29.11.2010

Munich [2005]

1972 Münih Olimpiyatları’nda 11 İsrail’li atlete yönelik inanılmaz katliamın perde arkasını anlatan filmde, İsrail Gizli Servisi Mossad üyelerinden oluşan bir grup, bu işe karıştıklarını düşündükleri Filistinli suikast komandolarını öldürmekle görevlendirilirler. Liderlerini izleyen İsrail’li grup bu operasyonu intikam almak adına yapmaktadır. Ama zamanla kendileri de bir hedef haline geleceklerdir.

Munich filmini açmadan önce karşınıza neler çıkacağını tahmin edebiliyorsunuz. Munich Olimpiyatları tarihinin en dramatik olaylarından birine tanık olmuştur. 11 atlet inanılmaz bir şekilde öldürülmüştür. Film başladığında önce bu canlandırmayı, bazı gerçek görüntüler eşliğinde izliyorsunuz.


28.11.2010

Al Pacino'nun En İyi 10 Performansı [5-1]

5-Carlito's Way

Hapishaneden gereken dersi alıp, deyim yerindeyse bir tövbekâr olarak çıkan Carlito Brigante karakteri alışılmış Al Pacino karakterleri gibi acımasız ve yok edici değil. Sanki bu filmde bir kötü(!) adamın diğer yönleri inceleniyor, yani duygusal yönleri ki bunu De Palma ve Pacino ortaklığı çok iyi başarmış. Her şeyiyle mükemmel bir karakter, özellikle bilardo sahnesi ve tuvaletteki blöfleri beni çok etkilemişti. Tren garında umuduna doğru koşarken öldürülmesi ve onu öldürmek isteyen kişilere yakalanmamak için yürüyen merdivenlerden yatarak inmesi bence çok akılcı bir nokta. Tabii sakallı ve deri ceketli Al Pacino karizmasını da unutmamak gerekir.

4-The Godfather Serisi

Neden? Bu soruyu sormanız belki çok doğal, neden Don Corleone birinci değil, hemen söyleyeyim, bu filmler Al Pacino'nun yükseliş filmleri olduğu gibi, bu filmlerde Al Pacino'nun hiçbir zaman filmi tek başına alıp götürme gibi bir şansı olmamıştı. Çünkü aynı sette; Marlon Brando ve Robert De Niro gibi onun kalibresinde iki oyuncu bulunuyordu. Zaten Godfather serisini sevme nedenlerimden biridir, iki dünya yıldızının yeteneklerini göstermiş bunları yoğurmakta Marlon Brando'ya kalmıştır ve ortaya dünyanın en iyi filmi çıkmıştır.

Fakat 3cü film hakkında konuşulması gereken çok fazla şey var elbette. Bir açıklamasında kendisi de bu konuya değinerek ‘’asla yapılmaması gereken bir film’’ demişti.

3-Scarface

Her şeyiyle mükemmel bir film, Küba aksanı, olağanüstü sahneler kısacası her şey muhteşem.

Film olarak çok abartılacak bir eser olmamasına rağmen, oyunculuk performanslarını tartıştığımdan dolayı üst sıralarda yer alması gayet normal karşılanabilir. Tek başına inanılmaz basit bir senaryoyu ve binlerce kere gördüğümüz basit oyunların uygulandığı filme rağmen Pacino eşsiz bir oyunculuk performansı sunmuştur.

Replikler üstüne kurulu bir film olarak bize kabul ettirilmeye çalışılsa muhtemelen dünyanın en iyi filmlerinden biri olabilecek kalibredeki filmin çok sevilmesinin nedenlerinden biri de ağızdan ağza dolaşan repliklerdir. Montana’nın özü hırsa ve yükselişe dayandırılmaya çalışılarak onun hayatının bir özetini konu alan film, film olarak çok fazla bir değer taşımasa da bir oyuncunun tek başına neler yapabileceğini gösteren bir yapıt.

2-Dog Day Afternoon

Vietnam savaşının izleri, cinsel özgürlükler, polis zorbalıkları gibi dertlerini başarıyla anlatan yapıt, kesinlikle görülmeyi hak ediyor. Al Pacino'nun şapka çıkarttıracak, müthiş gerçekçi bir performansı var filmde ve usta kendini gerçekten acayip kaptırmış rolüne. Filmde gizem sürekli atıyor. Ne tür bir cinsel seçimi olduğuna karar veremiyoruz Sonny'nin ve bu ayrıntı filme çok büyük bir gerçeklik payı katmış bence.

Bu filmin ayrı bir yerinin olmasının nedeni Godfather filminden sonra kendini sinema dünyasın artık iyice kabul ettirmeye başladığı zamanlara denk gelmesi, filmle beraber Oscar heykelciğine aday olması ve karakterini inanılmaz benimsemesinden bahsedebiliriz.


1-Scent of a Woman

Mafya filmleriyle ünlenen Pacino’nun bu performansını neden bir numaraya koyduğumu birçokları sorgulayacaktır elbette. Herkes Scarface filmini ya da Godfather filmini bir numaraya koymak ister ama

Bu karakter bir numarada olmalı çünkü burada en iyi yaptığı şeyi yapmıyor, daha çok bir yan rol gibi kabul edebiliriz. Bu yüzden bendeki değeri bir başkadır. 6 ay körler okuluna gitmesi ve işin inceliklerini öğrenmesi bir yana, Ferrari sahnesinde gerçekten kör olmayan ama filmdeki karakterinde kör olup, polise filmdeki karakterinin kör olmadığını anlatıp inandıracak kadar inanılmaz bir sahne var. Tango sahnelerinde ki keskinlik, kadın tasvirini yapışı ve final bölümünde konuşmasıyla Oscar heykelciğini kucaklamış bir rol. Oscar alan tek rolü olmasıyla alakası yok, bence gerçekten açık ara en güzeli buydu.

27.11.2010

Love and Other Disasters

Sonunu bildiğimiz romantik komedilerden çok çok farklı bir şekilde aslında bi noktada aşk'ı, gerçek aşkı, gözü kör eden aşkı sorgulayan, sorular soran ve cevaplar bulmaya çalışan ve inanılmaz diyalogları olan pek güzel bir film Love and Other Disasters. Başrol oyuncusu Brittany Murphy'nın kısa süre önce aramızdan ayrılması filmi izlerken biraz üzse de çok eğlenceli bir film.

Filmin konusundan genel olarak bahsedecek olursak, gay arkadaşı ile aynı evi paylaşan, ailesini 5 yaşındayken kaybetmiş Jackie ve arkadaşlarının aşk hayatlarına yakında bakıyoruz. 4-5 kişiden oluşan arkadaş grubunda herkesin sevgilisi ile veya aşkın bizzat kendisi ile çeşitli sorunları var. Aslında filmin altını çizdiği tek şey var: "gerçek aşk" sadece sistemin dayatması mı, filmlerde ve kitaplarda gördüğümüz okuduğumuz şey aslında bir komplo olabilir mi?

Bu sorunun cevabını ve gerçek aşkı arayan bu arkadaş grubunu izlemek ve onları dinlemek çok büyük bir keyif. Klasik romantik komedi izlemeyi sevmeyen kitlenin dahi izlemekten çok hoşlanacağı bir film. Oyuncuların performanslarına zaten herhangi bir sözüm yok, herkes rolünün hakkını gayet iyi vermiş. Filmde oyuncularla ilgili şaşırdığım tek şey ise Brittany Murphy'nin canlandırdığı karakterin uzatmalı sevgilisinin Lost in Austen'daki Mr. Darcy olması ve fakat aradan geçen yılların hoyrat davranmasından ötürü Mr. Daryc'den eser kalmaması. aradaki fark şuradan görülebilir.

Filmden haberdar olmamı sağlayan Gökçe'ye de buradan selam ederim :)

Al Pacino'nun En İyi 10 Performansı [10-6]

Zamanın en büyüklerinden biri, bir kuşağı büyüten ve sinema sevgisini aşılayan, mafya filmlerinin unutulmaz aktörü Pacino’nun en iyi 10 film performansını kendimce sıralamak istedim. Onun büründüğü karakterleri ne yazık ki filmden yıllar sonra izlemek zorunda kaldım yaşım dolayısıyla. Onu herkes gibi polis rollerinde ya da kaçan rollerde değil, direk odak noktası olan, gangster ve mafya filmleriyle sevdim.

Oscar sınırlarında dolaşan bir o kadar çok rolü olduğu kadar son 3–5 yılda kariyerini tamamlamış bir emekli kadar vasat filmlerde oynaması sayesinde gözümdeki yeri asla değişmedi ama karizmasından çok şey kaybetti belki de… Al Pacino’nun kariyerinde oynadığı her filmi arşivlemiş ve 2–3 tanesi hariç hepsini izlemiş biri olarak kendimce bir Top 10 listesi yapmak istedim.

10-The Devil's Advocate

Yapım olarak çok severek beğenmeme rağmen oynadığı rolün hakkını vermek gerekiyor. O karakter nedir öyle arkadaş, bilge ve şeytan. Her şeyden haberi oluyor, her şeyi biliyor ve kibir onun favori günahı oluyor. Baştan beri ben bir şeyler sezmiştim ama sonda gördük gerçek yüzü, açıkçası bu filmde Pacino, Reeves'i oyunculuğuyla ezip geçiyor hem de bana göre bu filmin, yardımcı oyuncusu olmasına rağmen. Filmin sonundaki tanrı tasviri ilginç ve etkileyici diyebilirim. Bana göre bu tasvir en iyi Al Pacino karakterlerinden biridir. Her şeyiyle mükemmel bir karakter ama sizde onu geçen karakterleri görünce yeri için bana hak vereceksiniz.

9-Any Given Sunday

Bana göre bu karakter Al Pacino için bir devrim sayılabilir. Çünkü artık Al Pacino suçlu karakter etiketinden sıyrılmıştır ve artık Al Pacino çeşitli rollerde oynamaya başlamıştır, kötü adam rollerinde değil, iyi adam rollerinde de oynamaya başlamıştır. Herhalde herkes Tony D'Amato'yu İnch by İnch tiradıyla hatırlayacaktır. Bunun dışında devre arası konuşmaları ve genç oyuncusuna verdiği tavsiyeler bana göre yeterli.

Sonuç olarak her oyuncunun kendi karakteri dışında ya da kendiyle özleşmiş rolün dışında da bir şeyler yapması gerektiğine inanıyorum. Bu yüzden bu performanslı listeye almamak olmazdı.

8-Donnie Brasco

Hep alemin kralı olarak gördüğümüz, izlediğimiz Al Pacino bu sefer hiç yükselemeyen bir mafya elemanı rolünü üstleniyor, birde üstüne üstlük kazığın kralını yiyor, ama yinede müthiş bir oyunculuk ve o gözlükler zaten olayı bitirmiş. Diğer üstün rollerine karşın, karakter olarak biraz daha ezik bir rol üstlendiğini söylersem çokta yanlış olmaz sanırsam. Bana göre Donnie Brasco asla hak ettiği değeri bulamamıştır. Bu sadece Pacino ile alakalı bir durum değil, Depp’in de aslında en iyi performanslarından biri olmasına rağmen hep geri planda kalmış bir film olarak görüldü.

Özellikle final Al Pacino'nun öldürüleceğini anlayınca eşyalarını çekmeceye koyması ve giderken eve şöyle bir bakması bitiricidir. Ama Johnny Deep'de mükemmel bir oyunculuk sergilemiştir.

7-Heat

İki efsane Robert De Niro ve Al Pacino'nun ilk buluşması, çok başarılı bulduğum bir filmdi, ama sanki filmde Robert De Niro daha fazla öne çıktı, daha fazla göze battı. Konuya şuradan gireyim, birleştirme filmleri yapmak her zaman sıkıntıdır. Kimin önce olacağını ya da arkada olacağının ayarını iyi yapmak, güç dengelerini iyi ayarlamak gerekiyor. Dengenin ne kadar kurulduğunun tartışılacağı yer elbette burası değil.

Vincent Hanna karakterine genel olarak göz atarsak, kazanma hırsı doruklarda gezinen bir polis ve belki de De Niro'yu yakalama isteğinin bu kadar fazla oluşu da bu yüzden, çünkü yenilmeyi hazmedemiyor özellikle kargo bölümünde De Niro onların fotoğrafını çekerken De Niro'ya bakışı bana göre etkileyici sahnelerden biriydi. İzlenmesi gereken bir film ve performans olduğunu düşünüyorum.

6-Scarecrow

Öncelikle Al Pacino ve Gene Hackman gibi iki usta oyuncunun 1973 yılına ait bir filmlerini bulup izleyebildiğim için zaten çok mutlu olmuştum. Ama birde bu 2 usta oyuncunun sergiledikleri performansın tadına bakmak gerçekten süperdi. Film olarak herhangi bir özelliğini görmeme rağmen, oyuncu performansları için bile seyredilebilecek bir değer taşıdığını düşünüyorum. 1973 yılına ait bu filmde Pacino’nun gelecekte bize neler seyrettireceğinin ufak ipuçlarını yakalıyoruz. Son dönemlerini izlediğimiz oyuncunun, bu performanslarını seyredebilmek bir ayrıcalıktır bence.

24.11.2010

The Double Hour [2009]

Kenarda köşede kalmış filmleri bundan sonra seçmeye başlıyorum. Gerçekten ne varsa bunlarda var. Seyir zevki, senaryo, tanınmamış oyuncuların süper performansları, değişik mekânlar…

Otelde hizmetçilik yapan bir kadın, bir arkadaş bulma kulübünde 50 erkek içinde tanıştığı adamla ilişkiye girer. Ona olan bağlılığı ve gelişen ilişkileri, bir villada bekçilik yapan adamla buluşmalarından birinde bir soygunla karşılaşmaları ile düğümlenir. Buradan sonra gelişen olaylar her ikisini de farklı yerlere götürecektir.

İtalyan-Fransız filmlerine alışmak gerçekten çok zor oluyor. Ne tarz bir alışmaktan bahsediyorum? Bir kere benim için dile alışmak zor. İngilizce olduğu zaman en azından belirli sahneleri dinleyerek devam ediyorum, sürekli bir altyazı okumak zorunda kalmıyorum. Yabancı yapımlar..

23.11.2010

Surveillance [2008]

Hayatımda izlediğim en ilginç filmlerden biriydi ve aynı zamanda belki de en amaçsızlarından biri. Farklı düşünceler içindeyim ve bunun iki nedeni var. Birincisi acaba beni ters köşeye yatırdığından dolayı mı yoksa gerçekten filmin bu kadar gereksiz olduğundan dolayı mı? Sanırsam filmden daha çok, asla yapılmaması gerekeni yaptıkları ve böylesine bir filmi mahvetmelerini beğendim.

Konumuz kısaca; bir cinayet işleniyor filmin başında bizlere o gösteriliyor. Daha sonra olayı araştırmak için 2 FBI ajanı geliyor ortaya ve tanıklarımız bir araya toplanıyor. İşte hikâyemiz buradan sonra başlıyor. 3 tanık, 3 ayrı odaya toplanıyor ve herkes den olayı anlatmaları isteniyor. Hepsi olayı anlattığı zaman, sizleri nelerin beklediğine gerçekten şaşıracaksınız.

22.11.2010

Pay it Forward [2000]

Şu filmi izledikten sonra, gerçekten ”kalakalmak” diye Türkçemize nereden geldiğini anlamadığım sözcüğü söyledim kendi kendime ve öylece ekran karşısında kilitlendim. Anlatmanın gerçekten çok zor olduğu bir filmi izledim.

Bir sosyoloji öğretmenimiz var ve öğrencilerimize proje verir, yıllık projesi gibi bir şey. Herkes den dünyayı değiştirebilecek bir fikir bulmasını ve bunu uygulaması ister. Öğrencimiz Trevor ise, striptiz kulüplerinde, kumarhanede çalışan annesiyle birlikte yaşamaktadır. Okulda bu projeyi fazla ciddiye alır ve bir şeyler düşünmeye başlar. Bir insana iyilik yaparak onu borçlandırmak ve daha sonra bu iyilik yaptığı kişinin 3 kişiye daha yardım etmesini sağlamaya çalışmak ister. Böylece dünyada...

16.11.2010

İyi Bayramlar!

Son 3-4 ayda bayağı bir gaza basmıştık blog ekibi olarak. Bayram nedeniyle kısa bir ara vermek durumunda kaldık. 1-2, belki de 3-4 gün yazı gelmeyebilir. Bu süreçte kendinize iyi bakın, bol bol film izleyin. Kurban Bayramı'nız kutlu olsun efendim.

15.11.2010

Red [2010]

Okulu asıp arkadaşla sinemaya kaçtığımızda, kayda değer tek film Bruce Willis babanın oynadığı Red'di. O gün değil, o hafta da değil, o ay çok durağan bir sinema zamanıydı. Aradan zaman geçti, şimdi tam hatırlayamıyorum ama gerçekten de izlenebilir diyeceğimiz film sayısı bir elin parmaklarını zor geçer ya da geçemezdi. Ancak fazla film izlemeye de gerek yoktu çünkü Red o kadar, hemen hemen her şeyi içinde barındıran bir yapımdı ki, üstüne 1 hafta bir şey izlemeyip de filmi iyice bir sindirsek de olurdu. Öyle de yaptık zaten. Hatta ben bayağı sindirdim, 1 ayı geçtikten sonra yazıyı yazmaya başlıyorum, eheh.

Eski bir CIA ajanı olan Frank Moses (Bruce Willis), sıkıcı bir hayat geçirmektedir. Hayattaki tek eğlencesi emeklilik maaşını sağlayan firmada telefonlara bakan ve kendisinin hiç görmediği Sarah (Mary-Louise Parker) ile konuşmak olabilir. Bir gün CIA, Frank'in evini basar. Frank evini basan grubu atlatır, Sarah'nın yanına gider. Çünkü telefonlarının dinlendiğini düşünür ve Sarah'yı da tehlikeye sokmak istemez. Aynı zamanda kendisi gibi "Red" olan Marvin (John Malkovich), Victoria (Helen Mirrer), Joe (Morgan Freeman) ve Ivan'dan (Brian Cox) oluşan ekibi toplar, bu olayın peşine düşer.

Red, Warren Ellis'in yarattığı bir çizgi roman. Film de Robert Schwentke'nin çektiği bir çizgi roman uyarlaması. Şöyle gireyim olaya, film afişleri film hakkında en çarpıcı bilgiyi verecek nitelikte olur hep. Bahsettiğim şey spoiler olayı değil, yanlış anlaşılma olmasın. Bir filmin afişine bakarak o filmin ne hakkında olduğunu aşağı yukarı söyleyebiliriz. Sadece resimden de bahsetmiyorum, afişin üzerinde oyuncu kadrosu ve filmin tagline'ı falan da yazar. Bu filme de sadece afişine bakarak gitmiştim. Afişinde ne görüyoruz, heyecanlı, aksiyonlu bir macera filmi. Elbette her aksiyonda hafif komedi sosu vardır ancak bu filmde komedi sosu abartılmış ama bu abartma filmin havasını değiştirmiş ve cuk oturmuş. Afişte bu eğlencenin e'sini görmüyoruz, bahsettiğim bu. Dolayısıyla benim gibi film hakkında hiç bir şey duymadıysanız ya da izlemediyseniz, film boyunca zevkten dört köşe oluyor ve filmin sonunda şaşkınlıkla karışık, yüzünüzde anlamsız bir gülümseme kalıyor. Bruce Willis filmleri kötü olmaz. En kötü filmi Surrogates olabilir. Bu filmi de en iyi The Expendables ile kıyaslayabiliriz sanırım. Aralarındaki en büyük ve Red'i bir adım öne çıkaran fark ciddiyet olmuş. The Expendables çok daha ciddi bir film olurken, burada çok daha samimi oyunculuklar ve izleyenin de oynayanın da maksimum keyif aldığı bir yapım çıkmış ortaya.

Bruce Willis, John Malkovich, Helen Mirrer, Morgan Freeman. Hepsi de çok yaşlanmış ama hiçbiri de karizmasından bir gıdım kaybetmemiş. Yaşlı oyunculardan kurulu bir oyuncu kadrosu olduğu için film aksiyon olmasına rağmen pek de hızlı değil. Ancak bu durağanlık da en sert aksiyon severi bile sıkmamıştır eminim. Arada abartıya kaçan bir kaç sahne yok değil, mesela Bruce Willis'in dönen arabadan inerek ateş ettiği sahne. Ya da silahın mermisinin, bazuka mermisini havada patlattığı sahne. Bunlar da aşırı olmadığı için göze batmamış. Her şey hemen hemen yerinde olmuş diyebilirim kısaca. 90'ların durağan aksiyon filmlerine bir gönderme gibi. John Malkovich'i izlemek büyük keyif de, gönül Morgan Freeman'ın daha önemli bir rolde, daha çok görünmesini isterdi. Paragrafı bitirmeden Mary-Louise Parker'a da değinelim. Efsanelerin arasında hiç sırıtmayan bir performans gelmiş Bayan Parker'dan. Ben izlerken çok keyif aldım şahsen kendisini.

Böyle büyük kadrolar birleştiği zaman, genelde hedefleri oyuncu kadrosu sayesinde para toplamak olur. Saygısızlık etmek istemem, ortada bir emek vardır çünkü ama yine de bir baştan savmacılık hissiyatı verir bu tip filmler. Ama Red, son derece samimi ve böyle bir his vermeyen bir film olmuş. Red'in açılımını yazmayacağım buraya çünkü filmi izlerken açılımının ne olduğunu gördüğümde inanılmaz bir kahkaha patlatmıştım. Belki de en güldüğüm espri oydu, o yüzden film izlemeyenler benden duyup da o sahnede ekstra gülmesin istemem. Son yarım saatlik dilimde, ABD Başkan yardımcısı olarak da Nip/Tuck'ın Christian Troy'u, Julian McMahon'u görmek şaşırtıcı olduğu kadar sevindiriciydi. Bu neşeli aksiyon filmini kaçırmamanız gerekir diyerek bitireyim yazıyı. 7/10

14.11.2010

The Rocky Horror Picture Show [1975]

Glee dizisini bilenler bilir. Bilmeyenler için ise şöyle anlatayım kısaca, bir gençlik dizisi herşeyden önce. Ancak basit bir gençlik dizisi ya da klişe bir sit-com değil. Müzikal komedi türünde bir gençlik dizisi. Hafif dram sosu da yok değil. Komedisi de tam komedi denemez, kahkaha attığım hiç olmadı neredeyse. Ancak her bölüm, 42 dakikayı yüzünüzde anlamsız bir sırıtışla izliyorsunuz. İnsanı keyiflendiren bir dizi olduğu aşikar. Bir nevi "feel good" hesabı. Konularda ve karakterlerde derinlik olduğu söylenemez, hatta bazen kendi içinde çelişiyor dizi. Mesela baş karakterlerden Will Schuester (Matthew Morrison), bir bölümde öğrencilerine Madonna'nın ne kadar efsane bir isim olduğundan, onu örnek almaları gerektiğinden bahsederken, bir başka bölümde Britney Spears'ı asla örnek almamaları gerektiğinden falan bahsetti. Her şeye rağmen müzikal icralar ve müzik seçimleri mükemmel olduğu için kendini izletiyor, bağımlılık yaratıyor Glee. 2. sezonun, 5. bölümünün adının "The Rocky Horror Glee Show" olduğunu ve "The Rocky Horror Picture Show" ithafen bu bölümü çektiklerini okuyunca, ben de bölümü izlemeden önce filmi indirip izleyeyim dedim. Glee sayesinde bir şaheser ile daha tanışmış oldum.

Konu şöyle, evlenmek için hazırlanan Brad Majors (Barry Bostwick) ve Janet Weiss'ın (Susan Sarandon) arabaları, fırtınalı bir gecede bozulmuş ve çiftimiz geceyi, bulundukları yere en yakın konutta geçirmek zorunda kalmışlardır. Orası bir şatodur ve sahibi de Transseksüel Gezegeni'nden gelen Dr. Frank-N-Furter'dır (Tim Curry). Çiftimizin şansına, o gece şatonun sahibi Dr. Frank-N-Furter, kendisine eş olarak yaptığı Rocky Horror (Peter Hinwood) isimli yakışıklı robotu canlandıracaktır. Ancak Rocky Horror can bulduktan sonra şahıslar bastırılmış duygularını ortaya çıkaracak, şato aldatmalarla dolu absürt bir aşk yuvası halini alacaktır. Dr. Frank-N-Furter'a ayaklanan ilk isimler ise yardımcıları Riff Raff (Richard O'Brien), Magenta (Patricia Quinn) ve Columbia (Nell Campbell) olur.

Senaryosu, Riff Raff'i oynayan Richard O'Brien ve yönetmen Jim Sharman'a ait olan filmin ilk çıktığı sene ve ilerleyen bir kaç senede değeri bilinmemiş. Ancak zamanla bir kült haline gelmiş. Filmin kült haline gelmesinin birincil sebebi ise interaktif sinemalarda gösterime girmesi. Filme gelen insanlar filmdekine benzer kostümler giyiyorlar, şarkılara eşlik ediyorlar, hatta sahneye çıkıp dans ediyorlar. En çok dans edilen şarkı, filmin en meşhur şarkısı olan "The Time Warp". İzlemeye gidenler yeri geldiğinde "Slut", yeri geldiğinde "Asshole" diye bağırıyorlar ve mesela düğün töreni sahnesinde havaya konfetiler atılırken, izleyenler havaya patlamış mısır atıyor. Ya da yağmur sahnesinde oyuncular filmde kafalarına gazete koyarken, izleyenler de aynı anda gazetelerini başlarının üzerine koyuyorlar gibi. Filmin interaktif halinin filmden daha çok ünü var diyebiliriz. Türkiye'de de böyle bir şey gerçekleştirme imkanımız olabilse keşke.

Tim Curry'den müthiş oyunculuk. Ekşi Sözlük'te biri, "Adı 'Tim Curry Show' olsa da olurdu." demiş mesela. Bence hiç de haksız değil. Bu diğer oyuncularının kötü oynadıklarından ya da, Tim Curry'nin söylediği şarkıların diğer şarkılara oranla çok iyi kaldığından değil, aksine en beğendiğim iki şarkıyı da Tim Curry söylemiyor ve Richard O'Brien'ın da mükemmel bir oyunculuğu var. Ancak filmi izlemediyseniz eğer, izlediğinizde anlayacaksınız. Tim Curry duruşuyla, mimikleriyle, şarkıyı söylerken ki havasıyla bambaşka bir zarafet, bambaşka bir görsellik sunuyor izleyiciye. Hani travesti olan Dr. Frank-N-Furter karakteri ama sanki Tim Curry de gerçekten bir travesti gibi oynamış. Hayatımda izlediğim en muazzam oyunculuklardan biri. İnsanı kendisine aşık bırakır derecede samimi. Başroldeki kadın karakter Susan Sarandon ile ilgili bir bilgi verelim. Sarandon, filmden çok az bir para almış zamanında. Filmin 25. yıla özel DVD'si çıktığında 2000 yılında, ekstra para talep etmiş gerekli merciilere. Ancak bu talebinden sonuç alamamış ve DVD'yi boykot etmiş.

Müzikal filmlerin güzel ve akılda kalıcı olması için müziklerinin güzel ve akılda kalıcı olması gerekir her şeyden önce. Bu çok basit bir mantık kuralı. Bu film ise bir kült haline geldi ve şarkılar da inanılmaz güzel. Girişte "Science Fiction/Double Feature", hemen ardından "Dammit Janet", Tim Curry'nin tanrısallaştığı "Sweet Transvestite", Meat Loaf'ın oynadığı Eddie karakterinin söylediği "Hot Patootie - Bless My Soul", tabii ki "Touch-a, Touch-a, Touch Me" ve yine filmin en meşhur şarkısı ve dansı "The Time Warp" benim en beğendiklerim. Filmden sonra izlediğim Glee'nin 2. sezon, 5. bölümü de bir o kadar güzeldi. Tavsiyem, önce bu absürt, sınır tanımayan, son derece seksi ve eğlenceli, rock'n roll müzikali filmi izleyin, sonra da Glee izlemiyorsanız bile 2. sezon, 5. bölümü indirip izleyin. Kendinizi müziğin güzelliğine ve Tim Curry'nin ellerine bırakın. 8/10

13.11.2010

Twelve [2010]

Son zamanlardaki yoğun ders programından sonra film izlemeye tekrar başlamak istedim ama bu şekilde olmamalıydı!

Bir uyuşturucu satıcısı olan Mike'ın iyi giden yaşamı, kuzenin ölümü ile sarsılır. Bir cinayete kurban gittiği düşünülen kuzeninin katili olarak Mike'ın en yakın arkadaşı tutuklanır.

Joel Schumacher'in yönettiği ve ne olduğu belirsiz bir filmden bahsetmek istiyorum. Uyuşturucu satan ve kendisi hiçbir şekilde kullanmayan, kaybettiği annesini çok özleyen bir insan konumuzun ana karakteri. Bunun yanında birde okul çevresinde ki cocuklar var, klasik bildiğimiz amerikan gençliği. Sevişen, ot çeken ve olaylara bulaşan türden.

Öyle bir film ki ne anlatmak istediğini anlamanız için filmi birden fazla kere izlemeniz gerekebilir. Mesaj vermeye çalışmışlar, aynı zamanda hassas noktalara parmak basmak istemişler, aynı zamanda uyuşturucudan bahsetmişler aynı zaman kişilerin psikolojik analizlerini yapmaya çalışmışlar. Yapmaya çalıştıkça batırmışlar. Bunun üstüne yetmiyormuş gibi bazı karakterlerin hikayeleri teker teker anlatmayı seçip, bunları birbirleriyle hayatın farklı noktalarında karşılaştırmak istemişler ve içinden çıkılaz bir kaos yaratmışlar. Sanki farklı zamanlarda çekilmiş karelerin bir birleşiminden ibaret bir film olmuş.

Filmin sonundan bahsedelim biraz. Son zamanlarda gördüğüm en anlamsız sonlardan biri oldu. Bir kere zaman kavramını tamamen kaybetmişler. Perşembe ve Cuma diye 2 kere zaman bildirimi yapmışlar ama kızla oğlanın buluşma günü cumartesi olduğuna göre ve düzenlenen parti de cumartesi olduğuna göre... İçinden çıkılmıyor cidden. Sondan bahsedicek olursak;bir anda 360 derece değişiyor bütün olay ve yapılan bir son partimiz var. Parti bir anda birazcık karışıyor ve film orada öylece bitiyor.

Tamamen zaman kaybı bir film olmuş. Çoğu izleyici Chace Crawford için izlemiş filmi ama gerçekten çok kötü olmuş. Sinemalara gelir mi bilmiyorum ama herhangi bir şekilde izlenmesini tavsiye etmiyorum. 1 saat 30 dakikanın çöpe gittiğine uzun zaman üzüleceğim sanırsam.

12.11.2010

The American [2010]

Hayalimdeki aksiyon filmini çekme şansı verseler, bu tarza yakın bir şeyler yapabilirim.. Mantıklı ilerleyen, yer yer sırlara yer verilen, su gibi akmayan, az diyaloglu ve baskın karakterler içeren roller dağıtarak filmi tamamlardım.

Konumuz; tetikçiliğini de bir sanat gibi icra eden Jack, her zaman işini sağlama alan bir suikastçıdır. Ancak son işinde tuzağa düşer ve sevdiği kadının ölümüne neden olur. Jack kendisine verilen işi yaptıktan sonra, mesleğini bırakmaya ant içmiştir. Yeni işi için gittiği yer, kartpostallardan fırlamış, hayat dolu bir İtalyan kasabasıdır. Oysa Jack için huzur çok uzaktadır, çevresindeki herkes potansiyel birer tehdit unsurudur. Günler geçtikçe Jack, kasaba halkı ile iletişim kurmaya başlar. Kasabada Clara adlı bir kadınla beraber olmaya başlayan..


11.11.2010

Scarecrow [1973]

Bana ne kattığını düşünüyorum? Korkulukların aslında kargaları korkutmak değil de, onları güldürmek için koyulduğunu ve kargaların bu yüzden gülüp geri gelmediklerini öğrenmiş oldum. Konu olarak film;

Sert, kaba ve havai bir adam olan Max, California’da hapisten çıkıyor. Birikmiş parası olduğu için Detroit’te gerçek naylon fırçaları ve doğal Akdeniz süngerleri olan bir araba yıkama servisi açmak istiyor; ama önce oraya varmak zorunda. Yolda, uzun bir deniz yolculuğundan yeni dönmüş olan, ticaret filosunda çalışan, sevimli ama güçsüz Lionel’a rastlıyor. Lionel uzun zaman önce Pittsburgh’da bıraktığı karısını ve hiç görmediği çocuğunu bulmak istiyor. Doğu’ya yolculuk için güç birliği yapıyorlar. Yolculuklarında birçok karaktere rastlıyor, hoş, çılgınca vakit geçiriyorlar. Bu görsel olarak etkileyici, iyi oynanmış ve unutulmaz anlarla dolu yol filmi Hackman ve Pacino’nun..



10.11.2010

The A-Team [2010]

''80'li yılların sinemaya gelmesinden mutluyum.''

İzlerdim, bu yazıyı yazarken dizi müziğinin melodisi bile aklımda ve kendi kendime mırıldanır bir haldeyim. 88 doğumluyum ama en azından benim zamanımda tekrarları sayesinde anımsayabiliyorum. Konu fazla mühim değil gerçekten benim için. Ben bu zamanda çekilen filmin, geçmişle ilişkisini sorgularım. Fazla incelemeye gerek yok, ne demiştik, yeniliklere biraz açık olmamız gerekiyor.

İşlemedikleri bir suçla yargılanan bir grup Özel Kuvvetler üyesi..

9.11.2010

Red [2010]

' Zamanı geçmiş Hollywood yıldızları mı? Bir daha düşün! ''

Yeri geldiği zaman eleştirdiğimiz Hollywood aksiyonlarına, yeri geldiği zaman saygı göstermesini de bilmek gerekiyor. Tabi ki göstereceğimiz saygı ve sevginin dozajını ayarlamakta fayda vardır elbette ama bu sefer gerçekten övgüleri hak eden bir film olmuş. Artık öylesine kısır bir döngüye girdik ki, ünlü ve kariyerli oyuncuları bulan herkes bir film çekmeye başladı ve çoğu gerçekten zaman kaybından daha fazlası değil.

Emekli CIA ajanı Frank Moses artık sakin bir emekli hayatı yaşıyordur. Fakat bir gün karşısına, kendisini tehdit eden ve yüksek teknoloji silahlarla donanmış bir suikastçı çıkar. Artık hayatı tehlikede olan Frank eski takım arkadaşlarını toplar ve aksiyon dolu bir kovalamaca bizi beklemektedir.

8.11.2010

Crazy Heart [2009]

Başlarda kalbimin izlemeye yetmeyeceği bir film olduğunu düşündüm. Bariz bir şekilde posteri bile filmin ''one man show'' tarzı olduğunu gösteriyor. Ama yolculuk sırasında yapılacak en güzel aktivitelerden biri daha önceden telefona yüklediğin filmi bir an önce tüketme isteğidir...

Konu olarak basitçe; Bad Blake ardında birden fazla evlilik, kötü bir şöhret ve bol miktarda alkol bırakmış geçkin bir Country müzisyenidir. Alkol problemi olan Blake'in hayatı günden güne daha kötü gitmektedir. Ona bu konuda genç gazeteci Jean yardım edecektir. Blake onun sayesinde kendisini yeniden keşfedecektir.


7.11.2010

My Son, My Son, What Have Ye Done [2009]

Değişik bir biçimde başlamak istiyorum. Film hakkındaki tepkileri bu sefer merak ettiğimden dolayı etrafta dolaşırken bir bilmeceye rastladım, sormak istedim ve sizin bu bilmecenin cevabını kendi kendinize vererek, yazıyı okumaya başlamadan önce biraz çıkarım yapmanızı istedim.

- Bir ormanda yaşlı bir ağaç devrilirse ve kimse bu sesi duymazsa o zaman ağaç devrilirken ses çıkarmış olur mu?

San Diego’lu bir genç, Euripides’in Orestes tragedyasından esinlenerek antika bir kılıçla annesini öldürdükten sonra iki kişiyi kendi evinde rehin alır. Yüksek lisans öğrencisi..


6.11.2010

Sin Nombre [2009]

Amerika ve Meksika ortak yapımı olan Sin Nombre yani Türkçe adı ile İsimsiz, 2009 yılında,Amerikalı yönetmen Cary Juji Fukunaga önderliğinde çekilmiş, oldukça dramatik bir filmdir. Latin Amerika ülkelerinde yaşayan fakir insanların ölümü göze alarak binlerce kilometre gidip Amerika’ya kaçmasını konu alan film 2009 Sundance Film Festivali başta olmak üzere birçok film festivalinde ödüle layık görülmüştür. İnsanın içini acıtan bir drama sahne olan filmin tamamının İspanyolca olması, yani gerçekten de o bölgelerdeki insanların dili olması filmin gerçekçi yapısını gözler önüne seren önemli faktörlerden bir tanesi.

Honduraslı bir ailenin ( Baba kız ve amca ) Amerikaya kaçış öyküsü merkezli bir konuya sahip olan film eş zamanlı olarak Meksikalı bir çetenin de hayatını ve yaşayışlarını konu alıyor ve bu iki öyküyü birbirine ekleyip harmanlıyor. Meksika’da faaliyet gösteren Mara Salvathrucha isimli bir çetenin elemanlarından El Casper, çeteye küçük bir çocuk takdim eder. Çocuğa, Smiley lakabı takılır ve oldukça sert bir dayaktan sonra Smiley çeteye dahil edilir. Bu sırada El Casper, Martha Marlen isimli bir kızla ilişki yaşamaktadır ve ilişkisini Marlen’i korumak için çeteden gizli tutmaktadır. El Casper’i takip eden Marlen, çetenin toplantı yaptığı mezarlığa kadar gelir. Burada Marlen’i gören çetenin lideri, kızı El Casper’in yanından alıp gider ve kıza tecavüz etmek istediği sırada yanlışlıkla kızı öldürür ve geri döndüğünde El Casper’e Marlen’in öldüğünü ve kendisine başka bir kız bulmasını söyler. Ertesi gün Smiley, El Casper ve çetenin lideri Lil Mago, tren tepesinde Amerika’ya doğru umut yolculuğuna çıkmış kaçakları soymak için trene binerler ve yolcuları silahlarla soymaya başlarlar. Buna daha fazla dayanamayan El Casper, elindeki büyük bıçak ile Lil Mago’yu öldürür ve Smiley’i de Meksikaya, geldikleri yere geri gönderir ve kendisi de trenle yolculuğa devam eder. Bu esnada trende bulunan Honduraslı ailenin kızı Sayra ile yakınlaşmaya başlarlar ve birlikte trenden inip kaçarlar. Mago’nun öldüğünü öğrenen çete, El Casper’in peşine düşer ve tam sınırda Sayra nehri geçip Amerika’ya ulaşmak üzereyken kıyıda onu bekleyen El Casper’i öldürürler, her ne kadar geri dönmek istese de bunu başaramayan Sayra Amerika’ya giriş yapar ve film burada sonlanır.

Sin Nombre, her ne kadar gerçek bir öykü olmasa da aslında o tren yollarındaki insanların toplu hikayesi olduğundan aslında gerçek bir hikayeden daha gerçek bir film. Fakirlik ve çaresizliğin insanlara neler yaptırabileceği, ölümün ve acı çekmenin ne kadar basit olduğunu ve bunları göze alan binlerce insanın varlığını çıplak gözle izlediğinizde eminim ki etkileneceksiniz. Filmde, tren yolundaki uyuma sahnesinde görünen insanlar gerçek anlamda Amerika’ya giden kaçaklarmış ve yönetmen,” onlara trenin üstünde nasıl oturmaları gerektiğini söylemedim çünkü hepsi bunu çok iyi biliyorlar” demesi olayın trajedisini gözler önüne seren çok çok önemli bir cümle.2.5 milyon dolarlık bir hasılata sahip olan bu film, ekonomik açıdan çok başarılı olmasa da Latin Amerika gerçeğini sinemaseverlere çarpıcı bir biçimden göstermesi ile oldukça önemli bir film.

Zamanında Yılmaz Güney’in önderliğinde Türkiye’de ki çarpık düzeni gösteren birçok film yapılmıştı ama bu filmlerin çoğu yakıldı ve yok edildi hatta bu filmleri yapan Yılmaz Güney,” insanları uyandırıyor” diye sürgün edildi. Oysa bugün Meksika’da ve dünyanın birçok ülkesinde böyle bir film çekildiğinde birçok uluslararası film festivalinde ödül alıyor. Acı ama oldukça gerçek bir Türkiye gerçeğini de burada söylemeden edemedim.

5.11.2010

The Killer Inside Me [2010]

”Sevişmeye Doyduk, teşekkürler! ”

Sırasıyla Salt, Expendables, Machete tarzında boş ama eğlenceli filmler izledikten sonra artık hafif ağır filmlerden birine geçmenin zamanı geldi diye düşünmeye başlamıştım. Oyuncu kadrosu içinde C.Affleck, Alba, Hudson gibi oyuncuların bulunduğu bu filmi izlemek için bir an bile düşünmedim. Ama başıma bunların geleceğini de tahmin etmiyor değildim…

Batı Teksas’taki sakin bir kasaba bir dizi seri cinayetle sarsılır. Cinayetler gerçek bir sosyopatın elinden çıkmıştır. Şerif Lou Ford bu sıkıcı kasabada katili aramaya başlar.

Avrupa Sineması !!!

http://www.avrupasinema.net/

Tamamen rastlantılar sonucu bulduğum ve bulduğum anda esiri olduğum bir blog olarak kayıtlara geçti. Hollywood'un gereksiz ve basit yapımlarının her yerde olduğu şu dönemde, yayın ekibi olarak elimizden geldiğince Avrupa Sineması'da yayınlamak istesek de bunu bir yere kadar başarabiliyoruz.

Durum böyle olunca bizde alternatifler üstünde arştırma yapmaya başlıyoruz. Bu noktadan sonra yapılması gereken sizleri bu güzel blogla ve Avrupa Sinemasında izlenmesi-görülmesi gereken filmlerin tanıdım/kritik yazılarıyla başbaşa bırakmak olacaktır.

4.11.2010

The Young Victoria [2009]

24 mayıs 1819- 22 ocak 1901 tarihleri arasında yaşamış ve ingiltere’ye endüstri, politika, kültür ve bilim gibi alanlarda altın çağını yaşatmış Kraliçe Victoria ya da tam adı ile Alexandrina Victoria’nın, 9 çocuğu ve 42 torunu Avrupa’nın çeşitli kraliyet aile üyeleri ile evlenince avrupa’nın büyük annesi lakabı kendisine verilmiştir ve 63 yıl 7 aylık yönetiminden sonra ingiltere ve tüm dünyanın en fazla hüküm süren kraliçesi ünvanını elde etmiştir. İşte böylesine ilklere konu olan bir kraliçenin, kraliçeliğinin ilk dönemindeki hayatını, yönetimini ve yönetiminden çok özel hayatındaki çalkantıları ve prens Albert’e olan aşkını ve onunla evliliğini konu alan The Young Victoria 3 dalda oscar’a aday gösterilmiş ve en iyi kostüm dalında oscar ödülünü almıştır.

Bir kraliçe adayı bile olsanız saray hayatı bazen hapishane hayatından farksızdır diye başlıyor film, burada anlatılmak istenen özel insanların sıradan insanlar gibi bir hayatının asla olamayacağıdır, istediğin yemeği yiyemek, merdivenlerden inerken birisini sizin elinizi tutmak zorunda olması, sokaktan hiç arkadaş bulamayacak olman ve onlarla aynı okula gidememek gibi sebebler bu özel insanların ödedikleri bedellerden bazıları ve filmde en güzel işlenen yanlızlık duygusunun en güzel örnekleri.

Filmin başarılı olmasının arkasında yapımcılardan yönetmene kadar herkesin çok büyük payı var.Yapımcı kadrosuna baktığınızda Martin Scorsese gibi sinemaya hayatını vermiş bir ustayı görmek size film ile ve filmin kalitesi ile ilgili küçük bir ipucu verebilir. Gerçek bir hayat hikayesi olan The Young Victoria her ne kadar kraliçe’nin hayatı ile ilgili genel olarak doğru bilgiler verse de bazı yerlerde farklı amaçlarla gerçek hayat öyküsüne ekleme ve çıkarmalar da yapılmıştır. Örneğin kraliçeye yapılan suikast esnasında kocası prens Albert’in vurulması tamamen hayal ürünü olup Albert’in Victoria için ölümü göze aldığını ve onu gerçekten sevdiğini izleyiciye göstermesi açısından filmin yönetmeni tarafından eklenmiş bir sahnedir.
Filmin oldukça sanatsal bir film olduğunu kesinlikle belirtmek istiyorum ve sanatsal filmlerin diğer filmere göre izleyicinin gözünde daha komplike bulunması bu filmlerin her zaman hak ettikleri değerin altında kalmalarına yol açmıştır bu filmde birçok değerli ödüle aday olup onları kazanmasına rağmen gişede çok fazla ses getirmemesi az önce iddia ettiğim söylemin bir kanıtı niteliğindedir. İngiliz Amerikan ortak yapımı olan The Young Victoria kostümler olsun görsellik olsun binaların ve eşyaların dizaynı olsun o dönemki havayı izleyiciye vermeyi başarıyor.ve 35 milyon dolarlık çekim harcamalrına karşın gişede 27 milyon dolarlık bir rakamda kalıyor. Ancak dünya ve özellikle avrupa tarihi için oldukça önemli olan bu kraliçenin hayatını, sanatsal sinemadan hoşlanan her sinemaseverin izlemesi gerekir.

30.000 Milestone


Bu kadar çabuk beklemiyordum. Hayırlı olsun bütün dvdmovieworld blog ailesine...

3.11.2010

The Quiz [1994]

Ekran başına birden fazla film izlemek için oturduğum zaman tercihlerim genelde ağır filmleri önceden izlemek, daha sonra piyasa yapımı olan ”ucuz” diye tabir edilenleri izlemektir. Bir kere daha ne kadar doğru bir seçim yaptığımı anlamış bulunuyorum. Quiz Show isimli filmi izlemeye koyuldum ve bittiği zaman gerçekten etkilenilebilecek ve aynı zamanda ne kadar etkili bir film olduğunu anladım. Konu olarak film;

Charles Van Doren’ı “Twenty One” bilgi yarışmasında kimse yenemiyordur; hangi soru karşısına çıkarsa çıksın bir çırpıda cevaplayan Doren artık bir halk kahramanına dönüşmüştür. Kaybeden yarışmacılardan birinin hile yapıldığını iddia etmesiyle birlikte Richard Goodwin adında idealist bir avukat

2.11.2010

Wild Target [2010]

İşler rutinleşti benim için bu aralar. Haftada bir okula gidiyorum diye evden çıkıp kendi kendime sinema günleri düzenliyorum. İşte bunlardan birinde izlediğim film de Wild Target oldu. Dünya üzerinde çok eleştirilir İngiliz komedisi. İngilizler her zaman kendi komedilerinin en iyisi olduğunu savunur. Kim savunmaz kendini? Herkes, her işi kendilerinin en iyi yaptığını savunur ama başkaları tarafından sürekli eleştirilmez, İngiliz komedisi hariç. Bütün dünyada eleştiri alır İngiliz komedisi. Seveni çoktur belki ama sevmeyeni daa çoktur. Hatta Amerika'da sürekli alay ediler İngiliz komedisiyle. Açıkçası ben de pek sevmem ama izleyecek başka film yoktu resmen. Bu aralar sinemasal açıdan durgunluk yaşamaktayız. Wild Target'ı seçmemin bir başka sebebi de tabii ki Emily Blunt'tı. Şimdiden söyleyeyim, Emily Blunt da olmasaymış filmin izlemeye değer bir yanı yokmuş vallahi.

Elimizde Victor Maynard (Bill Nighy) adında işinde bir numara olan, ama özel hayatında sıkıntılı günler geçiren, özellikle kadın bulmakta zorlanan ve 40'lı yaşlarında olmasına rağmen annesinden bu konuda azar işitebilen kiralık bir katil var. Sonra, Rose (Emily Blunt) var. O da hayatını dolandırıcılık, hırsızlık, yalancılık ve bu gibi bilimum kötü şeylerle sürdürmeye çalışan, güzel mi güzel, çekici mi çekici bir kızımız. Bir de 20'li yaşlarında, anne ve babasından ayrı yaşayan, daha çok ot çeken, sigara içen, alkol alan, başıboş, serseri ama özünde pamuk gibi bir çocuk olan Tony'miz (Rupert Grint) var. Bu üçlü bir şekilde karşılaşıyorlar, olaylar olması gerektiği gibi gitmiyor, yakınlaşıyorlar ve maceradan maceraya koşuyorlar...

Tunus doğumlu Pierre Salvadori'nin 1993'te çektiği Fransız sineması Cible Emouvante'nin yeniden çevrimi Wild Target. Baş karakter Victor Maynard'ın ismi bile değişmiyor. Renee, Rose olmuş; Antoine de Tony. 17 yıl sonra Jonathan Lynn çekiyor filmi. Zaten İngiliz komedisini sevmeyen biri olan ben, üzerine bir de suç komedisi olduğunu gördüğüm de iyice soğudum filmden. Film boyunca sadece Emily Blunt'ı dikkatli izleyebildim desem yeridir. Ne olaylar komik, ne muhabbetler. Evet bir de sizi içine çeken İngiliz aksanı biraz filme bağlayabiliyor hepsi bu. Klişe olaylar çoğunlukta, sonlara doğru bir de dram sosu katılmış ki hiç samimi değil. Elbet türü sevenler fazlasıyla hoşnut ayrılacaklardır sinemadan ama sevmeyenlere hiç hitap etmiyor film. En büyük eksisi de bu bence. Üstelik bence büyük de bir hata var filmde. Kötü karakter Ferguson'ı oynayan Rupert Everett unutulmuş filmin son yarım saatlik kesitinde. Resmen filmde önemli bir rolü var gibi gösterdiler ilk 1 saat boyunca ama son yarım saat kendisinden haber alamıyoruz, kendisinin tuttuğu bir diğer kiralık katili oynayan Martin Freeman'ı bolca görmemize rağmen.

Oyunculuklara geçerim. Bill Nighy sürüklüyor zaten filmi. Onun iç dünyasındaki çelişkiler özelinde izliyoruz filmi. Adam işinde bir numara, müthiş soğukkanlı bir kiralık katil, mükemmel bir profesyonel olduğu halde özel hayatında annesinden azar işiten, homoseksüel olduğu ile ilgili iftira atılan biri. Kendi iç dünyasında da "Neden kadınlara ilgi duyamıyorum, acaba homoseksüel miyim gerçekten, fakat erkeklere de ilgi duymuyorum ki?" sorularını soruyor kendine. Mükemmel bir oyunculuk. Emily Blunt'ı pek severim. The Devil Wears Prada'da da, The Wolfman'de de iyi bir oyunculuk çıkartmıştı, burada da gayet iyi ve inanılmaz seksi. Rupert "Ron Weasley" Grint ne kadar büyümüş öyle? Kendisini Harry Potter filmlerinden tanıyoruz, büyümesine de an an şahit olduk filmlerle beraber ama başka bir filmde oynayınca farklı geldi bana. İngiltere'nin Furkan Kızılay'ı diyorum ben ona, heh heh. Rupert Everett ve Martin Freeman'da sırıtmıyor.

Sonuç olarak İngiliz komedisi ya da suç komedisi sevenler için hoş bir film. İkisini de seviyorsanız kaçırmayın zaten ama birini bile sevmiyorsanız çok sıkılırsınız bu filmde. Ben ikisini de sevmiyorum, düşünün halimi. Allah'tan Emily Blunt vardı da filme tutunmamı sağladı. 5/10

1.11.2010

22 Bullet - L’immortel [2010]

J.Reno bir film yaptığı zaman mutlaka korkmuşumdur. Ama korkuları yenerek, hatta biraz daha onların üstüne gitmeyi her zaman severim. Bunu yapmanın en basit yolu beklentileri en aşağıya kadar düşürmek olur benim için. Her şeye rağmen filmi izlemeye koyuldum, neler oldu bakalım biraz;

Charly karanlık geçmişine sünger çeker ve suçlardan, suçlulardan uzak durma kuralı üzerine oturttuğu yeni bir sayfa ile hayata döner. Nitekim 3 yıl boyunca da bunu hayatını karısına ve 3 çocuğuna adayarak başarı ile gerçekleştirir. Lakin o uzak durmak, unutmak istese de geçmiş onun yakasından düşmemeye kararlıdır.

İntikam filmlerini izlemeyi neden sevdiğimi bilmiyorum. Acaba intikam almayı sevdiğimden dolayımıdır, yoksa intikam alan birini izlemeyi mi seviyorum halen çözemedim. Sonu..