi ve bu etkiye bağlı olarak o insanların kişiliklerinde iyiye doğru gelişmeler olabileceği görüşü savunulurken şuanda incelemesini yazdığım film de savunulan düşünce, bir insanın asla değişemeyeceğidir. Kısacası Emperor’s Club filmini kişiselleştirecek olursam ‘Ustasına kafa tutan çırak’ diyebilirim.

Ancak film ile ilgili artı noktalar da yok değil örneğin yönetmen ve oyuncular filmi son derece ciddiye alarak çektikleri belli. Öyleki; Öğretmen rolündeki Kevin Kline, rolüne hazırlanmak için Manhattan’da ki Regis lisesine giderek orada aylarca ders alması bu ciddiyetin güzel bir örneğidir. Filmin çekildiği yerler de anlattığı döneme ve konuya uyumluluk göstermesi, film ile ilgili söyleyebileceğim artılardır. Konu olarak vasat olmasına rağmen konu dışı etkenlerin bu başarısızlığı dengeleme çabasını takdir ediyorum ancak yetersiz buluyorum. Bunun en önemli sebebi sinema tarihine damgasını vurmuş, ses getirmiş tüm filmlerin izleyiciyi konu ile etkileyip, dış etkenlerle büyülemesinden ve sinemaseverlerin o filmleri izledikten sonra ekranın karşısında bir süre düşünmesinden kaynaklıdır. Başka bir deyişle hem film içi hem film dışı ( çekim mekanları. Film müzikleri.döneme uygun kıyafet ve binalar) bir bütün olan yapımlara izleyici zaten her zaman saygı duymuştur. Film, bu bütünlüğe birde kendine özgü bir biçim ekleyebilmişse o filmler sinema tarihinde kendilerine her zaman yer bulur.

Filme her ne kadar kötü bir kopya desekte aslında Ethan Canin’in The Palace Thief isimli kısa romanından sinemaya uyarlanması kafanızda soru işaretleri bırakmasın. Öyleki kitapta anlatılan konunun filmin işleyişi ile çelişmesi ve yönetmenin kitaba çok fazla sadık kalmayıp Dead Poets Society’i kendine örnek olarak edinmesi, filmin hem romanına yaptığı saygısızlık olarak algılanmış hem de kötü bir kopya olmasına yol açmış. Gerçi bu durumda asıl suçlu filmin sahne adaptasyonunu yazan Neil Tolkin mi yoksa 10’dan fazla film çekmesine rağmen adını duyuramamış yönetmen Michael Hoffman mı ? cevabı size bırakıyorum.

Stephen

6.09.2010

Cracks [2009]

Dışardan bakıldığı zaman çok basit bir filmmiş gibi gözükmesine rağmen, üstünden biraz daha derin düşünülmesi gereken bir film olduğuna inandım ve bu yazıyı öyle yazmak istiyorum. Eğer bu kadar derinlemesine bakmazsam; bu filmi kaldırıp çöpe atmak zorunda dahi kalabilirim.

Seçkin bir yatılı İngiliz okulundaki kızların ilişkileri ve yaşamlarını konu alan bir filmde bahsediyoruz. Aralarında süper ilişkiler olan ve aynı zamanda liderleri olan bir kız grubu. Bu grubun bir de öğretmenleri var ve bu gruba yeni bir katılım olacaktır. Asilzade Fiemma geldikten..

5.09.2010

Best Movie Quotes #7


Hadi kiz or...pu, ki bu ibneler bakireydi diyorlar. Bakire kiz nasil or...pu olur ben anlamadim gitti.

Gemide [1999]

Greatest Movie Scenes #18

Sadece resme bakmak yetiyor heralde. Başarılı bir filmin başarılı oyuncusu Hopkins... İzlerken canice bir zevk aldığım filmlerden biridir. İzleyiciyi etkileyen son sahnelerini unutmak mümkün mü ?

Silence of the Lambs [1991]

4.09.2010

Sinema Çekim Tekniği: Dogme 95

Hep merak ettiğim, internette dolaşırken acaba bu nedir diye düşündüğüm bir kavramdı Dogme 95. Ocak ayında izlediğim bir filmden sonra artık ‘’bilmediğini izlemek’’ kavramından biraz kurtulmak ve bir fikir oluşumunu sağlamak için araştırmaya başladım. İşin içine biraz da merak öğesi girdikten sonra, bu konu hakkında birtakım veriler öğrendim ve artık bunları paylaşma zamanının geldiğine karar verdim. Nedir bu Dogme 95? Neden bu tarzda filmler çekiliyor?
Dogme 95, 1995′te danimarkalı yönetmenler Lars von Trier, Thomas Vinterberg, Kristian Levring, ve Søren Kragh-Jacobsen tarafından başlatırmış avantgarde film yapım akımıdır. Bu akım bazen “Dogme 95 Collective” veya “the Dogme Brethren” olarak da bilinir...


Date Night [2010]

Tarzım olmayan filmleri de arada izlemek gerektiğine inanıyorum. En azından ben izlemem, ben kendi ilgi alanımın dışına çıkmam demek her zaman saçma gelmiştir bana ve bu yüzden Date Night filmine bir göz atmak istedim.

Filmin konusu; Carrell ve Fey filmde akşam yemeği ve film izleyerek geçen gecelerinin rutininden sıkılan bir karı kocayı canlandıracak. Wahlberg ise Fey'in flört ettiği başarılı bir yazar rolünde yer alacak. Franco'nun pek akıllı olmayan bir sahtekârı canlandıracağı bir filmi izleyeceğiz. Bu gidilen akşam yemeğinde, kendi rezervasyonları olmadığı halde, başka bir çiftin masasına oturan çiftimiz, daha sonra başlarını fena halde belaya sokacaklardır.

Klasik ''çift'' hikâyelerinden bir tanesi daha ama bu zevkli olanlardan grubuna koyabiliriz. Fazla yazılacak bir şey yok aslında. Komedi filmi olarak değerlendirmeye alırsak, amacına hizmet eden bir film. Filmde söz edilecek şeylerden biri diyaloglar sanırsam. ''aletini arabamdan çek'' muhabbeti gerçekten güzeldi. Walhberg'in kaslı vücudunun konu olduğu sahnelerde ilgi çekiciydi.

Bunun dışında Carell ve Fey'in filmdeki uyumları gerçekten çok güzeldi. Tam bir çift havasını bana vermeyi başardılar. Oyuncu performanslarının da vasat seviyede olduğu izlenebilir hoş bir film. Hemen bir uyarı yapmadan geçmeyim; Ruffalo sevenler, filme aldanmasın. Onun ismini ‘’Cast’’ kısmına koyma salarda olurmuş gerçekten. Bir sahnede 15–20 saniyeden fazla gözükmedi kirli sakallı haliyle.

Amaca hizmet eden, klasiğin ötesine geçemeyen eğlenceli bir film olmuş. Her zaman olduğu gibi süresi kısa ve ilginç diyalogların sizi beklediği bir film. Not verme gereği duymuyorum, ailecek ekran başında izleyecek bir film arıyorsanız, buradan başlayın. Sonuçta eğlenme amacına hizmet ediyor ve bu alanda başarılı diyebiliyorum.

3.09.2010

The Hills Have Eyes [2006] & The Hills Have Eyes 2 [2007]

Öncelikle yine biraz kendimden bahsedeyim bu ilk paragrafta. Hani, ukalalık olarak algılamayın ama ciddi anlamda laptop'ta film izleyemiyordum ben 1-2 senedir. Dizi falan evet ama filme gelince iş, laptop'tan olmuyordu. İçeride PS2'yi kurup, televizyondan izliyordum. Daha büyük ekran ve ayrıntılar tabii. Ancak sürekli DVD alma olayı beni sıktı. DVD'lerin bozuk çıkması, altyazısız değil de dublaj olması, filmin ortasında donması, ve benim de netten film indirip DVD'ye çekemeyecek kadar üşengeç olmam. En sonunda geçen gün bu ön yargımı kırmayı başardım ve üst üste The Hills Have Eyes ve The Hills Have Eyes 2'yi izledim. Artık PS2'de 1 film izlersem laptop'ta 5 film izlerim herhalde. Peki neden The Hills Have Eyes? Neden, izlemediğim onca harikulade eser varken bu basit korku filmi? Alexandre Aja ve "İlk filmini izlemişken ikincisini de es geçmeyelim" takıntım yüzünden. İlk film Alexandre Aja'nın, 2.si ise Martin Weisz'ın. Haute Tension beni öyle etkilediki, Aja'nın diğer filmlerini izlemeye başladım. Zaten fazla filmi yok henüz, bu genç Fransız yönetmenin. Son filmi de şu sıralar vizyonda olan ve The Hills Have Eyes gibi bir remake olan Piranha.

İki filmin de konusuna arka arkaya değinelim. Bob (Ted Levine) ve Ethel (Kathleen Quinlan) evlilik yıldönümleri için büyük bir aile tatili ayarlamışlardır. Ancak bu ikisi haricinde ailenin diğer bireyleri hemen hemen mutsuzdur. Büyük kızları Lynn (Vinessa Shaw) bebeği için, Lynn'in eşi Doug (Aaron Stanford), Lynn'in ailesinin onu sevmediğini düşündüğü için, küçük kızları Brenda (Emilie de Ravin) ve oğulları Bobby (Dan Byrd) de arkadaşlarından ayrıldıkları için mutsuzdur. Aile büyükleri tatil için California'yı seçmiştir fakat uçakla değil de karayoluyla! Haliyle uzun bir yolculuk yaparlar ve çölde bir benzin istasyonunda benzin almak için dururlar. Benzinci, onlara kestirme bir yol olduğunu söyler ve ailemiz de bu yolu kullanır. Fakat bu yolda geçirdikleri kaza sonucu koca çölde mahsur kalırlar. Issız olduğu zannedilen bu çöl, zamanında Amerikan hükümetinin nükleer araştırmalarını yaptığı çöldür ve bu araştırmalar esnasında orada bulunan madenciler mutanta uğramış ve neredeyse vahşi yaratıklara dönüşmüşlerdir. 2. film ise bir grup askerin bu tepelere, orada araştırma yapan bilim adamlarına ekipman taşımak için gitmesini konu alıyor. Afganistan'a gönderilmeden önce eğitimden geçmekte olan askerler, geldikleri bölgenin ıssız olduğunu ve bilim adamlarının öldürülmüş olduğunu farketmekte gecikmezler. Mutantlarla da karşılaşmaları uzun sürmez. Fakat mutantlar, hayatlarını devam ettirmek için artık daha da vahşi bir şekle bürünmüşlerdir.

Biraz ilk filmle, 2.sinin kıyasına girebilirim yazıda bolca. İkisini bir arada yazmamın bir amacı da bu. Diğer amacı ise 2. filmin üzerine yazılacak zaten pek bir şey olmaması. Evet, ilk film de kült bir film değil ama 2.sinin yanında Alexandre Aja'nın farkı bir kez daha ortaya çıkıyor. İlk filmde korku, gerilim ve vahşetin müthiş potpurisini izlerken, 2. film bize bayat bir korku sunuyor. İlk filmi izlerken inanılmaz gerildim, 2.sinde ise bayık gözlerle izlediğimi hatırlıyorum. Zaten, 2. film ilk filmin üstüne hiçbirşey koymamış. Zaten ilk filmden biliyoruz mutantları, amaçlarının ne olduğunu, ne yapabileceklerini. Onlar da normal insanlar gibi hayatlarını devam ettirmek istiyorlar. İçlerinde çok az duygu kalmış. Yani olayları sadece normal insanlara zarar verip, onlarla beslenmek değil. Seks yapıp, zevk de alabiliyorlar. Dolayısıyla dişilere zarar vermeyip, üremek istiyorlar onlar sayesinde. Bunu ilk filmde görmüştük, 2. filmde de aynısı önümüze sunuluyor. İlk filmde görüp, 2. filmde yine önümüze sunulan bir diğer olay ise ailemizdeki yegane demokratın, argo tabiriyle eziğin, silaha karşı olan entel bir insanın hayatta kalması ve zaman içinde en az mutantlar kadar vahşileşmesi. 2. filmde ise askerler arasında savaşa karşı olan Napoleon'un (Michael McMillian) hayatta kalması ve yine en az mutantlar kadar vahşileşmesi. Mesaj çok açık: Savaş yanlısı iseniz bu tür filmlerden kurtulamazsınız, savaş yanlısı olmayan, cumhuriyetçi değil de demokrat görüşlüyseniz, elinize silahı almaktan korkuyorsanız belki bu tür filmlerde sağ kalma şansınız var ancak tek bir şartla, film boyunca siz de bir evrim geçireceksiniz ve elinize bir silah alıp vahşileşeceksiniz...

Spoiler!!! İlk filmde bazı mutantların henüz vahşileşmemiş, insancıl olduğunu görmüştük. Daha doğrusu 1 tanesinin, o da kırmızı başlıklı kız. Henüz küçük olduğu için akla ve mantığa yatmıştı onun insanlara yardım etmesi. Ancak, 2. film yine bu olayı tekrarlıyor fakat mantıksızca. 2. filmde de bir mutant, insanlara yardım ediyor ama bu en az diğerleri kadar büyük bir mutant. Amacı ve kazancı ne? Neden yardım ediyor? Anlamadık. Spoiler!!!

İlk filmin atmosferi ile 2. filmin atmosferi ise kıyaslanamaz bile. Şöyle ki, Martin Weisz, Alexandre Aja kadar başarılı bir yönetmen değil, olamayacağını da bu filmle gösterdi. Aja'nın kendine has tekniği o kadar muazzam ki, kelimelere anlatılamaz. İzlemeniz gerek. Korku-vahşet harmanı, müzikler, diyaloglar, yer, zaman ve mekan. Her şey atmosfere girmenizi sağlıyor ve sizi içine çekiyor. 2. film ise epey bir ruhsuz. İlk filmde oyunculuklar iyiyken, 2. filmde ne oyuncu ne de oyunculuk görüyoruz. Lost'tan Claire olarak tanıdığımız Emilie de Ravin ve kardeşi rolünde, Heroes'ta 3. sezonda konuk oyuncu olan Dan Byrd iyi iş çıkarmış diyebilirim.

1977 yılında bir Wes Craven yapımıydı The Hills Have Eyes. 2006 yılındaki remake'i çoğu kişiye göre orijinalinden iyi. Ben orijinalini izlemediğim için yorum yapmamayı tercih ediyorum. Ancak çoğu yorumda okuduğuma göre iyi ki Alexandre Aja yönetmiş filmi. The Hills Have Eyes 2 ise 1985 yılında çekildiğinde, ilki kadar ilgi görmemişti. Keşke 2007 yılında da hiç çekilmeseydi diyebilirim. İlk filmi, türün meraklılarının kesinlikle izlemesi gerek. İkinci filmden ise kaçabilirsiniz. 90 dakikanıza yazık. Son olarak, iki filminde sonunda "Bizi siz bu hale getirdiniz" klişesi kötü, makyajlar iyi. 6/10 ve 3/10 diyorum.

Greatest Movie Scenes #17

Donnie Brasco [1997]

2 süper performansı bir arada bulduğumuz filmlerden biriydi. İyi polisin kötüyü oynamaya çalıştığı ve Pacino'yu enselemeye çalıştığı bir film. İzlemesi büyük bir keyifti..

''forget about it, forget about it the forget about it''

2.09.2010

Ironweed [1987]

Helen NewYork’ta yaşayan, evsiz, eski bir şarkıcıdır. İçkiye düşkünlüğü, girdiği kötü ilişkiler ve başına gelen talihsiz olaylar sonucu sokaklarda yaşamaya başlamıştır. Kendisi gibi bir evsiz olan Francis de bir karısı, ailesi, hatta torunu olmasına rağmen evinde yaşamak yerine sokakları tercih etmiştir. Geçici bir iş ve karnını doyurmak için yaşam mücadelesine giren birçok umutsuz insan da, tıpkı Francis ve Helen gibi fırtınalı bir hayatın içinde, büyük bir sefaletle baş başadırlar.

Dram içinde dram olan bir filmden bahsediyorum. Yukarıda konusunu paylaştığım filmi 2 saat 20 dakika boyunca izlemenin ne denli zevkli bir şey olduğunu...