24.05.2010

The Ugly Truth [2009]

Hahah izlemek gerçekten çok zevkliydi.Herşeyi bir kenara bırakıyorum.Aşk filmlerini sevmem, butler; eh işte, senaryo, konu...Önemli olan ve bu filmin başına oturduğumda bana vermesini istediğim şey eğlenceydi.Nasıl siz Cem Yılmaz'a gidince ağlamaya değilde gülmeye gidiyorsunuz, buda onun gibi bişey işte.

Abby, bekârlığı dışında her soruna anında çözüm bulabilen bir TV programı yapımcısıdır. Reytingleri düşüş gösterince, işe yeni alınmış Mike’la ekip olmak zorunda kalır. Erkekler hakkında ipuçları vermekte olan bölümünün reytinglerdeki ani artışı, Mike’ın yerini garantiler. Abby, bekâr komşusu Colin’le tanıştığında ise doğru hamleleri yapmak için Mike’ın görüşlerine ihtiyacı olduğunu anlar.

Film gerçekten bazı ilginç noktalara değinmiş romantik bir komedi olmasının dışında.Hazır bahsetmişken buraya klasik bir biçimde, sonu belliydi..Önce zıtlaşma-yakınlaşma-öpüşme-sevişme oldu tarzında yazılması gerekenleri yazmak istemiyorum.Onları siz boşluklara koyarsınız artık.

Filmde biraz fazlaca argo kullanılmış kabul etmek zorundayız.Daha fenasını söylemek istiyorum.Posterine baktığınız zaman yada filmin tanıtımına baktığımız zaman hiç bu sözler içerdiğini anlamıyorsunuz.Hani kardeşinizi alıp gittiyseniz yada kız arkadaşınızı alıp gittiyseniz biraz zorluk çıkartabilir.Aslında bana göre hava hoş, bence filme normalin dışında bir hava katmış ama izleyenler pek öyle demiyorlar sanırsam;

filmi daha anca seyeredebildik. genel kanaatimize göre film genel örf adet ve geleneklerimize uygun olmayan söz davranış ve hareketlerle bezenmiş olsada filmi beğendik.

Bu yorum hakkında, yorum yapmadan direk geçiyorum ama çok komiğime gittiğinden dolayı buraya yazmak istedim.

Söylenmesi gereken fazla bişey kalmadı.Gerard Butler çok yönlü bir oyuncu gibi duruyor ama olmuyor arkadaşım.Ben nasıl Jim Carry'i ciddi bir mafya babası filminde görmek istemiyorsam yada Al Pacino'yu şakrabanlık yaparken, Butler'a da bu tür roller gitmiyor.P.S I Love You da olmamıştı buda olmamış.Kendisi çok iyi oynamış kabul ediyorum, mimikler, konusmalar ve hareketler süper tamam ama eksik bişeyler var.Bu tür roller için biraz fazla sert mi kalıyor demek gerekiyor?Mesela The Gamer süperdi.Tam onun gibi bir adamın oynayabilceği tarz rollerdi yada meşhur 300 yada RocknRolla tamam dı ama bu tarz olmuyor..

Fazlaca argo içerdiğinden hani izlemeden önce düşünün.Eğer adet ve örf (ehehe) lerinize uygun olmadığını düşünüyorsanız izlemeyin, ama 1 saat 35 dakkayı su gibi akıtmak istiyorsanız mutlaka izleyin, eğlence garantisi benden.. 10/6.5

UnjustLucifer

22.05.2010

District 9 [2009]

Yapımcı, Lord of the Rings ve King Kong'un da yapımcısı olan Peter Jackson. Yönetmen, henüz ilk uzun metraj filmini çeken Güney Afrika'lı Neill Blomkamp. Başrolde Wikus van de Merwe'ü oynayan, ilk oyunculuk deneyimini yaşayan Sharlto Copley. Film, Neill Blomkamp'ın 6 dakikalık Alive in Joburg adlı kısa filminin, 30 milyon dolarlık uzun metraj yapımı. Kısa filmde sniper rolünü oynayan Sharlto bu filmde başrolü kapmış durumda. Yine hem kısa filmde, hem uzun metrafında oynayan bir isim daha var: Jason Cope.

Konuya değinelim. Yaklaşık 30 yıl önce Güney Afrika'da Johannesburg'un tam tepesinde bir uzay gemisi belirir. Bu öyle büyük bir uzay gemisidir ki dünyanın dört bir yanından çok net gözükür ama tam anlamıyla Johannesburg'un üzerindedir. Fakat gemiden, insanların beklediği üzere ne bir saldırı vardır dünyaya, ne de bir hareket. İnsanlar dayanamaz ve uzay gemisine çıkarlar. Çıktıklarında ise hiç beklemedikleri bir olayla karşılaşırlar. İçerideki uzaylılar, aç ve sefil kalmış. Neredeyse birbirlerini yiyecek duruma gelmişlerdir. İnsanlar, uzay gemisinin altında bulunan District 9 isimli kampa bu uzaylıları yerleştirirler.

Yıllar ilerledikçe uzaylıların da tıpkı insanlar gibi olduğu anlaşılmıştır. İnsanlar gibi yaşıyorlar, insanlar gibi kumar oynuyorlar, hırsızlık yapıyorlardır. Bazıları ise bilimle, teknolojiyle uğraşır. Ama artık insanları rahatsız etmeye başlamışlardır. Sokakta yürüyenler için bir tehlike haline gelince uzaylılar, insanlar dayanamaz ve onların gitmesini ister. Uzaylılar üzerindeki kontrol kısaca MNU olan Multi National United isimli bir özel şirkete verilir. Bu özel şirketin ilk amacı uzaylıların, insanların teknolojisinden çok daha ileride olan teknolojisinden faydalanmak ve silahlarını ele geçirmektir. Ancak silahlarını ele geçirdikten sonra o silahları sadece uzaylı DNA'sına sahip olanların kullanabildiklerini anlayınca planları suya düşer. Bu arada MNU'ya tam yetki verildikten sonra, MNU'da kendi içinde Wikus van de Merwe (Sharlto Copley) isimli çalışanına tam yetki verir. Her şey iyi giderken, bir anda, bir uzaylı barakası içinde, bir tüpün içindeki sıvı Van de Merwe'ün suratına sıçrar ve film çok değişik bir hale bürünür.

Bu film nereden mi kazanıyor? Farklı olmasından. Bu gözler, uzaylıların insanlara saldırdığı filmleri gördü, hem de epey bir gördü. Dünyayı tanımak için gezegeni ziyaret ettiklerini gördü. Zarar vermeden öylece durdular. Bazen ilginç işler, deneyler yaptılar. Bazıları da dost canlısıydı. Ama hiç bir zaman insanlar tarafından ezildikleri, dışlandıkları, mağdur duruma düştükleri görülmemişti. Hiç bir zaman insanlar, uzaylılara üstün gelmemişti. Üstün gelmek bile zayıf kalıyor, dediklerini yaptıramamışlardı. İşte bu film genel anlamda klişe değil ve bu yüzden çok değişik, çok başarılı. Bizlere bir kez daha insan denen varlığın özünde ne kadar bencil, pis, ırkçı, faşist bir varlık olduğunu gözler önüne seriyor. Bizi bir kere daha izlerken utandırıyor, zaman zaman insanı uzaylı gibi hissettiriyor.

Filmin başında son dönemde ortaya çıkan Cloverfield ve Paranormal Activity gibi filmlerden gördüğümüz el kamerası ve belgesel/haber tadında kameralarla gerçekçilik tavan yapmış. Hatta biraz da abartılmış bu, çünkü film mi izliyorum, belgesel mi belli değil diye düşünüyor insan. Bir süre sonra ise film moduna bürünüyoruz kameraların düzelmesi sayesinde. Bu doz gerçekten iyi ayarlanmış ve ne çok gerçek diye film olduğunu unutuyoruz, ne de bunun tamamen film olduğunu, soyut olduğunu düşünüp gerçekten içine giremiyoruz. Biraz Sharlto Copley'i anlatacağım bu satırlar hafif spoiler içerebilir, aman diyeyim. Filmin başında Wikus bizlere konuşurken onun ezik bir karakter olduğunu düşünüyoruz. Daha sonra MNU'nun operasyonunda baş görevli olarak atandıktan sonra herkes MNU'nun sahibi, Wikus'un karısının babası olduğu için torpille bu göreve atandığını düşünüyor ve buradan Wikus'un tekrar bu görev için uygun bir adam olmadığını anlıyoruz. Wikus gerçekten de güçlü bir adam değil, hem vücut itibariyle, hem de kafa yapısıyla. Barınaklarda uzaylılara eziyet ederken bile bilerek yapmıyor bunu, cahilliğinden yapıyor. Anlayacağınız, filmin ilk kısmında izlediklerimize göre büyük bir loser diyoruz Wikus'a. Ancak Wikus öyle bir değişim gösteriyor ki, film değişiyor adeta. Yine en kritik yerde filmin ilk kısmındaki Wikus'a dönüyor bir kaç saniyeliğine ama sonra tekrar karar değiştiriyor ve korkulan başına gelmiyor seyircinin. İşte bu yüzden film klişe değil ve işte bu yüzden Sharlto Copley ilk oyunculuk deneyiminde sınıfı geçiyor.

District 9 ile ilgili bir bilgi vermek istiyorum şimdi. Zamanında bu bölgeler gerçekten kullanılıyormuş Güney Afrika'da. Yani bu District 1, District 5 falan gibi. Çoğunlukla da siyah ile beyaz ırkı birbirinden ayırmak için kullanılmış. Beyazların isteği üzerine siyahlar, beyazların arasından alınmış ve bu barakalara yerleştirilmiş. Dolayısıyla film buna da bir gönderme yapıyor. Buna bir gönderme yaptığı gibi, sürekli ayrımlara maruz kalan, ezilen Nijerya'lı zencilerin de aynı durum kendi başlarına geldiği zaman aynı şeyleri yapacaklarını gösteriyor. Uzaylılara karşı hiç de iyi bir muamele göstermiyor Nijerya'lılar. Onlara kedi maması satıyor, iyi bakmıyor, silahlarını alıyor ve onlar üzerinden para kazanıyorlar.

District 9 farklı bir sci-fi. Belki en iyi bilimkurgu değil ama en farklı, en özel bilimkurgulardan bir tanesi. Üstelik sadece 30 milyon dolarlık bir bütçeyle ve yeni bir yönetmen, yeni oyuncularla bunu başarması da yapımcı Peter Jackson'ın yüzünü güldürtmüştür. "En iyi Film" dahil olmak üzere 4 dalda Oscar'a aday oldu ama hiçbirinde heykelciği kazanamadı. Yine de arşivlerde yer alması gereken, mutlaka izlenmesi gereken bir film. 8/10

Beercholic

21.05.2010

Ufak Aradan Sonra...

Sınavlar dolayısıyla 3 haftalık bir ara vermiştim kendi adıma. Şimdi herşeyin bittiği 4 aylık tatilin başladığı döneme girmiş bulunmaktayım. Tekrar izlemeye, tekrar yazmaya devam etmek, aynı zamanda biraz daha tanınmak ve büyümek gerekiyor...

Ben yokken; blog u yanlız bırakmayan siz değerli yazar arkadaşlara teşekkür ederim. Aramızda mutlaka sınavları daha yeni başlayan yada bitmek üzere olanlar ya da ÖSS tarzı sınavlara çalışıyor olanlar olabilir, onlarıda en kısa zamanda buralarda görmek dileklerimle bu kısa yazıyı bitiriyorum...

Hadi film sezonu açılsın!...

UnjustLucifer

20.05.2010

The Stoning of Soraya M. [2008]

Uluslar arası festivallerde ödülleri toplayan, İran'ın “yayına sokmayın” ricasıyla defalarca ülkemizin kapısını çalmasına neden olan; gerçek bir öyküden uyarlanan sinema filmi “Soraya'yı Taşlamak” başta İran olmak üzere geri kalmış örümcek beyinli, sadece erkeğe odaklı yaşayan toplumların her şeyinin yanısıra kanayan bir diğer yarası olan recm cezası(?)na dikkati çekiyor...

İran'ın bir köyünde arabası bozulan gazeteci, bir köylü kadın tarafından ısrarla çağrılınca merak eder ve kadınla konuşmak için evine gider... Köy halkının engelleme ve “deli kadın” yaftaları şaşırtıcıdır... Kadının anlatacakları ise, daha şaşırtıcı olacaktır...

Kadın yeğeninin, Soraya'nın, öyküsünü anlatır... Kocası tarafından aldatılan sıradan bir İran kadınıyken, boşanma teklifini kabul etmediği için üzerinde oyunlar oynanan ve recm ile cezalandırılan, bahtsız Soraya'nın öyküsüdür bu...

Filmi izlerken her karesinden ayrı bir sanatın fışkırdığını söylememek olmaz. Bilhassa öykü bittikten sonra ve günümüze yani öykünün geçtiği zamanın bir gün sonrasına dönüldüğünde köy halkının başına gelenler... İbretlik...

Hostel filmindeki işkence sahneleri meşhurdur... Peki ya Saw filmi? İzleyenler unutamadıklarını ifade eder daima... Bence “unutulmayacak” bir işkence sahnesinden bahsedeceksek, Soraya'yı Taşlamak filminin recm sahneleri karşısında saygıyla önümüzü iliklemeliyiz...

Soraya'yı Taşlamak, bir film değil. Bir başyapıt. Her karesinden ayrı bir ders çıkarılması ve sonunda ağlanması gereken bir başyapıt...

brokoli

10.05.2010

Precious: Based on the Novel Push by Sapphire [2009]

Geçen akşam trende yolculuk yapıyorum. İstanbul'dan Kocaeli'ye doğru geliyorum. Dilovası'nda tren ilerlerken büyük bir ova var. Orada varoş bir mahallede, muhtemelen derme çatma bir barakada, veya onda bile değil, sokakta yaşayan insanlar. Onların küçük oğulları. Belki dileniyorlar. Belki 24 saatte yedikleri tek yiyecek bir simit. Ama yüzleri gülüyor. Yanyana olduğunda eğlenmesini biliyorlar. Ateş yakmışlar, sırayla onun üzerinden atlıyorlar. Hayır, boyları falan da kısa. Kazara ateşe düşseler yanarak ölecekler. Ne annesinin haberi olacak, ne bir başkasının. Gazetelerin 3. sayfalarına çıkma ihtimalleri bile çok düşük. Onların ölümünden kimsenin haberi olmayacak, onların yaşadığından da kimsenin haberi yok. "Neden onlar?" diye düşündüm. "Neden ben değil, neden onlar?" Bu bir ceza değildi. Doğduklarından beri bu şekilde yaşıyorlar. Yaşamak bile denemez. Neden? Nedeni yok işte. Bunların hepsi 10 saniyede kafamdan geçti. 10 saniye sonra bir tünele girmiştik ve tünelden çıktığında ise tren, benim düşünceler de tünelde kalmıştı. En kötüsü de bu tip insanların olduğunu bildiğimiz halde elimizden bir şey gelmemesi. Onları düşünmenin, onlara bir faydası olmuyor ne yazık ki.

Precious, bunu anlatıyor işte. 80'li yılların Harlem'indeyiz. Derme çatma bir apartman binasında, daha 3 yaşındayken babası tarafından tecavüze uğramış ve AIDS'ten ölen aynı öz babasından 2 çocuğu olan Clarice Precious Jones (Gabourey Sidibe) annesi Mary (Mo'Nique) ile birlikte yaşamaktadır. Ama ne yaşamak? Ölse muhtemelen çok daha iyi. Annesi tarafından sürekli maddi-manevi işkencelere maruz kalır. Bir insan muamelesi görmez, bir köle muamelesi hiç görmez. Onun gördüğü bir hayvan muamelesi bile değildir, çok daha başka, çok daha kötüdür. Üstelik 16 yaşında 2 çocuk annesi olduğu için istemsizce, okulundan da atılır. Neyse ki alternatif bir okul bulur ve oradaki öğretmeni Ms. Rain (Paula Patton) sayesinde çok ufak kalan hayalgücü güçlenir. Yaşadığını hisseder ve kendi savaşını verir.

Film bize hayattan darbe üstüne darbe yemiş, daha küçük yaşlarda babası tarafından tecavüze uğramış, baba öldükten sonra da annesi tarafından nedensiz yere şiddete maruz kalmış (nedensiz de değil gerçi, annesi kızının, kocasını elinden aldığını düşüyor, halbuki kız savunmasız, 3 yaşında tecavüze uğruyor, var mı böyle hayvanlık?), üstelik okuldan atılmış, ten rengi ve fiziksel görünümü nedeniyle evde, okulda, sokakta, olabilecek her yerde toplum tarafından itilip kakılmış, dışlanmış, bütün bunlardan hayalleriyle olabildiğince sıyrılmaya çalışmış, en sonunda melek gibi bir öğretmen tarafından hayatın bir yerine tutunmuş, önceleri bütün bu olanları içine atarken, bir anda cesaretini toplayıp hakkını aramaya başlamış, kıymetli bir kıymetsizin hayat hikayesini anlatıyor. Yönetmen Lee Daniels sayesinde çok da iyi anlatıyor.

Tabii ki sadece yönetmen Lee Daniels sayesinde değil. Bu kadar iyi olmasının en büyük nedeni kuşkusuz başrollerdeki iki oyuncunun bu denli mükemmel olması. Üstelik birinin ilk profesyonel aktrisliği. Gabourey Sidibe'den bahsediyorum. Tek kelimeyle inanılmaz. Mo'Nique'de 'En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu' dalında Oscar kazandı. Gerçekten bu ikisi harikulade bir oyunculuk sergilemiş. Şöyle bir şey var, başrol oyuncuları böyle eşsiz bir performasn sergilediği zaman, yan rol oyuncuları da filmi yaşıyor adeta. Hele de bu kadar iyi oynayan kadın, daha önce hiç kamera karşısına geçmeden bunu yapıyorsa, sizin oyuncu olarak kötü oynama şansınız yok. Dolayısıyla daha önce Deja Vu'dan tanıdığımız Paula Patton, müzik kariyerleriyle ünlü Lenny Kravitz ve Mariah Carey'de oynadıkları bölümlerde çok iyi işler çıkarmışlar. Mariah Carey'nin, filme gitmeden önce bu filmde oynadığını duymuştum. Ancak ekranda o göründükten sonra bile, "Ne zaman çıkacak acaba?" diye düşündüğüm oldu. Gerçekten tanınmayacak bir makyaj yapılmış neredeyse Mariah'a. Yani bu filmde oynadığını görmesem, film bittikten sonra oyunculara baktığımda şaşırabilirdim.

Filmin yapımcılarından biri Oprah Winfrey. Bilmeyeniniz yoktur, Amerika Birleşik Devletleri'nin en güçlü kadınlarından biri Oprah. Dünyanın demek daha doğru olur sanırım. Milyonlarca siyahi genç kızın idolü. Filmde de kendi adı geçiyor bir kaç kez. İlginç bir bilgi: Kendisi küçükken de başından böyle bir olay geçmiş. 9 yaşından 14 yaşına kadar tacize maruz kalmış bir erkek tarafından. En kötüsü de annesi tarafından davetkar olmakla suçlanmış. Böylece o zamanlar, hayatı boyunca evlenmeme ve topluma kendini kabul ettirme kararı almış. Hırsı sayesinde bugün, şimdilik ikisini de başarmış gözüküyor.

Sapphire'in Push isimli romanından uyarlanmış bu film gerçekleri birer birer, beyazperde de gözümüze vuruyor bir tokat gibi. En kötüsü de, filmde izlediklerimizin gerçekte de olduğu gerçeği. Hem de az buz bir insan değil bunlara maruz kalan. Neredeyse dünyanın yarısı! İniş çıkışlar yerinde, tempo sizi sıkmıyor. Film ne kadar iç karartsa da ağlatmıyor. En azından beni, sürekli takipçiler ve yakın arkadaşlarım bilir, çok sulugözümdür ve drama gelemem, hemen ağlarım. Fakat bu film beni ağlatmadı. Evet çok üzdü ama ağlatmıyor. Çünkü duygu sömürüsü yapmıyor film, en karanlık sahnede de Precious'un hayallerine kaçıyoruz onunla birlikte. Bu da gayet başarılı. Film bittikten sonra bir kaç gün etkisinden çıkamayabilirsiniz. 70 ödüllü bu film kesinlikle izlenmesi gerekenlerden. 8/10

Beercholic

Yeni Batman 2012 de...

Christopher Nolan’ın çektiği son Batman filmi “The Dark Knight” daha çok film vizyona girmeden hayatını kaybeden Heath Ledger’ın performansıyla konuşulsa da yaklaşık 1 milyar dolar hasılat yaparak tüm sinemaseverlerin beğenisini kazanmıştı.

Hayranlarının merakla beklediği devam filmi haberi geldi.Christopher Nolan’ın üçüncü kez çekeceği Batman filminin vizyon tarihi 20 Temmuz 2012. Christian Bale, Michael Caine ve Morgan Freeman’ın yer alacağı filmin senaryosunu ise David S. Goyer yazacak.

7.05.2010

Remember Me [2010]

Film, metroda işlenen bir cinayetle perde açıyor... Ve son yıllarda gördüğünüz görebileceğiniz en süprizli, en ters sonlardan birine imza atarak ekranı karartıyor...

Filmde Twilight'ın popüler oyuncusu Robert Pattinson, Pierce Brosnan, Chris Cooper, Kevin McCharty, Emilie de Ravin gibi oyuncular oynuyor ve oyunculuklar inanılmaz derecede iyi! Bilhassa Pierce Brosnan'ın oyunculuğu ve daha 11 yaşında bir çocuk olan Caitlyn Rund'ın oyunculukları göz yaşartabilir...

Filmde iki farklı ailenin, iki farklı dramın, kesişmesi anlatılıyor. Felaketle başlayan hayatlar, felaket sonucu kesişen ve felaketle bitmesi öngörülen ama kadere çelme takabilecek kadar güçlü bir aşk... Çelmeyi takabiliyor mu, onu da siz izleyince anlarsınız.

Abisi bir intihar sonucu hayatını kaybeden, 22 yaşında olmasına karşın bir baltaya sap olamamış Tyler (R. Pattinson) bir gece alkolün de etkisiyle bir polise (C. Cooper) diklenir. Karşılığını da yüzü kaldırıma yapıştırılarak ödeyen Tyler'ı kodesten pek de sevmediği babası (P. Brosnan) çıkarır.

Bir sonraki gün, ev arkadaşı Aidan (T. Ellington) polisi ve kızını (E. Ravin) okulda görür, Tyler'ı polisin canını yakmak için kızını ayartmaya ikna eder. Tabii ki tahmin edebileceğiniz üzre, bir iddiayla başlayan aşk, alevlenecektir...

"Eğer beni duyabilseydin, parmak izlerimizin dokunduğumuz hayatlardan kaybolmadığını söylerim" sözü, filmden alıntıladığım bir söz olarak filmi de tek cümleyle özetliyor esasında. Son yıllarda her şeyiyle mükemmel olabilen pek film izlememiştim, sonuyla konusuyla ve oyunculuklarla tam anlamıyla 5 üzerinden 5 alabilecek bir film olmuş...

brokoli

5.05.2010

Legion [2010]

Daha geçen aylarda vizyonda olan Tanrının Kitabı ile benzer bir teması olan Legion(Kıyamet Melekleri), yeryüzüne felaket için gönderilen meleklerden Mikail'in ihanet edip insanların tarafını seçmesiyle, Gabriel ile girdiği mücadeleyi anlatıyor. Tabii insan odaklı bir şekilde...

Bir Stephen King romanından fırlamış gibi duran benzin istasyonunda birbirinden alakasız 7 kişi ve bir de doğmamış bebeğin başından geçenleri anlatan film, kıyameti tasvir ediyor.

Dünyaya gönderilen meleğin, Mikail, kanatlarını kesip insanların arasına karışarak dünyanın son umudu olarak tasvir ettiği doğmamış bebeği koruma çabasını ve benzin istasyonundaki insanların "ele geçirilen"lere karşı verdiği mücadeleyi soluksuz izleyeceksiniz. Bilhassa süprizli sahneleriyle ve yer yer cidden insanı geren sahneleriyle türün meraklılarının ilgisini cezbedecek bir yapım olmuş Legion.

Filmde oyunculuklara da bir parantez açalım. Dennis Quaid, Kate Walsh ve Willa Holland'ın sırıtmadıkları aşikar. Bunun dışında yan rollerden figüranlara kadar gerçekten muazzam bir uyum söz konusu hiçbir sahnede hiçbir oyuncu sırıtmıyor, kimse kimseden rol çalmadan sahnesini oynuyor ve siz akıp giden 100 dakikanın farkına bile varmıyorsunuz.

Konu olarak iyi, işleniş olarak orta ve oyunculuklar olarak da iyi diye nitelendirebileceğimiz Legion, türün meraklıları için güzel bir yapım.

brokoli