31.08.2012

The Lucky One [2012]


Aşk ve dram konusunu içerek filmler bir yerden sonra gerçekten çok sınırlanıyor ve daha fazla gidilecek bir yerleri kalmıyor ne yazık ki tıpkı aksiyon filmlerinde de olduğu gibi. Buna bir şeyler katmak ve artık başka bağlantılar kurmak gerekiyor. Kuru aşk filmlerini sadece izliyorsunuz, gece izliyorsunuz, gün dönüyor siz halen izlemeye devam ediyorsunuz.

Film Irak’ta 3 kez ölümden dönen bir denizcinin, hiç tanışmadığı bir kadının fotoğrafını taşımasıyla şansının iyiye dönmesinin hikâyesini anlatıyor. Eve dönen denizci şans meleğini aramaya başlar. Başrollerinde Zac Efron ve Taylor Schilling’in rol aldığı film, çekim mekânları ve doğal güzellikleriyle dikkat çekiyor.

Klasik olarak ilk 10 dakikasını izledikten sonra, sonunda neler olacağını biliyorsunuz, peki bir izleyici bu filmi neden izlesin? Şöyle bir açıklama getirebilirim kendimce; hikayenin tamamını bilmek isterim. Ama bunu öğrenirken olayın biraz hızlı akmasını ve bana değişik bir şeyler vermesini isterim. Bu film tam olarak istediğim gibi, hızlı bir konusu var ve çekildiği mekânlar gerçekten çok güzel, resmen orada bulunmak istiyorsunuz.

Zac Efron; kendisi çok beğendiğim aktörlerden biri olan Joseph Gordon Levitt’in yolundan ilerliyor diyebilirim. Önce çer çöp gençlik filmlerinde rol aldıktan sonra, 17 Again filmi ile biraz dikkat çekmeyi başardı. Şimdi ise The Lucky One filmi ile, biraz daha önemli ve büyük projelerin altından kalkabileceğini gösterdi. Gelecekte onu biraz daha yaratıcı ve zorlayıcı rollerin altında görmek istiyorum tıpkı Gordon Levitt gibi..

Sonuç olarak aşk-dram tarzı film izlemek, çekirdek çitlemek istiyorsanız, çok iyi bir yapıt karşınızda, kaçırmamanızı öneririm.

Factotum [2005]

Factotum, özünde Bukowski'nin yirmili yaşlarında yaşadığı ve genellikle ucuz otellerde yaşam, üçüncü sınıf işlerde çalışma ve içki, kumar, kadınlarla olan ilişkilerini anlatan bir biyografi olarak da görülebilir.  Pasaklı, günü gününe yaşıyan, içki yüzünden onlarca işten kovulan, evde ancak para verirse kalmasına izin vereceği bir babaya sahip, barda tanıştığı kadınlardan biri olan Jan'e (Lili Taylor) içki ısmarladıktan sonra Jan'in evine yerleşen birisi Henry Chinaski (Matt Dillon). Yaşamındaki kaosun içinde tek değişmeyen şey ise "her şey hakkında" yazma tutkusu. Patronunun karısı hakkında bile.

Üzerine konuşulacak çok fazla bir şey olduğunu düşünmüyorum. Film, Henry Chinaski’nin yaşamından kısa bir kesit sunuyor ama bunu bile yapamıyorlar, yapamamışlar. Bukowski’nin romanından uyarlanmış (kitabını okumadığımı belirteyim) Herkes sanırım kitaptaki karakterle karşılaştırmaya ya da etraftan okuduğum kadarıyla kitaptaki atmosferi ve havayı arıyor.

Kendi düşüncelerimi söyleyeyim. Anlatmak istenilen olayı ve hikâyeyi bu kadar kısa sürede işlemeye çalışma çabalarıyla, filmin zaman kavramını tamamen yok etmişler. Adam ne zaman fakirdi, hangi kadınla beraberdi, ne zaman zengin oldu ve ne zaman bir anda fakir oldu. Bir gün en lüks barda takılırken ertesi gün en fakir durumda kalan bu adamın biyografisi değil, hayatından kesilen 20 seneyi anlatıyormuşçasına hızlı film.

Son zamanlarda izlediğim en kötü biyografi, kitap uyarlamalarından biri oldu. Arşivimde bile durmasına gerek yok diye düşünüyorum.

30.08.2012

The Girl With The Dragon Tattoo [2011]


Prensip olarak ve düşünce tarzı olarak izlediğim filmi asla tekrar izlemem. Bu Titanic’i 6 kere ( o zamanlar gençtim, lütfen yüzüme vurmayın) ya da The Dark Knight’ı 2 kere izlemiş olmam elbette birer ayrıcalıktır.

Zaten yapılmış ve önceden çok beğenilmiş filmin tekrar uyarlanması ve yapılması bence her zaman zor bir olaydır. İlk filmi zor da olsa hatırlamak suretiyle, temposunun aşırı ağır olarak ağır olduğunun farkına varmışızdır. Ama David Fisher gibi bir yönetmenin elinden çıkınca bu sorunun ortadan kaybolduğunu söyleyebilirim. Hemen yeri gelmişken D.Craig’in filmdeki performansını da çok beğendim. İnanılmaz adapte olmuş, resmen Avrupa yapımıyla arasında en ufak bir yabancılık bile çekmedim. Genel açıdan bakacak olursak, hiçbir aksama olmadan yeteri kadar iyi konu-tempo uyarlamasını yapmayı başarmışlar, zaten süresi uzun olan bu filmi başka şekilde izlemek imkansız olurdu.

Biliyoruz ki, Avrupa versiyonu kitaptan uyarlama olarak yapılmıştı ve zamanında çok kişi beğenmemişti. Neden beğenmedin sorusuna cevap olarak ‘’ kitapta yazan her şey filmde yoktu’’. Bunu diyen sevgili seyirci gerçekten çok merak ediyorum ne bekliyorsunuz? Kitabı okumadım, zaten kitap okumam çok fazla… Filmi 4 saat yaparak sinema izleyicisini bayıltalım, ama siz kitap okuyanları mutlu mu edelim ki? Bunun bir ortasının olmadığını daha öncelerinde yapılmış yüzlerce kitap uyarlamalarından gördük, gerçekten imkansız bir şeyi kovaladığınızın farkında mısınız? Sadece bu yüzden filmi beğenmeyenleri anlayabiliyorum, çünkü filmler genel olarak kitapların tadını vermez derler, asla öyle değildir bence ama saygı duyuyorum… Filmi kötüleme hakkını size vermez…

Son ayrıntı olarak, Avrupa versiyonuna kıyasla, Lisbeth nam-ı diğer “Ejderha Dövmeli Kız” rolünde ise Rooney Mara göz dolduruyor. İçine başarıyla girdiği “kayıp kişiliğe”, sizi de içine çeken dramatik hikâyesinden hiç kopmadan; kızgın, hayata küskün, zeki, tehlikeli ve kırılgan yüz ifadelerini akıllıca yedirerek etkileyici bir oyunculuk sergilemiş.

Tekrar izlenmeye değer…