22.03.2012

72. Koğuş [2011]

Orhan Kemal'in başyapıtı '72. Koğuş' insan haysiyetinin düşebileceği en dipsiz kuyunun hikayesidir... 1940'lı yıllar, II. Dünya Savaşı'nın etkisindeki Türkiye'nin kıtlık yılları. Cezaevinin 72 nolu koğuşunda çeşitli suçlardan yatanlar. İnsan insanın kurdudur dercesine, acıları, insanlığa özlemi, hayata dair düşleri, onuru, aşkları ve kavgaları içerisinde dipsiz bir çukurun içini görüyoruz. En yakınını üç kuruşa satabilecek kadar alçalmışların ve üç kuruşunu sonuna kadar paylaşabilenlerin dünyasıdır bu çukur. 72. Koğuş bir insanlık öyküsüdür ve kaybettiğimiz değerleri bir tokat gibi yüzümüze anımsatır.

1 saat 35 dakikada böylesine bir hikâyeyi anlatmaya çalışmak katliamların en başındadır sanırım. Onlarca hapishane filmi izlemişsinizdir eminim ki ama ben bu kadar kısa olanını ilk defa izledim. Anlatılmak istenen hikâyenin ağırlığını, dramını o kadar yüzeysel olarak anlatmışlar ki film tam anlamıyla felaket. Üzerinde durup düşünebileceğiniz birkaç sahne elbette var ama yeteri kadar değil.

Başlarda gayet normal şekilde ilerleyen filmi zaman geçtikçe kendilerince bir trajediye çevirmek istemişler ama bu gidiş trajedi değil tam anlamıyla trajikomik olaylara yol açmış. Söyleyecek ya da anlatacak gerçekten hiçbir şey bulamıyorum, içeriği o kadar zayıf ve boş ki…

Oyunculara gelince, hepsi birbirinden daha komik durumlara düşmüş. Yavuz Bingöl’ün oyunculuğunu severim, bundan önce birkaç filmde izledim. İyi adamdır, zamanında kırmızı halılar görmüştür, bilirim ama şuradaki oyunculuğa ne demeli? Karakter sınırları o kadar net ve keskin çizilmiş ki üzerine eklenilecek hiçbir şey kalmamış. Hatırlıyorum film çıktığı zaman oyuncular program program dolaşıp reklam yapma çabası içindelerdi, çok merak ediyorum ne için?

Son sahnede ( söylemeyim bari ne olduğunu da iyice tadı kaçmasın) acaba hüzünlenenler olacak mıdır ya da gerçekten olmuş mudur ayrı olarak merak ediyorum. Bir tek Hülya Avşar vardı diyebilirim. Oyunculuk yeteneğini severim, hatta sanatçı kimliğinden daha çok kendisini oyuncu olarak görmek beni daha çok mutlu eder ama bu kadar eski bir film için bile fazla ‘’yeni’’ kalıyor kendisi ne yazık ki? Yüzlere, karakterlere bakınca o eksi tadını bir türlü alamıyorsunuz.

Film bitti ama cinnet geçirmek üzereydim. Klişe diyalogların, anlamsız sahne/hikâyelerin ardı arkası kesilmedi ve film bitti diye çok sevindim. Yazık olmuş bu kadar iyi bir hikâyenin bu kadar yüzeysel ve sanki ‘’ hadi bugünkü konumuz 72. Koğuş olsun ‘’ olayına gelmesi.

Yazık…


20.03.2012

Hugo [2011]

Brain Selznick'in sihir temalı çocuk romanından uyarlanan olan film, Paris tren istasyonunun duvarları arasında yaşayan ve saatlerden sorumlu olan kimsesiz bir çocuğun, bir gün saati tamir etmeye teşebbüs etmesiyle yaşadığı gizemli macerayı konu ediyor.

Beklediğim kadar kötü çıkmadığına sevindim, lakin ilk çıktığı zamanlar ortalıkta en fazla konuşulan (sanırım) 9 dalda Oscar adaylığı bulunan bu filmi en son izleyenlerden olmanın gerekliliğini hissettim. Sakin bir başlangıç olarak seçilen; dişlilerle örtüştürülen Paris’in harika manzaralarıyla başlıyoruz. Daha sonra yavaş yavaş insanların hayatını, günlük rutinlerini ele alarak devam ediyoruz. Hugo ile tanışıyoruz ve onun gizemle dünyasıyla… Bu şekilde devam ederken muhteşem görüntüler birbirini izliyor. Film sinemalara 3D olarak geldi diye hatırlıyorum ama neresi 3D bir türlü anlayamadım, yani daha doğrusu 3D olarak yansıtılacak çok ilginç ayrıntılar bulamadım. Neredeyse her sahnede eksiksiz olarak yansıtılan ufak kar taneciklerinin de bir yerden sonra göze batıyor olması hoş değildi…

Görsel öğeler konusunda gerçekten çok üst seviye… Karakterlerin makyajından başlayarak kullanılan kıyafetlerin özenle seçildiğini ve dönemin bütün özelliklerini yansıttığını söyleyebilirim. Efektler, sahne geçişleri gerçekten çok güzeldi ve filmi izlemek için neden arıyorsanız, sadece bu özellikleri için rahatlıkla izleyebilirsiniz.

Çocuk romanından uyarlanan film, büyüklere de hitap etsin amacı güdünce, karmaşık ve seyir zevki düşük bir yapıma dönüşüyor. Hikâyeyi gerçekten hiç beğenmedim ve elle tutulur bir kısmını da yakalayamadım. Belki benimle alakalı bir sorun da olabilir ama (filmin tarzına rağmen) biraz daha inandırıcı bir şeyler olmasını beklerdim.

Merakla beklenen gizemin son derece fos çıkması ve çocuk filminden eksen kayması sonucu, sinema tarihinin belgeseli gibi işlenmeye başlanan konu, filme ismini veren Hugo karakterini ikinci plana atıyor. Hugo ve George karakteri arsında gidip gelen film, kararını George'tan yana kullanınca, filme neden Hugo adı verilmişte, Oyuncakçı George adı verilmemiş dedirtiyor. Elbette biraz önce bahsetmeye çalıştığım durum Oscar Heykelciklerine filmi biraz daha yaklaştırıyor olması bir artı olarak gözükse bile, normal şartlar altında bir karmaşadan daha ötesi değil.

Güzeldi, hoştu ama sonu tam bir felaketti. Bir şeyler üretilerek ya da çaba sarf edilerek belirli noktaya gelmiş filmin sonunun böyle olması daha da acı verici. Bir daha izler miyim, asla… Tavsiye eder miyim? Hayır…

İyi Seyirler

19.03.2012

J.Edgar [2011]

Hımm…

Film FBI’ın patronu J.Edgar Hoover’ı ele alıyor. 1935 yılında FBI’ın kurulmasında etkin rol oynayan J.Edgar, 1972’ye kadar kuruluşun başında kalmıştır. FBI’ın güçlerini sık sık kendi lehine kullandığı, acımasız taktiklerle birçok sol görüşlü insanı ABD dışında yaşamaya ittiği (Charlie Chaplin de dâhil), komünist parti konusundaki operasyonunu iğrenç bir cadı avına dönüştürmekle suçlanan Hoover, Amerikan tarihinin en çarpıcı figürlerinden biridir.

Biyografi filmlerini ve spesifik bir olayı anlatan film türünü son 2-3 senede sevmeye başladım. Sanırım bu olayın üzerine geride bıraktığımız birkaç sene de daha fazla film yapmaya başladılar ve yapılan filmlerin neredeyse hepsi çok kaliteli yapımlardı. Konu hakkında çok fazla bilgim yoktu ama J.Edgar’ı biraz okuduktan sonra hayatı hakkında fikir sahibi olmayı başardım sanırım. Biraz bilgi sahibi olarak izlemenin daha doğru olacağının farkına biraz geç vardım ama fark etmez, benim istediğim tam olarak filme odaklanabilmek, kişiye odaklanmak 2. planda kalabilir şimdilik.

J.Edgar’ın hayatı gerçekten çok gizemliymiş. En dipten, en yukarıya kadar gelişini ve bitişini anlatıyor. Hatta bu hikâyeyi onun ağzından dinlemek, bu şansı bize sunmaları filme biraz daha kolay adapte olmayı sağlıyor. Şimdiki zamanı yaşarken, geçmişe dönerek bazı sekanslar izliyoruz ve hikayenin bütününe hâkim olabiliyoruz. Zaten film sonlara doğru geçmiş ile geleceği birleştirerek, harika denebilecek bir son ile de bitiyor.

Hikâyenin ne kadar objektif olduğu konusunda çok fazla bilgim yok ama sanki olayları biraz daha J.Edgar’ın tarafından anlatıyorlar gibi. Lakin filmde de bahsedileceği gibi, aslında kendisi gerçekte de hep arka planda kalan, pis işi yaptırdıktan sonra kameralara gülümseyen bir korkak olduğu iddia ediliyor. Ne kadar doğrudur bilinmiyor ama elbette yaptıkları da küçümsenemeyecek kadar Amerika tarihine yararlı olduğu konuşuluyor.

Kostümler, hikayenin işlenişi ve özellikle makyaj kısmı kusursuzdu diyebilirim. Konu makyaj kısmına gelmişken; Di Caprio’yu ilk kez ‘’Titanic’’ filminde izledim. O zamandan beri kendisine karşı özel bir ilgim olmamasına rağmen oynadığı projelerin neredeyse hepsinde ‘’Oscar’’ sözcüğünü duydum. Oscar sözcüğünün benim için maddi ve manevi olarak hiçbir değerinin olmadığını düşünecek olursak, yaptığı işleri ve canlandırdığı karakterler hep sinema tarihinde bahsedilen ve bahsedilecek olanlardı. Her filmde en iyisini yaptığına şahit oldum ve elbette bu çabasını takdir ediyorum ama J.Edgar rolü ile çitayı çok yükseklere koyduğunu belirtmem geriyor.

The Invictus filminde M.Freeman’ın belki de kariyer rollerinden birini izledik. Hareketlerinden, mimiklerine ve ses tonuna kadar neredeyse aynısı olmuştu, bu film içinde aynısını söylersek sanırım hata etmiş olmayız. Genç hali ve yaşlı haliyle 1 e 1 J.Edgar olmayı başarmış.

Sonuç olarak çok başarılı bir biyografi olmuş, benim gibi bu türü sevenlerin uzun süre hafızalarından silemeyeceği kadar da kaliteli. Yazıyı bitirmeden önce fark ettiğim ufak bir nokta;

1930lu yılların ünlü banka soyguncusu J.Dillinger'ıda sinema çıkışında öldürerek yakalamıştır. Bu olay J.Depp’in oynadığı ‘’Public Enemies’’ filmine de konu olmuştur.

18.03.2012

Machine Gun Preacher [2011]

Bu kadar gereksiz, o kadar ilgi çekici…

Sam Childers hapishaneden çıkar. Eski günlerini yaşamaya devam eder… Dışarıda bıraktığı karısı, o içerdeyken tanrıyı bulmuş ve artık değişmiştir. Sam’in hayatı da bir gece yakın dostuyla yaşadığı bir olaydan sonra değişecektir.

Hayatımda ilk defa bir şey denedim ve şu anda onu buradan anlatmaya çalışacağım…

Film çok rutin olarak başlıyor, fuhuş sahnelerinin ardından bolca eğlence sahneleri geliyor. Sam, Tanrı’yı bulduktan sonra akış biraz daha yavaşlıyor ve o şekilde devam ediyor. Bu konunun rakipleri-aynısı o kadar fazla işlendi ve artık o kadar klasik bir hal aldı ki bu olay, neresinden bakacağını bilemiyor insan. Film yaklaşık olarak 2 saat ama ben bir saatini izledim ve ondan sonra filmi kapattım, çünkü gerek yok. Size kalan bir saatte neler olacağını buraya yazmak istiyorum, filmin son bir saatini izlemediğimi hatırlatayım…

Sam büyük olasılık, oradaki çocuklara ve halka acıyacak… Orada tanıştığı kadın ile dostluğunu ilerletecek. Kendi evinde oturtmaya çalıştığı düzen bir süre sonra bozulacak ve para sıkıntısı çekmeye başlayacaklar. Daha sonralarında karısıyla arası açılacak çünkü Sam kendini Afrika’ya gereğinden fazla kaptıracak, en son da büyük çete liderini öldürüp kahraman olacaktır…

Daha fazla bir şey söylemeye gerek yoktur sanırım. İzlemek isteyenlere bolca sabır dilerim.