31.08.2010

He Was A Quiet Man [2007]

Filmin adı ve posteri o kadar sakin duruyor ki, gerçekten sakin bir film olduğunu düşünüyorsunuz ve izledikten sonra, tamam buda geçti başka ne izlesem moduna girmeyi hayal ediyorsunuz. Şahsen bana böyle oldu. Düşük beklentilerle izlemeye başladığım filmler, izledikten sonra bu filmin bende bıraktığı gibi izler bırakıyor.

Bob Maconel kötü bir gün geçirmektedir. Her zamanki 8 saatlik mesaisini kasvetli, yaşadığı dünyadan tamamen kopuk hissederek geçirmektedir. Bu berbat günde, kazara, potansiyel katillikten kahramanlığa geçer ve onu bugüne kadar hiç farketmemiş olan güzel Venessa’nın hayatını kurtarır. Bu kahramanca davranışı onu monoton gerçekliğinden gerçeküstü bir kasırgaya doğru çeker.

Başlarda gayet sessiz sakin film size kendini anlatıyor. Olayların yaşandığı yeri, adamı ve adamın karakterini tanıyorsunuz önce. Daha sonra adamın psikolojik durumu hakkında bilgi veriyor ve konuya giriyor. Başlangıçta film öylesine durağan ilerliyor ki, artık birşey göster bana demeye başlıyorsunuz. Tam bu anda filmdeki aksiyon gerçekleşiyor ve buradan sonra bambaşka şeyler olmaya başlıyor.

Biraz daha gene olarak bakacak olursak; filmi izlerken kimi sahnelerde sıkılıyorsunuz ve biraz bağlantı kurmaya çalışıyorsunuz. Filmde bunları anlatmaya çalışırken ilginç efektler kullanmışlar. Yok olan ve tekrar gelen binalar, inanılmaz hızlı akan trafik, nesneleri sabit tutarak etrafında hareket eden kamera tarzında oyunlar filmi biraz olsun monotonluktan kurtarmış.

Genel konu olarak; şehir ve iş hayatının monotonlaştırdığı ve hatta hiçleştirdiği insnaların yaşamları üstüne bir film yapmaya çalışmışlar. Biraz hayali öğelere yer vermeye çalışmışlar ki bu filmi genel durağan havadan çıkartmaya yetmiş. İş yaşamındaki kokuşmuş insan ilişkilerinden de bahseden ve çalışanların zaman zaman sevgi denilen şeyi unutabilceklerini kapsama almışlar.Güzeldi.

Konuşulması ve heralde anlamlandırılması gereken yeri herzaman sonu olacaktır. Kendi adıma söylemem gerekirse böyle bir son beklemiyordum. Yukarıda bahsettiğim olaylara biraz fazla takıldığımı düşünüyorum ve bu yüzden filmin sonunda biraz afalladım kaldım diyebilirim. Filmi dikkatli olarak izlemenizi tavsiye ederim yoksa ya anlamak için bu tarzda bir deneme yazısı yazmanız gerekecektir ya da oturup, ee adam yani diye başlayan cümleler arayışına gireceksinizdir.

Mutlaka bir yerinden hoşlanabilceğiniz bir film, süreside fazla uzun değil, oturup karşısına; deneme tarzında izleyebilirsiniz. İyi seyirler.

30.08.2010

Greatest Movie Scenes #16

Titanic [1997]

Bir zamanların en görkemli yapımları, tarihin en çok Oscar ödüllü filmlerinden biri. Kaç kere izlediğimi hatırlamıyorum ama artık repliklerine kadar ezberledim.

Hani eskilerden kurtulamama, klasikleri koruma gibi bir huyumuz vardır ya. İşte Titanic'de benim o sevmediğim huyuma dahil olan filmlerden biri.

Şu sahneyi unutabilir miyiz?

29.08.2010

Salt [2010]

Geçen gün yine iftarı getirme adına sinemaya gittim. Çok fazla tercih imkanım yoktu açıkçası. Karate Kid, Inception, The A-Team, Salt… Inception’ı izlemiştim, Karate Kid’in fragmanını gördüm, 1984 yapımının remake’i, sinemada izlemeye gerek yok. The A-Team ise dublaj, evet! Angelina Jolie izleyelim dedik biz de. Salt, yine Ramazan’ın ilk günlerinde iftarı getirme adına izlediğim The Expendables gibi bir aksiyon filmi. Kadro, o filmdeki kadar geniş değil ama en azından senaryosu, bir hikayesi var. Her ne kadar amacının çok farklı ve uygunsuz olduğunu düşünsem de.

Evelyn Salt (Angelina Jolie), uzun yıllar ekürisi Ted Winter (Liev Schrieber) ile çalışmış bir CIA ajanıdır. Ancak bir gün, hiç beklenmedik bir isim onun Rus Ajanı olduğunu ve yakında Amerika Başkan Yardımcısı’nın cenazesine gelecek olan Rusya Başkanı’nı öldürmesi gerektiğini söyler. Salt, bu iftirayı reddeder ve kendisinin böyle biri olmadığını yakınlarına açıklamaya çalışır. Masum olduğunu kanıtlamaya çalışmakla geçen nefis bir kovalamaca ve aksiyon başlar. Acaba yıllardır ABD’de yaşayan Salt aslında bir Rus ajanı olup da CIA’i mi kandırıyordur, yoksa Rusya ile hiçbir bağlantısı olmayan bir vatansever midir?

Yönetmen koltuğunda The Saint, The Bone Collector gibi filmlerden tanıyacağımız Phillip Noyce var. The Bone Collector’da Angelina Jolie ile beraber çalışmışlardı yine. İlk paragrafta bahsettiğim amacın uygunsuzluğu kısmına gelelim. Filmde çok net bir Amerikan Propogandası var. Defalarca kez gündeme getirilen ama şu son zamanlarda pek bahsedilmeyen Amerika-Rusya savaşı yine gündemde. Şunu söylersem spoiler olmaz sanırım, bir kez daha kafası şeytanlıklarla dolu olan kesim Ruslar olurken, bir kez daha azimle, hırsla, mükemmel mantığıyla ve gücüyle dünyayı kurtaran kesim Amerika’lılar oluyor. Evet, hem de son anda 9 milyon Müslüman’ın hayatını da kurtarıyor Amerika’lılar. Tabii aynı zamanda bu olaydan sonra meydana gelecek Müslüman hareketlenmesi ve Amerika’nın haritadan silinme olasılığını da. Neyse, bu sahnelere gözlerimizi yummadık, tıpkı filmin kendi içerisinde ne kadar çok tutarsız olduğu ve mantık hatası barındırdığı gerçeğine göz yummadığımız gibi. Evet, The Expendables’a nazaran bir konusu var dedim ama o kadar inandırıcılıktan uzak ki. Yani hem konu, hem aksiyon sahneleri. İzlerken nefesiniz kesiliyor fakat düşündüğünüzde, başına bu kadar olay gelen, filmde 1 saniye bile yerinde durmayan bu insanın nasıl olur da burnu bile kanamaz diyebiliyorsunuz. Hele de bu insan, artık bir deri bir kemik haline gelen Angelina Jolie ise…

Angelina Jolie, Cüneyt Arkın’ı oynuyor sanki. Tırdan tıra atlıyor, büyük bir araba kazası geçiriyor, neredeyse 25 metreden aşağı düşüyor, dayak yiyor ama yaralanmıyor. Hala koşuyor, hala adam dövüyor, hedefinden sapmıyor. Bakın, onu aşağılamıyorum, onu bu kadar tutarsızca oynatanı aşağılıyorum. Yoksa Angelina hala mükemmel bir aksiyon aktrisi. Hatta en iyi birkaçından biri. Yalnız, ona da olumsuz eleştiri getirecek bir noktamız var, o da keşke biraz kilo alsaymış. Çünkü, yukarıda yazılanlar, normal bir insanın başına gelse çok ciddi ölüm riski olabilecekken, çıtı pıtı bir kadının başına geliyor ve hiçbir şey olmuyor. Biz de buna inanacağız? Yok canım. Gerçi ilk olarak Tom Cruise düşünülmüş, ama o, rolü reddedince Angelina Jolie ayarlanmış ve senaryo baştan yazılmış. Jolie, filmde hiç dublör kullanmamış. Takdir edilesi. Hayranları onu hem sarışın, hem esmer, hem uzun saçlı, hem de kısa saçlı olarak görebilecekler. Özellikle sarışından dönme esmer fetişisti ve erkek saçı fetişisti olan ben (evet değişik fetişlerim vardır) çok mutlu ayrıldım salondan, eheh. Diğer aktörler, Liev Schrieber ve Chiwetel Ejiofor da sırıtmıyor.

Senaristleri, tanıdık filmlerin senaryolarına imza atmış olan Brian Helgeland ve Kurt Wimmer olan bu yapım, fragmanı izlediğimizde güzel bir işe imzasını atmış gibi dursa da aslında maalesef öyle olmayan, ticari amaçla çekilen ve açık açık propaganda yapan, klişelerle, aşırı twistlerle dolu bir aksiyon. Angelina Jolie, elinden gelenin en iyisini yapsa da, keşke Inception’a bir kez daha girseymişim dedim filmden çıktıktan sonra. Son sahnesiyle de devam filmini müjdeliyor. 5/10

28.08.2010

Best Movies Quotes #1

Yeni bir yazı dizisi daha başlatalım. Etrafta örneklerini çokça gördüğünüz tarzdan olsun. İzlediğim filmlerden akıllarda kalan ilginç, komik, vurucu replikleri burada paylaşmak istiyorum. Bir iş yapıyorsan, yaptığın işe olan saygıyı öne çıkartmak gerekiyor. Bende bu yüzden, 1 numarayı gerçekten bu numarayı hak edicek bir filme vermek istiyorum;


"I'm gonna make him an offer he can't refuse."

Godfather [1972]

27.08.2010

Desperate Hours [1990]

İllaha hikayelerde bir hatun kısmı olmalı ve ortalığı karıştırmalı mı?

Hikayesinden bahsedeyim kısaca. Bir tane azılı haydutumuz var. Yargı sürecindeyken kaçmayı başarıyor bir şekilde ve belki de en iyi yaptığı şeyi yapıp, zengin bir avukatın karısının evine yerleşiyor. Onu rehin alıyor ve daha sonra işin içine kocasının girmesiyle hikaye biraz daha karmaşık bir hal alıyor.

Başladığı anda sonunu bileceğiniz bir film olmasını geçtim, bu kadar basit bir senaryoyu sanırsam daha önce görmedim. Tek mekan kullanılarak çekilen filmler zordur. Mesela kapalı oda tarzı yerlerde çekilen, sadece hapishane filmleri ya da tek mekana bağlı kalmak zorunda olan filmler daima zordur. Bunların sonunu ya da olacakları saklamak zordur, aynı zamanda seyirciyi sıkmamak da zordur bunları yaparken. Çünkü tek bir mekan var ve olanların hepsi sadece orada olmak zorunda. Yer değiştirerek olaya farklı boyut kazandırma gibi bir şansınız yok. İşte bizim film de bu şekilde olunca ve yönetmenimizde ortalığı karıştırdım bahanesinin arkasına saklanınca çekilmez bir film olmuş

Mantık hatalarını geçiyorum ama bu kadar fazla çekim hatası da olamaz arkadaş. Iron Man de vardı en son izlediğim 10'a yakın çekim hatası ama burada say say bitmiyor.Çok üstünde durmaya gerek görmüyorum zaten neresinden tutsan elinde kaldığından dolayı.

Hele o kadın FBI ajanı yok mu? Yıllar önce ''Rukiye'' isimli bir dizi vardı. Resmen setten kalkıp bu filmde oynama gelmiş gibi. Ne kadar irrite edici bir konuşma tarzı ve ne kadar yapmacık replikleri vardı. Ben sırf o FBI ajanının bu filmdeki rolü üstüne bir kısa film derler toplarım!

Hızlıca oyunculara kadar geldik. Burada bir nefes alalım. Filmde izlemek isteyeceğiniz tek şey Hopkins ve Rourke olacaktır eminim ki. Zaten bende zevkli bir film diye izlemeye başladıktan 30 dakika sonra bu 2 oyuncuyu izleme fırsatıma sevindim bir tek. Şu andaki halleriyle bir karşılaştırma yaparmısınız? 1990 yılında, Rourke'nin şu halini ve rolünü izleyen kaç kız kendini binanın 5. katından aşağıya atmıştır ya da o zamanlarda Rourke kaç kızı paspas olarak harcamıştır? Hopkins, bildiğimiz gibi, filmin başında Rourke ile başlıyorsunuz. Yıkılmaz bir karizma gibi dolaşıyor ortalıkta ama filmin sonuna geldiğimizde tam bir Hopkins kasırgası başlıyor ve film öylece bitiyor.

Sakın izlemeyin, arşive bile koymayın. Bu kadar da basit olamaz bazı şeyler!

26.08.2010

Greatest Movie Scenes #15

Casino Royale [2006]

İzlediğim en zevkli Bond filmlerinden biriymiş gibi geliyor. Belki de kullanılan en etkileyici Bond kızından dolayı olmasın ?

25.08.2010

Saw 4 [2007]

Saw 4 isimli bu film kamu malıdır. Dövebilirinizse sevebilirsiniz de... Zira birazdan iki eylemi birden gerçekleştirmeyi planlıyorum.

Zannediyorum ki hepiniz iyi kötü testere dünyasına biraz girmişsinizdir. Bu yazı henüz girmeyenleri yönlendirme amacı taşıdığı kadar girenlerle de tek taraflı bir sohbet amacı taşımaktadır. Kabul edilmelidir ki herkesin içinde birazcık da olsa şiddet merakı vardır ve bu konuda bizleri düşünüp tatmin etmeye çalışan yapım şirketi de Lionsgate'dir. Yanlış anlaşılma olmasın başka hiçbir amaçları yok sadece bizi biraz germek istiyorlar ve bu yüzden de ardı ardına dehşet verici filmler çekiyorlar. Bunlardan en dehşet vericiside şüphesiz testere. Bol sıfırlı hasılatlar yapan bu serinin dördüncü ve en arızalı kısmından bahsedeceğim şimdi. Yalnız, başta söylediğim gibi acaba filmi dövsem mi sevsem mi ben de bilmiyorum.

Üçüncü filmimizin sonunda bir sürpriz olmuş ve jigsaw ölmüştü hatta genç ortağı da. Ama bu filmde onun ölümünün aramızdan ayrılması anlamına gelmediğini görüyoruz. Bu sırada da daha önceki filmlerde küçücük rolleri olan rigg adlı polisimiz kaçırılıyor ve bir oyun oynamaya zorlanıyor. Tabii ki oyunun kuralları basit ama çiğnemesi tehlikeli böylece filmimiz temellerini atmış oluyor. En baştaki iki vahşi sahneyi söylemiyorum tabi... Ondan sonra peşli sıra meydana gelen olaylar ise oldukça kafa karıştırıcı. Hatta ilk yirmi dakikada izleyicinin nevrini döndürmeyi başarmışlar. Sanki özellikle anlaşılmasın diye yazılan senaryo bir açılıyor bir açılıyor ama maalesef kapanamıyor. Olaylar arap saçı gibi birbirine giriyor. Buna önceki filmin karmaşasız ve sade halinden eser bile kalmadığını görebilirsiniz. işin içine yeni bir yığın karakter ve ana hikayeye dahil olan onlarca yan hikaye giriyor. Henüz izlemeyenlerden ricam film boyunca gördükleri her karakteri özellikleri meslekleri ve isimleriyle bir yere not etmeleri. böylece finalinde filmi çözme ihtimalleri artacaktır ve lütfen altyazıları bir paragraf sorusu çözüyomuşcasına dikkatle okuyun. Böylece gözünüzü korkuttuktan sonra bir de bu acaip filmin daha acaip finaline dönelim. Sslında finalde çok da sorun edilecek bir şey yok. Üçüncü filmin ilk on dakikasını dikkatle izleyenler için ip uçları verilmiş. ama böyle bir sürpriz yapma çabasına ne gerek vardı bilmiyorum. Dediğim o ki zaten ölmüş adama seriyi üç beş film daha uzatmak adına aslında en başından beri yanında olan ama hiç görünmeyen bir ortak daha eklemek... Canım seriye yazık etmek gibi olmuş. Ama yine de benim eleştireceğim asıl son hikayenin değil, filmin sonu! Öyle ki filmin en başı ve en sonunda görünene o malum cesetin yeri maalesef tutturulamamış. Aynı zamanda hem son sahnede görünen ve o sahneyle aynı zamanda geçen morg sahnesinde de görünen dedektif gerçekten işin acaip kısmı. Ben tepki almamak adına bu konuyu uzatmamaya karar verdim ama filme ait sinemalar.com adresindeki kritiği okursanız daha iyi anlayacaksınız, yani filmin sonunda bir sakatlık var, orası kesin!

Şimdi de filmin eksilerine daha yakından bakalım. Aslında eleştirecek yeni de bir şey yok. Daha önceki ilk üç testere filmini neden eleştiriyorsam bunu da aynı neden dolayı iğeleyeceğim. Öncelikle yapılmaya çalışan saçma sapan vahşet felsefesi nedeniyle. Çünkü ölmesine rağmen senaryodan def edilemediği gibi bir de baş rolü alan john krammer film boyunca göründüğü her sahnede yaşamanın değerinde, güzelliğinden ve insanların bunu asla anlayamamsından bahsedip haddini aşanlara had bildirmeye çalışıyor. Bunu canilikle yapmaya çalıştığı yetmezmiş gibi üstüne bir de senaristler tarafından korunuyor. Öyle ki filmde " o teknik olarak katil değil, kurtuluş yolunu da sunuyor " ya da " onu katil olarak suçlama yanlış olur çünkü o sadece ölmelerini izliyor " gibisinden laflar fink atıyor ve hatta yapımcılar bu süreçte izleyicinin jigsaw'a tapınması için ellerinden gelen yapmışlar. Yer yer canavara dönüşen bu adama acımanız bile sağlanıyor filmde bebeğini düşüren eşini hastaneye yetiştirdiği sahnede bu adam bir anda kuzuya dönüyor ve izleyiciyle tek yürek oluyor.

Sonuna kadar taşlanmayı hak eden diğer konu ise artık meşhurlaşan ölüm tuzakları ve metre kare başına bikaç tane düşen ses cihazları. Senaryo icabı bunları yapan kişinin nihayetinde polis departmanında çalışan biri olduğu ortaya çıkınca işler daha gülnünç bir hal alıyor çünkü her biri bir fabrijka makinesi niteliğindeki bu uzaklar anca bir grup mühendisin elinden aylarca uğraşma sonucunda çıkmış olabilir. Ama nasıl oluyorsa bunları tek bir adamın yapmış olması akıllara zarar bir detay. heyecandan hızla yazarken umarım ne anlatmaya çalıştığımı anlamışsınızdır. Özellikle de film boyunca eric'in tepesinden sarkan oda büyüklüğündeki buzlar gerçek bir komedi. hatta ben filmden sonra çok düşünmüştüm; allah allah ne gibi bir adam onca elekrik düzeneğini kurar, üstüne her biri bir ton olan buzları on metre yüksekliğindeki tavana makinelerle bağlayıp da bunu zaman ayralı olarak çalıştırır. eğer bu ve bunu gibi birçok soruyla daha karşılaşmak isterseniz filmi izleyin derim, bi şey kaybetmezsiniz.

Filmin diğer ve en büyük eksiği ise mükemmel kurgusu! Ama bu o sizin bildiğiniz kurgulardan değil. Bir karakterin, filmdeki tüm karakterlerin kaderini yazabildiği bir kurgu ama eleştirmek istediğim noktayı da önce biraz daha açayım. O bahsettiğim ses cihazlarını sesiyle dolduran jigsaw sadece plan kurmakla kalmamış, hangi karakterin ne zaman nereye gideceğini de ayarlamış öyle ki rastgele bir kişi rast gele bir yere gidiyor ve orada kendi için doldurulmuş kayıtla karşılaşıyor. "Merhaba ajan bilmem ne! sen aslında bugüne kadar böyle böyle düşünüyordun ama aslında şöyle şöyle... " tipi konuşmalar resmen trajedi. Kasedin bulunduğu yerden geçen onlarca kişiye rağmen o kasedi ajan bilmem ne'nin dinleyeceği nerden biliniyor. Sizi bilmem ama benim aklıma şöyle bir soru geldi "ruhlarını mı okuyosun kardeşim? "

evet, filmde bu tip mazur görülemeyecek hatalar ve tuhaflıklar var. Ama bunların her birinin daha fazla bilet satabilmek için kurulmuş tuzaklar olduğunu biliyoruz. Seyirciye kurulmuş ve filmdekinden daha feci tuzaklar. Sırf ülkemizde her yıl 400.000 kişinin sinemaya giderek bu tuzağa düştünü ve binlerce de dvd'sin satıldığını düşünürsek bu tuzaklar iş yapıyor ve madem uzayacağa benzeyen bu seriyi izlemeye devam edeceksek sanırım artık bu tür eleştiriler gereksiz kalıyor çünkü ben bile bunca eleştiriye rağmen serinin her çıkan filminin dvd'sini satın alıyorsam durumu siz düşünün.

Bu kadar taşladıktan sonra filmin biraz da iyi yanalrına değinmek lazım. Aslında filmin çok büyük tek bir artısı var o da her on bin filmin birinde bulunabilecek atmosferi! sayamadığım kadar film izlememe rağmen içlerinde en çok Testere 4'ü izlerken gerildiğimi, heyecanlandığımı ve meraka düştüğümü söylemekte bir sakınca görmüyorum. Özetle önümüzdeki filmde şeytan tüyü var. nedeni açıklanamayan bir biçimde tüm o dehşet verici tuhaflıklarına rağmen eleştiri kaldırmıyor.

Sonuç olarak anlattıklarımdan yola çıkarak bu bulmacayı burada çözebilseniz izlemenize de gerek kalmaz. Ama gerçi izlemeniz de iyi olabilir, gerilim ve ışık efekti dolu bir 95 dakika geçirirsiniz!Aama saydığım eksi şeylerde kulağınıza mutlaka küpe olsun!

24.08.2010

Greatest Movie Scenes #14

Batman [1989]

Hangisi diye bir karşılaştırmaya girmeyeceğim tabiki burada. Ama hatırlamamız gereken ve elbette benim gibi çoğu insanında unutulamazlarına giren bir rol. Çok fazla söylenebilcek birşey yok çünkü yorum yapmaya başlarsam akıllar hep Heath Ledger'a kayma durumunda olacak ne yazık ki.

23.08.2010

Propaganda [1999]

Neredeyse yüzyıllardır birlikte yaşayan Hisli Hisarlıların altüst olan sosyal yaşamlarını, aşklarını, ticaretlerinin önünde duran dikenli telleri ve merkezi otoriteye karşı hayatlarını nasıl savunduklarını görüyor, 1948 de yaşanan bu trajikomik öykünün yarım asırdır çok fazla değişime uğramadığına tanık oluyorsunuz.

Bu arada Mehdi’nin oğlu Adem ile Rahim’in kızı Filiz arasındaki tutkulu aşk, aralarından geçen sınır çizgisi nedeniyle iyice imkansızlaşır.

Filmin özeti bu kadar, buradan sonra bahsedilecek tek şey herhalde oyunculardır. Film bir hikâye tadında geçiyor, bu Sinan Çetin’in bir filmi nasıl dağıtabilirim çabalarından kaynaklanıyor olsa gerek. Hazır yeri....

22.08.2010

Haute Tension [2003]

Korku filmleri... Henüz çocukken, hayatımda ilk defa beyaz perde ile tanıştığımda ilk izlediğim film Jurassic Park oldu. Televizyonda yayınlanan korku filmlerini kaçırmazdım. Babam da bunu bildiğinden, o akşam korku filmi varsa beni çağırırdı, beraber film izlerdik. Seneler geçtikçe, ben büyüdükçe, izlediğim filmler arasında korku olanlara daha az yer verdiğimi farkettim. Çünkü gitgide basitleşiyordu korku sineması ve artık ezberlenebilir bir sektör olmuştu. Birbirinin aynısı senaryolar, nerede ne olduğunu tahmin edebileceğiniz sahneler, çok daha kötüsü artık korkutmayan, aksine güldüren filmler. Bu yüzdendir ki korku sineması 8-16 yaş arasının ilgisini çekiyor daha çok. Tabii bu türün fanatikleri de vardır elbet, onlar başka. Dediğim gibi bu aralar çok nadir korku filmi izlememe rağmen geçen gece cnbc-e'de yayınlanan bu filme bir şans verdim. Genç Fransız yönetmen Alexandra Aja'nın filmi kesinlikle diğer filmlere benzemiyor ve sizi korkutmayı, gerim gerim germeyi başarıyor. Tabii cnbc-e'de bol bol sansüre uğramış film, internetten indirip bir kez daha izledim. Bir kez daha izlememin tek nedeni sansürlü kısımları görmek değildi. Cecile De France'ın inanılmaz oyunculuğu hatrına bu filmi her hafta en az bir kez izleyebilirim sanırım.

Konuya değinelim. Marie (Cecile De France) ve Alexia (Maïwenn Le Besco) iki arkadaştır. Okuldaki sınavlarına çalışabilmek için Alexia'nın kırsal bir kesimde kalan ailesinin evlerine giderler. Fakat henüz ilk gecelerinden inanılmaz bir olayla karşı karşıya kalmışlardır. Kim olduğu ve amacı belli olmayan bir yabancı, o gece ansızın kapıyı çalar ve Alexia'nın ailesini teker teker öldürmeye başlar. Alexia'yı öldürmez ve kelepçeleyip arabasına atar. Marie'yi ise bulamaz. Marie kurtulmuştur ancak Alexia'yı yalnız bırakmak istemez ve arkadaşını o adamın elinden kurtarmaya çalışır.

Biraz spoiler içerikli olabilir ama emin olun izlediğinizde bunların hepsini unutacaksınız ve yutkunarak hayret içerisinde filme odaklanacaksınız. Alexandre Aja, klasik basit korku filmlerinin aksine sizi filmin içine çekmeyi, önce germeyi, sonra korkutmayı, hatta belki de ağlatmayı başarıyor. Bunu ise diğer filmlerde fazla göremediğimiz şiddet içerikli sahnelerle yapıyor. Evet filmde slasher, gore öğelere bolca yer verilmiş. Biraz The Texas Chainsaw Massacre, ya da Saw serisi gibi diyeyim, anlayın. Ancak bu sos gayet iyi karıştırılmış ve ortaya leziz bir tat çıkmış. Filmde fazla diyalog yok, evet 10 dakikalık diyalogsuz bölümler var mesela ama bu da hiçbir şekilde rahatsız etmiyor insanı. Sadece görsel ve işitsel öğeler kullanılmış ama çok başarılı. Diyalog olan sahnelerde de Fransızca'nın büyüsü beni benden aldı şahsen. Eğer filmin dili İngilizce olsaydı bu kadar beğeneceğimi sanmıyorum. Fakat sonu hiç olmamış. Yani ne gerek vardı diyesi geliyor insanın? Sonunda yaptıkları özgün değil, daha önce bir kaç film tarafından denenmiş. Sırf insanı köşeye yatırmak için yapılmış, filmin tamamıyla tutarsız, alakasız bir son. Türünün şaheseri olacakken, sonu sayesinde sıradan bir film olmuş. Haydi saygısızlık olmasın, sıradan demeyeyim ama işte, olmamış.

Sadece tek bir oyunculuğa değineceğim: Cecile De France. Zaten katili oynayan Philippe Nahon ve Alexia'yı oynayan Maïwenn Le Basco pek konuşmuyorlar filmde. Cecile De France'te fazla konuşmuyor aslında ama 90 dakikanın 85 dakikasında onu izliyoruz neredeyse. Aman Allah'ım nasıl bir oyunculuk bu! Bu türde izlediğim en iyi performansı göstermiş Cecile. Sadece bu filmle bile efsane olmuştur benim gözümde. Katilin kendine yaklaştığı anlardaki, yüzündeki korku ifadesi inanılmaz. Öyle bir korkuyor ki, damarları çıkıyor boğaz kısmında. Ben gerçekten korksam, bu kadar korkamam hiç bir şeyden. Çok beğendim, hayran kaldım, ağzım açık izledim! Mükemmel!

Bu paragraf spoilerlarla doludur! Spoiler!!! Filmin sonunda twist işine girmiş Alexandre Aja ve orada kaybetmiş. Tutarsızlık var demiştim ya hani, madem Marie arkadaşımız şizofren, filmin başındaki oral seks sahnesinin amacı neydi? Köpek içeri katil girince havlıyor, katil Marie ise Marie ilk girdiğinde niye havlamıyor köpek. Herşeyi geçtim, Alexia, Marie'yi yıllardır tanıyor, kendisine aşık olduğunu, bu kadar psikopat olduğunu bilemez mi? Hissetmez mi? Eğer hissetmezse Marie'ye bir anda mı geliyor bu sapıkça özellikler? Daha şimdi aklıma gelmeyen bir çok şey... Bu tip filmlerde, filmin sonunda seyirciyi aydınlatmak için flashbacklerle geriye gidilir, aslında böyleydi falan denirdi ama o da çok kısa ve açıklayıcı olmayacak bir şekilde tutulmuş. Acaba yönetmen bizim düşünmemizi mi istemiş diyorum da, düşünecek bir şey yok ki, neresinden tutsan elinde kalıyor. Spoiler!!!

Sonuç olarak, gerileceksiniz, korkacaksınız. Cecile De France'in oyunculuğuna hayran olacaksınız. Ancak sonu sizi hayal kırıklığına uğratabilir. Yani sanki sonu başka bir filme ait gibi, o kadar alakasız olmuş bütün filmle. Neyse, her güzelin bir kusuru vardır diyelim. Alexandre Aja takip edilmesi gereken yönetmenlerden. Son not, filmin müzikleri de alakalı, hele ara ara Muse'den New Born giriyor ki, işte oralarda resmen kanınız donuyor. 7/10

Greatest Movie Scenes #13

The Human Stain [2003]

Mutlaka izlenmesi gerektiğini düşündüğüm filmlerden biri. Bu film hakkında ileride bir yazı da yayınlayacağım. O zamanlardaki ''ırk'' davalarını konu edinen ve içinde daha fazlasını bulabilceğiniz bir film. Eminim izlemiş olanlar bu sahneyi hatırlayacaklardır.. Çok özel bir filmdi, Hopkins ve Kidman imzalı...

21.08.2010

Mickey Rourke ve Halleri


Bir zamanlar hatta bu zamanları 1980 ler ve 90 ların başları diye nitelendirsek; yakışıklı aktörünün haline bir bakarmısınız? Geçenlerde Amerika da bir Show programında tekrar izleme fırsatım olmuştu ve hali içler acısıydı resmen...

Wrestlerde ki rolü, Iron man derken yıllar onu yıprattı. Evet ama yıpranmak başka bir olay, üstüne estetik yaptırmak başka birşey. 1980 lerde onu son kez gören birine şu anda ki halini göstersek bir grup tahmin ederek tutturabilir ancak...

Yanak çukurları,saçında deri kayması, dökülmeler, göbek, aşırı kastan damarların fırlaması, buruşmalar, fondöten bile kapatmaz duruma gelmiş. Yazık...

20.08.2010

Shelter [2010]

Ne yapılacağını bilmediğiniz zamanlardan birinde, forumlarda dolaşırken gözüme ilişti. ‘’Shelter’’ kelimesinin anlamı aklıma gelmediğinden acaba ne diye düşündüğüm anda kendimi, posterinde J.Moore olan bir filmle karşı karşıya buldum. Filmin konusu;

Cara, mahkeme için psikolojik danışmanlık yapan bir psikayatristdir. Hastalarından biri bölünmüş bir kişiliğe sahiptir. Cara, hastasının kişiliklerinin birer cinayet kurbanı olduğunu keşfeder.
Gerçek ile fantastik dünya arasında gidip gelen bir film izledim. Şöyle açıklamaya çalışayım, ilk önce normal hayattan kesitler geliyor önümüze. Bir psikolojik hasta var ve...

19.08.2010

After Life [2009]

Güzeldi filmi öncelikle bunu söyleyeyim. Sabah saatlerinde izlemek iyi bir fikirmiş, kendimi takdir ettim bu konuda. Hikâyemiz şöyle, ölümden sonraki hayattan bahsediyor. Bir cenaze görevlimiz var, ölüleri yıkıyor, kesiyor biçiyor ve onları cenaze törenine hazırlıyor. Sevgilisiyle arası iyi olmayan, sürekli bir dargın bir barışık halde olan kızımız bir gece arabasıyla kaza yapıyor ve ölüyor. Aslında hesapta ölüyor. Daha sonra cenazecimizle arasında geçen hikâyeyi konu alıyor film. Aslında konuyu sadece kıza mahal etmememiz gerekiyor, genel olarak cenazecimizin bir yeteneğinden kaynaklanan bir durum. Ölen insanlarla konuşabilmesi…

Hikâye kısmında fazla elle tutulur bir yan yok aslında. Biraz haksızlık ederek söylüyorum belki de ama bana öyle geldi açıkçası. Fakat anlatım tarzı çok etkileyici olmuş. 1 saat 42 dakikalık..

Greatest Movie Scenes #12

One Flew Over the Cuckoo's Nest [1975]

Milos Forman yönetiminde evsaneleşen amerikan yapımı dram. Film hakkında söylenecek çok şey var mesela;

Film 5 ana dalda oscar alan (Best Picture, Actor in Lead Role, Actress in Lead Role, Director, Screenplay) ikinci film olma özelliğini taşıyor, 1991 Yılında Kuzuların Sessizliği tekrar bu onura laik olana kadar.

Tabikii sadece filmden değil J.N dan da bahsetmeden geçmek olmaz. Sınırları zorlayan bir performans ortaya koymuş. Güzel filmdi, hatta çok güzel...

18.08.2010

The Expendables [2010]

Geçtiğimiz cuma günü Türkiye'de vizyona girdi The Expendables. Ramazan Ayı'nda oruç tutuyorum. Şöyle bir olay yaşında oturduğum evde o gün. Oruçlu, harap ve bitap bir şekilde bilgisayar başında pineklediğim sıradan yaz günlerinden biri. Saat 16.20 ve saçma saçma şeylere bakıyorum netten. Birden twitter'da, trending topics'te The Expendables'ı gördüm. "Aaa" dedim, "Bugün film çıkıyordu." Hemen beyazperde'ye girip seanslara baktım. 17.30 yazıyor. Gidilir mi gidilir anasını satayım. Evimden sinema 40 dakika. 16.45'te evden çıktım, her filmden önce gösterilen şu korsanlıkla ilgili reklam dönerken salona girdim. Aman Allah'ım ne rahatlık! Oruçlu bünyeye birebir sinema salonları. Hele de evinizde klima yoksa. İnanılmaz bir şekilde buz gibi içerisi. Şöyle bir yoklama yaptım, benden başka 10-15 kişi var içeride. Oysa belki de The Expendables'tan daha az reklamı yapılan Inception ilk gün full çekiyordu. Neyse izledik, evimize döndük, orucumuzu açtık, üzerinden neredeyse 1 hafta geçti ve yazıya koyuluyoruz.

Konuya geçelim. Güney Amerika'da küçük bir adada diktatörlük kuran General Garza'yı (David Zayas) durdurmaya çalışan paralı askerler. Bu askerler Barney (Sylvester Stallone), Lee (Jason Statham), Ying Yang (Jet Li), Toll (Randy Couture), Hale (Terry Crews) ve Gunner (Dolph Lundgren). Bu askerlere görevi veren isim ise bir CIA ajanı Mr. Church (Bruce Willis). Askerler bu adaya geldiklerinde ise üzerinden fazla geçmeden asıl görevlerini, asıl yakalamaları gerektiği kişiyi anlıyorlar. Bu kişi, eskiden CIA'de görev almış, şimdi ise General Garza'yı bir piyon gibi kullanarak kendi uyuşturucu şirketini kurmayı planlayan James Munroe (Eric Roberts). Barney önderliğinde askerler bir yandan işleriyle uğraşırken, bir yandan da yeni yeni duyguyu tadacaklardır. Mesela generalin kızı Sandra'ya (Giselle Itie) aşık olan Barney gibi...

Böyle anlattım ama filmin aslında bir senaryosu yok desek yeridir. Yani havada kalmış diyaloglar, bir an önce aksiyon sahnelerine geçilmek için yapılan eften püften olaylar. Gerçi filmin kemik seyircisi de bunları istemiyor anladığım kadarıyla. Yani zaten bu filme katıksız aksiyon görmek için geliyorlar ve bunun için gelenler bu filmden maksimum haz ile ayrılıyor. Ancak ben maalesef katıksız aksiyonu sevmiyorum ve eleştirimi de ona göre, biraz subjektif yapacağım. Elbette Sylvester abimizle Jason abimizin tek başlarına onlarca askeri öldürmeleri, Terry babanın ortama anormal, devasa bir silahla girip, tabir-i caizse nefes alan canlı bırakmaması insanın hoşuna gidiyor. Yüzde bir gülümseme bırakıyor ama o kadar. En önemli diyaloglarından biri "What's wrong with this picture?", "Everything!" olan bir film bu. Hele bir de altyazı rezilliği olunca hiç çekilmiyor. "It's a tie" demek "Bu bir kravat" demekmiş. Şaka gibi! Zaten ruh da olmayınca, inandırıcılığı da olmuyor filmin. Mesela Rambo da bir aksiyondu, ya da ne bileyim Rocky, Predator, Terminator, Die Hard. Bunların ruhu vardı. Bir konusu vardı. Anlatabildim sanırım. Ayrıca aksiyon sahnelerinde de bir şeye değinmek isterim. Sylvester Stallone bir röportajında ABD'de alev çıkartmalarına izin verilmediğini ve teknolojiden faydalandıklarını, yurt dışında ise gerçek alev kullandıklarını belirtmiş. Yurt dışındaki patlama sahneleri iyi de, ABD'deki sahneler gerçekten pek bir yapay kalmış. Bu da izleyiciyi sıkan etkenlerden.

Oyunculuklara da fazla bakmaya gerek yok. Elbette Jason Statham dışında diğer arkadaşlarımız çok zorlanmış çekimler esnasında. Bu filmde de kendini belli ediyor. Mesela Sylvester Stallone bir sahnede son hız koşarken, ben ön çapraz bağları kopuk sağ dizimle beraber o sahnede onun yanında koşsam muhtemelen daha hızlı koşardım. Filmin yönetmeni de olan Sylvester Stallone bu sahnelerdeki açıklar göze batmasın diye yavaş çekim tekniği kullanmış. Bire bir dövüş sahneleri gayet iyi, özellikle Jason Statham'ın basketbol sahasında patakladığı adamlar enfes ancak kamera kişilerin içine çok girdiği için biraz anlamamız zor oluyor kim kimi dövüyor falan. Onun dışında Eric Roberts bütün karizmasıyla bizlerle. Aksiyon oyunculuğu değil de normal oyunculuk babında baktığımızda ise Mickey Rourke abimizi ilk sıraya koyarım. Giselle Itie de bu tip filmlerin olmazsa olmazı, esas oğlanın abayı yaktığı güzel kız rolünü iyi kotarmış. İnanılmaz derecede Sergio Ramos'a benzediğini de belirteyim.

Filmin oyuncu kadrosu müthiş. Asıl satan da bu zaten. Kariyerlerinin sonundaki Sylvester Stallone, Dolph Lundgren, Mickey Rourke, Eric Roberts, Bruce Willis, Arnold Schwarzenegger, şu sıralar suskun olup kendini bizlere yeniden hatırlatan Jet Li, aksiyon sinemasının en önemli genç oyuncularından Jason Statham, daha çok komedilerde oynayan Terry Crews, Dexter ile 2. kez ünlenen David Zayas, güreşten sinemaya geçen Randy Couture ve Steve Austin ile tam bir erkekler tayfası oluşturulmuş. Araya bir de güzel latin kızımız Giselle Itie sıkıştırılmış ve ortaya iyi bir karma çıkmış. Tabii kadro mükemmel ama şöyle bir "olsaydı iyi olurdu"lara da bakalım; Forest Whitaker, Robert Knepper, Ben Kingsley, Wesley Snipes, Jackie Chan, Jean Claude Van Damme, Steven Seagal, Kurt Russell, Chuck Norris vs. Zaten bu elemanlardan bazılarına da teklif götürmüş Sylvester Stallone.

Bruce Willis ve Arnold Schwarzenegger sadece bir kaç dakika rol alıyor filmde. İkisinin de aksiyona girmediğini belirteyim. Zaten Kaliforniya Valisi Arnold'un artık aksiyona girecek hali yok. Bruce Willis ise bizi yine gülüşünden mahrum bırakmıyor. Kısaca toparlamak gerekirse, ortada bir senaryo olmayan, 100 dakikalık katıksız bir aksiyon filmi The Expendables. Hani ben de pek aksyion sevmem ama sırf bu kadroyu bir arada görmek için izlenmesi gerekir. Öte yandan pek bir beklentiyle de izlenmemesi gerek. Tabii aksiyon seven biri iseniz, salondan çok ama çok mutlu ayrılırsınız. Filmin devam filmi hatta devam filmlerinin çekileceği de konuşulanlar arasında. 6/10

17.08.2010

Greatest Movie Scenes #11

''Billy the Butcher'' rolündeki D.D. Lewis'i izlemeyen var mı?

Kendisine olan hayranlığımın dışında; burada daha fazla merak ettiğim şey bir film neden 10 dalda Oscar'a aday gösterilipte hiçbirşey alamadan evine gider? Acaba arkasında ne var, ne oldu merak ediyorum. Bunun bir araştırması yapılmalı kendi adıma...

Role gelecek olursak, kendisinin en beğendiğim rollerinden biriydi. Pala bıyıkları, sert bakışlarıyla ortalığa dehşet saçan bir kasap. Tam kasap olmuş gerçekten..
Gangs of New York [2002]

16.08.2010

The Invention of Lying [2009]

Ciddi olma şansınız yok değil mi? Herhalde bir şaka filan bu film ve bizde bu şakaya alet ediyoruz kendimizi. Tamam, gerçek olduğunu kabul edelim ve üstünde çalışalım biraz. Beğenen çok kişi olduğunu duydum çevremdeki arkadaşlarımdan (herhangi bir şey okumadım hakkında her zamanki gibi) ve bende artık bir izleyim dedim.

Yalan söylenilmeyen bir dünyada kişisel çıkarı için yalan söyleme fırsatı yakalayan bir kişinin komik hayatını içeriyor filmimiz. Evet, daha önce karşılaşmadığımız bir senaryo ve daha önce hiç rastlamadığımız, gün içinde belki birden fazla kez yaptığımız bir olayı; yalan söylemeyi işleyen bir film.



15.08.2010

H II [2009]

Bende de birçoğunuzdaki gibi aşırı bir Michael Myers hayranlığı var, hem de aşırı yani... Neredeyse tüm seriyi ezberleyene kadar seyrettim ve orijinal seri de tüm güzel seriler gibi kaderine terk edildi. Halloween Ressurrection gibi berbat bir devam filminin ardından sadist ruhlu rob zombie'nin eline bırakıldı. 2007 yılında tüm orijinalliği bozularak çekilen bir ilk filmin ardından karakter isimleri haricinde orijinal seriyle hiçbir bağı bulunmayan bir devam filmi daha geldi. sanırım artık hoşgeldi demekten başka bir çare yok!

Elimizdeki yeni çevrimin konusu ise basit: cesedi kaybolan ve bulunamayan michael myers yine bir 31 ekim arifesi yollara düşüyor ve tam da cadılar bayramında dehşet saçıyor... Hem de ne dehşet! size filmle ilgili tek bir uyarıda bulunacaksam o da Halloween 2'nin bir kısmında tavanı seyretmek zorunda kalabileceğiniz. Az buçukta olsa tanıdığım rob zombie'nin dehşet geleneğini bu filminde de sürdürdüğünü söylemek çok doğru olur çünkü film boyunca insan vücudu genç- yaşlı ya da kadın-erkek demeden sadece elle parçalama ya da bıçakla deşmeye yarayan bir öge olarak kullanılmış. Bütün film boyunca michael önüne geleni (son derece feci ses efektleri eşliğinde) parçalayabildiği kadar parçalıyor ve bu sefer senaryo michael'in çevreye verdiği dehşeti "kötü aile ortamı"na değil "azmettirici anne "ye bağlıyor. Yani ortada yine bahane uydurulmuş bir vahşet var.

Bu bahane uydurulmuş vahşet ise bir süre sonra dozu kaçırarak bir filmin en önemli yapı taşı olan senaryonun önüne geçiyor. On saniye görünüp ölmekten başka işe yaramayan karakterlerle dolu bir film var önümüzde. bunundışında sayıları oldukça az olan baş karakterlerde oldukça yetersiz tabi michael myers hariç. Maskeli canimiz bu filmde 2007 yapımı filme göre çok daha enerjik ve ilginç bir biçimde karizmatik. Laurie Strode ise tek kelimeyle berbat. Çığlık atmaktan başka işe yaramayan bu kızcağız keşke ölse de kurtulsak diyeceksiniz, eminim... Hayalet gibi beyazlara bürünmüş şekilde michael myers'in hayallerini süsleyen ve film boyunca nerdeyse ondan çok görünen deborah myers ise orijinal bir fikir olmasına rağmen sadece michael'e öldürme emirleri vermekten başka işe yaramadığı için vasat geçemiyor. Üstelik orijinal seride michael'in yakalanması için kendini paralayan iyi karakterimiz dr loomis ise bu filmde 180 derece dönerek paragöz, hırslı biri haline gelmiş. ama slında filmde orijinal seriye göre en çok değişiklik gösteren kişi michael myers olmuş. Çünkü bu cani varlık film boyunca yarısı olmayan, olan yarısıda yırtık pırtık olan bir maskeyle dolaşıyor hatta dehşet verici uzunluğa ulaşmış saçı-sakalı maseyi gölgelediği için bambaşka bir hale geliyor. Yapımcılar michael'e böyle bir hava katarken acaba seriyi olduğu gibi sevenleri hesaba katmamışlar mı?

Aslında bu filmin yaşayacağı en büyük talihsizlik carpenter'in serisiyle kıyaslanacak ve halkiyle yerden yere vurulacak olması. Ancak halloween 2 carpenter'in serisinin dışında ve birbirinden uçuk korku filmlerinin sardığı piyasanın hali düşüldüğü zaman hiç de fena bir film değil. Fazlaca fantastiğe kaçan rüya sahneleri ve can sıkıcı boyutlara ulaşan canilik sahneleri dışında tabi... Finalde ise yeni bir devam filmin sinayalleri verilmesine rağmen rob zombie bir daha halloween çekmeyeceğini söylemiş. Eleştirmenleri de izleyenleri de pek sarmayan bu serinin devamı yine de bence mutlaka çekilecektir. Dünya çapında vahşete olan rabetin asla azalmayacağını ve hallowwensever nüfusun asla dünya üzerinden silinmeyeceğini de hesaba katarsak herhalde iki sene bu zamanlar sonra halloween 3'ü izlemiş oluruz. Ama tabi paramparça olmuş yarım bir maske yerine michael'in yeni film içinyeni bir maske bulmasını da umuyorum. Her ne olursa olsun özlediğimiz imajına dönmesi filmin elde edeceği gişe hasılatına da ister istemez yansıyacaktır.

Sonuç olarak filmin en büyük artısını söylemeyi unuttuğumu fark ettim. 1978 yapımı filmin yarısı boyunca çalınan ve hatta halloween müziği olarak ünlenen müziğin yeniden çevrimde de orijinalinden hiç farklılaştırılmadan çalınması filme ciddi bir ek puan yüklüyor. Orijinalliği tamamen bozulmuş bu seride eskiye ait bir şeyler görmek serinin sıkı takipçilerinin de hoşuna gidecektir.


Greatest Movie Scenes #10

The Usual Suspects [1995]

Tüm zamanlarda en sevdiğim filmler arasında ilk 5-6 ya rahatlıkla girebilecek bir yapıt. Twist çekme davası dediğimiz, bu aralar Ramiz Dayı'nın bolca yaptığı aktiviteden; bu filmi izleyerek alasını görebilirsiniz.

Normalde film sonlarını düşünmem ya da acaba neler olacak diye kendimi asla bulmaya zorlamam, filmin zevki kaçmasın isterim. Ama hiç bir filmde böyle ters köşeye yattığımı hatırlamıyorum. Belki izlediğim zamanlar gençtik, bu kadar geniş bir bakış açımız yoktu diye kendimi avutsamda inanılmaz bir filmdi.

Bu sigaradan sonra Keyser Soze kim anlamıştık!

14.08.2010

Greatest Movie Scenes #9

Se7en [1995]

Bir başka beğendiğim film. Aslında sadece son sahnesinin beni etkilediği filmlerden diyebilirim. Başlangıçtan itibaren belirli bir aksiyon seviyesinde olan, ama son sahnesinde bitiren filmlerden biriydi. İşte bitiş böyle olur, oturun izleyin gibilerinden bir mesaj veriyor.. Bu sahne de unutulmazlar arasına girmiştir...

13.08.2010

Greatest Movie Scenes #8

Original Sin [2001]

Unutulmazlar arasına giren bir başka sahne. Şöyle söyleyim, internette seneler boyunca bu sahneyi gördük, her yerde , her blogta bundan bir kere bahsedildi. Öyle ki, aslında filmin adını bilmeyenler, bu sahneyi bilir, her ayrıntısını anlatacak seviyeye kadar geldiler.

Önce bu sahneyi izleyip, daha sonra filmi izleyenlerden biriyim. Ama ne gariptir ki filmdeki oyuncuların performanslarını! filmden daha iyi hatırlıyorum. Teşekkürler Jolie ve Banderas.

12.08.2010

Greatest Movie Scenes #7

Scent of a Woman [1992]

''HOLD on Charlie, I think we got another gear there''

Filmdeki Ferrari Mondial t Cabriolet de dahil olmak üzere Scent of a Woman inanılmaz bir filmi. Pacino'nun kariyerinin bence en iyisi, sinema tarihininde en kuvvetli single rollerinden biriydi. Filmde aslında benim çok sevdiğim 2 sahne var, bunlardan birincisi Ferrari'nin de rol aldığı sahne...

Hızlı bir yolculuk yaparken bir anda polis çevirmesine girerler. Pacino kördür ve araba kullanmaya çalışıyordur. İşte bütün olay bu sahnede. Siz hiç kör olmayan birinin kör rolünü oynayıpta, onu çeviren polise kör olmadığını kanıtlama sahnesini izlediniz mi? Enfes, tek kelimeyle bu bir ustalık eseri. Mutlaka izlenmesi gereken bir oyunculuk performansı

HOO-ahhh!

11.08.2010

Inception Hakkında Söylenebilecek Son Söz!


Uzun yıllardır beynimizi, gözümüzü ve belki de daha fazlası; ağzımızı bu kadar meşgul eden bir film görmemiştik. Sağda solda film hakkında eleştiriler; filmi spoiler vermeden anlatmaya çalışanlar (ben) gördük. Daha sonra işi grafiğe dökmeye çalışanlar oldu ama onlar bile yanıldılar, çoğu doğru şeyi hatalı olarak sundular.

İnternette dolanırken çok çok alakasız bir şekilde bir yazıya rastladım. Bu zamana kadar film hakkında yazılmış en doğru yazıydı okuduklarım arasından. Yazı, Brahma-Pyhshics-Inception arasında bir bağlantı kurmuş ve filmin sonunu yazarımız; belli teoremlere ve kanıtlara yer vererek anlatmış.

Filmi her izleyen bir şekilde yorumladı ama daha ileri bir seviyeye geçmek istiyorsanız bu yazıyı üşenmeden okumanız gerekiyor. Bu yazı benim için artık Inception dosyasının kapanışı oldu. Belki yazıyı okuduktan sonra C.Nolan'ın kafasının içine girmeyi başarabilirsiniz.

Yazıyı okumak için, alttaki linke tıklayın...

BRAHMA, PHYSICS AND INCEPTION

10.08.2010

Umut [2008]

Öyle bir durum ki, kedilerden nefret edersiniz, geçmişinizde sizle yolları bir şekilde kesişmiştir ve uyuz olursunuz. Ama yolda topallayan bir kediyi gördüğünüz zaman gider onu yolun tehlikeli bölgesinden alırsınız. İşte bu filmde aynen bu hikâye ve hikâyede yaptığınız davranışı sergilemenizi bekliyor sizden. Gidip onu kurtarmanızı bekliyor resmen.

Kalıyorsunuz izledikten sonra. Kendinize tek bir soru sormanız gerekiyor; Ben bu filmi izledikten sonra, acaba ucuzlaşan Türk sinemasının sonunu dram-dram ve dram ile bağlayarak ağlatma çabasından nasibimi almış bir izleyici olarak filmi beğendim mi? Yoksa oyunculara,




Cape Fear [1991]

Açıkçası film konusunda çok açığımın olduğuna inanıyorum. Gerçekten de bir çok insanla karşılaştırınca kendimi, çok yetersiz ve zayıf hissediyorum. Sadece izlediğim bir filmin araştırmasını falan da iyi yaparak, sizlere iyi sunduğumu düşünüyorum. Küçüklüğümden beri gelen yazma yeteneğimin olduğuna inanıyorum ve 3-4 yıldır da farklı farklı bloglarda başta spor olmak üzere bir çok şeye değiniyorum. Bir çok büyük yapımı izlemedim. Bir çok dev yönetmenin dev filmlerini, dev aktör ve aktrislerin en şaşalı filmlerini izlemedim. Bir çok zamana damgasını vurmuş ve hala da ölümsüz kalmayı başarmış seriyi izlemedim. Ancak bu konudaki açığımı da elimden geldiğince kapatmaya çalışıyorum. Dublaj film izlemeyi hiç sevmem, belki de bundandır bir çok filmi izlememem. Küçüklüğümden bu yana televizyonda binlerce film yayınlandı ve hepsi de dublaj. Dolayısıyla izlemiyorum. Allah'tan cnbc-e var. İşte, dün gece de 1991 yapımı Martin Scorsese imzalı ve başrolünde Robert De Niro'nun oynadığı Cape Fear'ı görünce dayanamadım atladım tabii...

Sam Bowden (Nick Nolte), karısı Leigh Bowden (Jessica Lange) ve 15 yaşındaki kızı Danny Bowden (Juliette Lewis) ile yaşayan başarılı bir avukattır. Bundan 14 yıl önce, 1977 yılında Max Cady (Robert De Niro) isimli bir sapığın avukatlığını yaparken, eline müvekkilinin cezasını büyük ölçüde hafifletecek, belki de onu kurtaracak bir belge geçer. Ancak o, duygularına yenik düşmüş ve 16 yaşındaki bir kıza tecavüz eden bu sapığı kurtarmaktan vazgeçmiştir. Belgeyi ise saklar ve kendisinden başka kimse o belgenin varlığından haberdar olamamıştır. Max Cady 14 yıl hapis yattıktan sonra cezası biter ve serbest bırakılır. 14 yıl önce hiçbirşeyden habersiz, okuma yazması olmayan bir sapık olarak hapse giren Max, bu 14 yıl içinde önce okuma yazma öğrenmiş, sonra da hayat okulunu bitirmiş bir şekilde hapishaneden çıkar. Yine de 14 yılının boşa geçtiğini düşünür ve avukatını bulur. İntikam önce tehditlerle başlar, zaman geçtikçe Sam Bowden ve ailesi için işin içinden çıkılamayacak ve onları büyük bir değişime itecek bir hal alır.

Güzel bir senaryosu var filmin. Her şeyden önce gerilim filmi gibi gözükse de bu özünde bir intikam filmi pek tabii ki. Yeni dönemden Law Abiding Citizen ile kıyaslayabiliriz belki. Zaten adı üstünde, o filmde de adalet sorgulanıyordu. Bu filmile o filmin en önemli farkı uzun diyalogları diyebiliriz. Uzun ve içi dolu diyalogları. Özellikle Robert De Niro ile Juliette Lewis'in telefon konuşması ve tiyatro salonundaki konuşması çok iyi. İlginç bir bilgi, film John Macdonald'ın yazdığı The Executioners'tan uyarlanmış. Önce 1962 yılında J. Lee Thompson tarafından çekilmiş. Sonra 1991'de Martin Scorsese. İki filmde de oynayan üç aktör var: Gregory Peck, Robert Mitchum ve Martin Balsam. Daha da ilginci ilk filmde sapığı oynayan Robert Mitchum, ki Robert De Niro'dan bile daha iyi oynadığı söyleniyor, bu sefer mağdur Nick Nolte'a tavsiye verirken, ilk filmde mağduru oynayan Gregory Peck, bu sefer sapık Max Cady'nin şimdiki zamanda tuttuğu avukatı oynuyor.

Oyunculuklara gelelim. Robert De Niro. Muazzam, harika, harikulade, süper, mükemmel, müthiş, über. Kendine has mimikleri, yüz ifadesi, kendine has hafif hırıltılı konuşma stili yine var ancak bunun yanında kasları ve filme özel yaptırdığı dövmelerle, 91 yapımı bu filmde 30'lu yaşlarında göstermesi ama aslında 48 yaşında olması. Müthiş bir karizma. Bilgili, azimli, dindar ve hatta entel olup, aynı zamanda da psikopat olan rolünü çok rahat ve gerçekçi oynamış. Hatta ekşi'de okumuştum. Filmin ilk gösteriminden çıkan insanlara "Şimdi Robert De Niro'yu görseniz ne yaparsınız?" diye sormuşlar, %75'i "Öldürürüm!" demiş. İşte o kadar gerçekçi. Muazzam. Hotel Rwanda'da izlediğim Nick Nolte ve karısı rolünde Jessica Lange'den de harika bir oyunculuk var ama Robert'ınkinin altında dikkat çekememişler bile. 17 yaşındaki Juliette Lewis'i ise film boyunca gözüm bir yerden ısırdı. Böyle güzel bayanları kolay kolay unutmam. Zaten filmden sonra imdb'den araştırdığımda From Dusk Till Dawn'da oynadığını hatırladım. Tabii ya. O da 15 yaşında, her şeye inanan, önce karıncayı bile ezemezken, film içerisinde şartlardan dolayı sertleşen küçük tatlı kız rolünün üstesinden bayağı bir gelmiş. Zaten De Niro, En iyi Erkek Oyuncu dalında, Juliette Lewis ise En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında aday olmuşlar o seneki Oscar'da.

130 dakikalık bu filmin ilk 110 dakikası çok sürükleyici bir şekilde geçiyor ancak finali insanı sıkıyor gerçekten. Max Cady bir türlü ölmüyor arkadaş. !!!Spoiler olabilir. Film bitmeye yakın, küçük kızımız, Max tam purosunu yakarken üstüne gaz boşaltıyor. Max'in kafası yanıyor ve denize atlıyor. "Bu muydu yani?" diyorum. "O kadar izledik, bu kadar kolay mı ölecekti bu adam?" sonra bir bakıyoruz, aaa adam denizden tekrar gemiye çıkıyor. Sonra yine ucuz atlatıyor, yine ucuz atlatıyor falan. Bitmiyor film. Hatta sonunda bile muallakta kalıyor seyirci, öldü mü ölmedi mi diye. Spoiler biter!!! Bu açıdan puan kırılır tabii ki. Martin Scorsese gibi bir ustaya da yakışmamış. Zaten dar bir zamanında para kazanmak için üzerine fazla düşünülmeden yapılan bir film olarak görmüş bunu Scorsese. Yine de bir çok filminde oynattığı Robert De Niro onu kurtarmış. Sırf De Niro için bile izlenmeli. Şöyle diyeyim, De Niro standartlarında muazzam, Scorsese standartlarında vasat bir film. Alfred Hitchcock'un Psycho'suna ve De Niro'nun önceki filmlerinden Taxi Driver'a göndermeler var. 7/10

Greatest Movie Scenes #6

Basic Instinct [1992]

Yoğun bir cinsellikle, gerilim ortamını birleştiren bir filmdi. Hatırladığım zaten sadece bu kadar filmin de durumunu göz önünde bulundurarak. Meşhur bacak değiştirme sahnesi unutulmazlar arasına girmiştir. Filmi hatırlayan var mı acaba?

9.08.2010

The 5 Levels of Inception [2010]


Filmi izlemediyseniz lütfen sizi başka bir yazıya doğru alalım, burası size göre değil !!!

Filmi anlayanlar olduğu kadar tam olarak anlayamayanlar ya da son sahnesinde dağılanlar olmuştur. Biraz düşününce aslında işin içinden basitçe çıkıldığını düşünürsek; bu işi biraz daha kolaylaştırmak için geçenlerde bir sitede bu poster tarzı şeyi gördüm.

Paylaşmak istedim; işte filmin olay örgüsü...Yukarıdaki banner'a tıklamanız yeterli...

Greatest Movie Scenes #5

Sleepers, An American Crime ile birlikte son zamanlarda izlediğim en etkileyici dram filmlerinden biri. En sevdiğim tarz değil, hatta çoğu dram filmi çekilmez olur benim için ama bunlar daha farklı.

Gerçek yaşanmış dramı anlatmalarından dolayı, o duyguyu harika verdiklerinden dolayı.

Muhtar İbrahim - Zina ile suclaniyorsun, masum oldugunu ispatlayabilir misin?

Soraya -Suclamayi yapan onlar, onlar ispatlasin sucumu.

Muhtar -Eger ki bir kadin kocasi tarafindan itham edilmisse, masumiyetini ispatlamak kadina duser, yok eger kadin kocasini itham ediyorsa kocasinin sucunu ispatlamak da kadina duser.

Zehra - yani butun kadinlar suclu, butun erkekler sucsuz.



The Stoning Of Soraya M. [2009]

8.08.2010

This Is It [2009]

Az sonra belli bir eksikliğinden dolayı eleştireceğim bu filmin o malum eksiğini birazda olsa kapatmaya çalışarak başlıyorum yazıma...

Belirtmek isterim ki ben Michael Jackson'u fazla tanıyan biri değildim (belkide hala da değilim ama en azından bir yılda bayağ gelişme kaydettim). Ama o ölünce gördüm ki; gerçekten bir daha dünyaya gelmeyecek bir şarkıcıymış. Her şarkısını kendi yazan, her dansını kendi koreografileyen ve tüm elbiselerini kendi yapan biriymiş o. Ardında gerçekten üzülen hatta birçoğu gerçekten helak olan bir hayran kitlesi bıraktı, bundan eminim ve gerçekten unutulmayacak.

Şimdi asıl konuma dönüyorum; bu film mj'in hayata geçemeyen son konserinin provalarından oluşuyor. Yani onun konserini organize eden grup tarafından çekilmiş ve mj'in ardından ağlayan hayran kitlesinin önüne koyulmuş. Ama sanki öylesine çekilmiş gibi. Filmin ne başında ne de sonunda Michael yağlanıp ballanmıyor. Yani demeye çalıştığım mj'in bir zamanlar beraber çalışıpta üstünden para kazanan ortakları onun adına yaptıkları filmi sanki ona adamıyor (sonunda çocuklarına adadıkları ortaya çıkıyor ama... ). Özetle filmde mj'e karşı hiçbir sevgi-özlem cümlesi yok. Şimdi buradan bu açığa kendi payıma düştüğü kadar ben kapatacağım.

Michael Jackson;

Ölümünden sonra müziğini merak edip karşık mp3'ünü yaptıran ve sana küçük çaplı bir hayranlık duyan bu öğrenci adamın hayranlığı birgün sona erse de dünya üzerinde seni asla unutmayacak ve şarkılarını ölümsüzleştirecek milyonlarca hayranın var. Adım gibi eminim!

This is it'in yapımcılarının da filmden otuz saniye çalarak yapması gereken şeyi yapmış olmanın verdiği rahatlıkla filme dönebilirim sanırım. Ama öncelikle bir şey daha belirtmek istiyorum. Filmi türkiye'de piyasaya süren firmanın mj'in film boyunca seslendirdiği şarkılara dublaj yapmayarak ya da altyazı koymayarak o şarkıların büyüsünü bozmamış olmaları filme filmin kendi elinde olmayan bir artı katmış. Diyeceğim o ki this is it'i kocaman bir hatadan çevirmişler.

İzleyenlerin dikkatini belki çekmiştir ama hala izlemeyenlerde izlerken dikkat etsinler mj'in dilnidn film boyunca iki cümle asla düşmüyor; "tanrı seni korusun" ve "her şey sevgiyle..."! İşte bu iki cümle bile aslında filmi başlı başına sevgi dolu ve hassas yapmaya yetiyor.

Ama bir eleştirim daha var; ben, mj kültürü gelişkin biri değildim ve sadece birkeç şarkısını biliyorum bunun yanında hiçbir gösterisini izlememiştim. This is it'i izlemek benim için bu açıdan iyi oldu ama zaten filmden önce de mj'in danslarına, şarkılarına aşina olanlar için film, yeni bir şey vaad etmiyor hatta filmde bir moonwalker dansı bile yok!

Sonuç olarak mj'i sevgi ve saygıyla anmam gerekirken filmini biraz eleştirdim galiba... Yok yok! yazdıklarım kulağınıza küpe olsun ama çok da etkilemesin. Madem ki mj eserleriyle sonsuza kadar yaşayacak o zaman bana laf söylemek düşmez...

Greatest Movie Scenes #4

Sleepers [1996]

Aslında aradığım sahne bu değil, ama genel fikir açısından yardımcı olabilir bana. Sean Nokes ( Kevin Bacon); gardiyanların başı, cocukları hapishane içinde yürütürken görüyorsunuz. Nokes karakteri, benim izlediğim en zalim gardiyan karakterlerinden biri. Hatta belki de en zalim olanı. Sonuçta kendi egosunu tatmin etmek için çocukların üstünde yaptıklarını asla unutamayacağım.

Inanılmaz bir dram filmiydi. Bir konuşma sahnesi vardır ki; unutulmazlarım arasına girmiştir. Hapishane yaşında bile olmayan çocuklara yapılan konuşma;

Cocuk:(artık yapılan işkenceye dayanamaz) ''what do you want from us?''
S.Nokes: ''a blow job''

7.08.2010

Inception ''The Movie'' [2010]

Selimiye Camii, Mimar Sinan’ın 80 yaşında yaptığı ve kendisinin ‘’ustalık eserim’’ dediği bir yapıttır. Bugün ise C.Nolan’ın ustalık eserini izlemenin mutluluğu yaşıyorum. Söz konusu olan filmin yönetmeni ve senaristi C.Nolan ise, kolay kolay inanamayacağınız bir konuyu izlemeye ve anlamaya açık olmanız gerekiyor. Hatta bu deyişin biraz daha ötesine geçerek filmi yaparken kendisinin bu konuya ne kadar inandığını aklımın bir köşesinde merak etmiyor değilim.

Filmin konusunu burada uzun uzun anlatmaya gerek yok, merak ediyorsanız okumayın filmi izleyin direk. Film hakkında kendi düşüncelerimi ve görüşlerimi burada paylaşmanın daha...


Greatest Movie Scenes #3

Tartışmasız gelmiş geçmiş en psikopat karakterlerden biri ve onu sinemaya aktaran Heath Ledger.

Dark Knight bir bütün olarak iyiydi, ama heralde şu sahneyi unutamayacağım. O elleri alkışlar hareketle çırpışı nasıldı?













Dark Knight [2008]

6.08.2010

Ghost Dog: The Way Of The Samurai [1999]

Sevdiğim ya da sevebileceğim tarz filmlerden biri olduğunu düşünüyordum. Sonuçta Jim Jarmusch yönetmen ise o filmler mutlaka izlenmeli olanlar sınıfıma girer ama ne yazık ki bu düşünceyi tekrar bir gözden geçirmek zorunda kaldım. Filmin hikayesi;

Ghost Dog’un hayatına yön veren iki şey var. Hagakure: The Way of the Samurai isimli kitap, onun yaşam tarzını belirliyor. Yıllar önce hayatını kurtaran yerel bir mafya adamı ise onun bir sonraki görevini belirliyor. Samuray kodlarına göre yaşayan münzevi adam, hayatını kurtaran adama sadakati nedeniyle onun bir silahına dönüşmüş durumda.

Bu filmi anlatmak da filmi anlamak kadar zor ne yazık ki şu durumda..