22.09.2012

360 [2011]


Birbirinden çok farklı hayatlar süren bir grup insanın hayatları, heyecan yüklü bir aşk hikâyesiyle de birleştirerek Viyana, Paris, Londra, Rio, Denver, Bratislava gibi büyüleyici ve ilgi uyandırıcı şehirlerde kesişir.

Sevdiğim bir tarz, harika bir oyuncu kadrosu ama ne yazık ki…

Her zaman söylerim ve en beğendiğim örneğinde bile arkasında durmaya çalışıyorum, birleştirme hikayerini çok iyi analiz etmek ve zamanlarını çok harika hatta kusursuz bir şekilde ayarlamak gerekiyor yoksa film anlatılmak istenileni ne yazık ki veremiyor. Bir çorbaya ne kadar çok malzeme koyarsanız ve daha önceden yapmamışsanız, sonunda ne tarz bir tat vereceği bir o kadar sürpriz olur aynen bizim filmimizde olduğu gibi.

Güzel kesişmeler, güzel duygular, büyük aşklar ve sağlam hikâyelerden bahsediyorum ama keşke biraz daha bütünlük kurulabilse, biraz daha tutarlı bir film haline gelebilseymiş… Tam olarak anlatılmak istenilen sonuca varamamışlar ama gene de orta-üst seviye bir film olduğunu belirtmek isterim ve haksızlık yapmam istemem.

Boş zamanda zengin oyuncu kadrosunu karşınıza alarak izlenebilecek bir film, benim için oyuncu kadrosunda sadece A.Hopkins olması bile yeter.

İzleyin, izlettirin. Çok büyük beklentilerin içine girmemekte fayda var.


21.09.2012

Sleeping Beauty [2011]


Sanat filmi yapmaya ne kadar meraklı bireyler olduk biz ya, bu arada aklıma gelmişken sanat filmi nedir?

Şimdi mesela kadınsındır ve bir film yapmak istersin. İçin böyle sanat ile dolmuştur, onu mutlaka bir şekilde göstermek istersin. Entelektüel görünme çabasında olursun ve öyle şeyler ortaya koymalısın ki, izleyen izleyici bunu anlamalı. Senin filmin üzerine çok derin yorumlar yaparak ‘’sanat nedir’’ durumuna kadar gelebilmeli. Bir dakika, sende hayal gücü yok mu? Cidden olmadı, o zaman senin sanat ve doğal olarak sinemadan anlamadığını belirtmemiz gerekiyor.

İşte gene böyle zamanlardan birinde, bir kız var. Hem okumaya hem de para kazanmaya çalışıyor. Filmimizin ana karakteri ta kendisi. Her türlü işi yapmaya alışık, fahişe de olabilir, prestijli restoranlarda masa da silebilir… Bir zaman sonra kendine çok farklı bir iş arayışına giriyor ve buluyor. Hemen söyleyeyim zaten çok büyük sır olarak kalmasına gerek yok. İlaç içiyor, uyuşuyor ve bütün gece hareketsiz olarak yatıyor. Bunun anlamını sanırım benim anlatmama gerek yok, zengin ve paralı müşterilerimiz vajinasından girmemek koşuluyla bütün istediklerini yapabiliyorlar. Sonra mı ne oluyor? Sanat filmimize sormaya devam edelim mi?

Son zamanlarda kadın ‘’ yönetmenler’’ yine kadın cinselliğini pervasızca sömürerek kendileri isimlendirdiği sanat filmleri yaratmaya çalışıyor. Senaryo ne kadar gereksiz, ne kadar anlamsız olursa o film sanat filmi olabiliyor. Onlar için filmi düşük ya da orta zekâlı (film zekası) olan insanların bir önemi yok, anlamasalar da olur ne de olsa onların sanat anlayışı yok, e bu filmi de anlamasalar çok bir şey değişmeyecek nasıl olsa…

Ben şöyleyim, sanat filmi diye bir şey yok. Kendinizi boşuna kandırıp, senaryosunun bile ne olduğu belli olmayan, sadece kadın cinselliğini ön plana koyarak, birçoğumuzun hemfikir olacağı ‘’ harika kadın estetiği’’ denen şeyi güya bir sanat olarak sayıp bunu gözümüzün içine sokma çabaları içinde geçen zavallı film. Bir anlam yüklemeye çalışmayın, çünkü bulamayacaksınız.

15.09.2012

Incendies [2010]


1+1 kaç eder? Gerçekten soruyorum, yazıyı okuyana kadar düşünün, 1+1 kaç eder?

İzlediğim en felaket dram filmlerinin Avrupa Sinemasından çıkıyor olmasını nasıl açıklarsınız? Ben şöyle açıklamaya çalışayım çünkü buralarda görebileceğiniz en rezalet(kötü anlamında değil), en felaket, en dokunaklı ve en acılı hikayeleri bulabileceğiniz bir sürü bölge var. Bu arada sormadan geçmek istemiyorum, 2009 yapımı olan The Secret in Their Eyes filmini izlediniz mi?

2010 yılının ‘’ En İyi Yabancı Yapım’’ dalında kapışan bu iki filmi de izlemenin haklı gururu içindeyim artık. Hep bir parça eksik, hep bir parça yoksun, hep bir parça dışarıda kalıyordu… Artık tamamladım. İkiz Jeanne ve Simon’u karışık köklerini araştırmak için Orta Doğu’ya göndermek bir annenin vasiyetidir. Babalarının kim olduğunu ve simon’un abisinin kim olduğunu bulmaları gerekmektedir.

Ne izledim ben? Ben Radiohead(dinlemem, okul projelerinden aşinalık var) ile harika bir başlangıç izledim. İlk 3-5 dakikada sanki fotoğraf karelerini arka arkaya sıralarmışcasına devam etti. Daha sonra farklı hayatlar gördüm. Geçmişleri acı dolu, geçmişleri öfke ve bilinmezlik dolu hayatlar izledim. İşte tam bu sırada gerçek dünyaya döndüm ve işte o zaman iyi-kötü ayrımını yapabildim. Daha sonra tekrar ‘’kötü’’ kısma döndüm. ‘’zorlanmayı’’, ‘’kırılmayı’’ izledim. İzledikçe filmin daha çok etkisi altına girdim ve acaba daha neler olacak beklentisine kapılmaktan kendimi alamadım.
Kim bu abi? Kim bu baba gerçekten? Sonu asla görünmeyen bir okyanusta kaybolmuş gibi, ne tarafta çıkış acaba diye baktığım ama göremediğim karanlık bir odada gibi hissettim kendimi. Çıkış yolu hiç olmayacakmış, ama bir o kadar da sanki bütün yollar da birbirine bağlıymış gibi. İki saat on dakika boyunca içimde bir sıcaklık hissettim, bitmek tükenmek bilmeyen, bir annenin ızdırap dolu anlarını izledim. Tek bir amaç ve bu amaç uğruna neleri göze alabileceğini izledim. Ne mutlu bana ki sadece izlemekle kalmadım, kalamadım… Yaşadım.

Bir geçmişe, bir şimdiki zaman dönerken bir an yutkundum ve izlemeye devam ettim, tamamen kendimi olaya bıraktığımda filmin sonuna geldiğimizi ufaktan anladım. Artık dram ve üzüntü yerini Orta Doğu’nun pisliklerine bıraktı. İşte ben bunları izledim, sonra hani biz yaparız ya hani, filmleri izledikten sonra böyle düşünürüz ya hani, hep yaparız ve sonra unutur geçeriz ya… Böyle hayatlar varken, böyle acılar varken ben daha neyin peşinde koşuyorum, sabah gelmeyen dolmuşa küfür edip, bize hunharca davranan ve emirler yağdıran patronun arkasından küfür edebilen insanlar olduğumuzun bir kere daha farkına vardım.

The Stoning of Soraya, The Secret in Their Eyes hatta ve hatta Oldboy gibi filmleri izledikten sonra acaba dahası ne olabilir ki bu filmlerin çitayı koyduğu yere daha ne yaklaşabilir ki dediğim bu gecede karşıma çıkan Incendies hayata bakışımı ‘’kısa!’’ süreliğine olsa değiştirmeyi başardı. Bir kere daha değiştirmeyi, bana ‘’film izledim ben’’ dedikten sonra dünyanın en büyük rahatlamalarından birini verdi, çünkü ben izledim, anladım, idrak ettim ve düşündüm.

Kaybolan çocukları bulma, bol topraklı ortamlarda kaybolan ve peşlerine düşen tek kişilik ordular ve dağıttığı kasabalar temalı filmlerden olduğunu sanıyorsunuz değil mi? Ya da milyon dolarlar harcanan teknoloji harikası filmlerden biridir diye düşnüyorsunuz değil mi? Hayır! Bu sefer ben kazandım, hiçbiri değil… İlk dakikalardan sonra çok başarılı bir akış ile ilerleyen, yer yer fotoğraf karesini andıran sahnelerin kullanıldığı ve sizi sonuna kadar meraklandıracak bir filmden bahsediyorum ben…

2009 yılında The Secret in Their Eyes filmi ile olan benzerliği dikkatimi çokça çekse yıllar sonra akıllara kazınacak ve belki hiç unutamayacaklarınız arasına girecektir…
Mutlaka izleyin ve daha sonra izlettirin…

Bir dakika, yukarıda bir soru sormuştum değil mi? Cevaplamadan yazıyı bitirmek olmaz, 1+1=2 eder ama ya 1+1=1 olursa, o zaman ne yaparsınız?

14.09.2012

One In The Chamber [2012]


Güzel, tetikçi filmlerini izlemek her zaman çok zevkli olmuştur…

Olayın basitliği ya da filmin ne kadar alt kalite olması beni ilgilendirmez, ben sadece zevk almak için izlerim ve olay orada kapanır gider. Şöyle bir bakındım ve aksiyon izlemek istedim, izledim.

Usta bir tetikçimiz var ve parası ödenen her insanı öldürme yeteneğine sahip. Bir işinde, adamlardan birini eksik öldürmesiyle başlıyor bütün film. Bu sefer diğer mafya kendisine, karşı tarafı öldürmesi için ödeme yapıyor ve olay 2. bir tetikçinin işin içine girmesiyle biraz daha karmaşık bir hal alıyor.

Cuba Gooding JR’ı tetikçi filmlerinde izlemek çok büyük zevk haline geldi benim için. Soğuk bakışları ve güçlü duruşuyla bu filmlerde çok önemli performanslar sergilediğini düşünüyorum. Son izlediğim The Hit List filminde de az konuşan, işinin ehli bir tetikçi rolündeydi.

Film üzerine söylenecek ya da yazılacak fazla bir şey yok. Dolph Lundgren’in işin içine girmesiyle biraz daha heyecanlı hale gelen filmi aksiyon severlerin kaçırmamasını öneriyorum. Elbette işin içine aksiyon girince mantıkdışı sahneler olmuyor değil ama en azından başından sonuna kadar soluksuz olarak izleyebiliyor ve bundan büyük zevk alıyorsunuz.

Filmin ne kadar iyi ne kadar kötü olduğunu burada tartışacak olsam, zaten bu filmi izlemezdim.
İyi Seyirler

13.09.2012

A Quiet Life [2010]


Tek istediği sakin bir yaşamdı…

Üst katı otel, al katı seçkin bir İtalyan restoranını işleten karakterimiz, yaşadığı sakin hayattan çok mutludur. Geçmişi bir kenara atmak onun en büyük istediğidir. Ta ki bir gün, eskilerden bir tanıdık gelene kadar. Uzun zamandır görüşmediği oğlu Diego’nun gelmesiyle birlikte işler biraz karışacaktır.

Klasik filmlerden biriydi diyemeyeceğim çünkü Avrupa sineması her seferinde bir çok yeni senaryo, yeni konular ve yeni heyecanlar vaat ediyor bana, beni gerçekten çok mutlu etmeyi başarıyor. Acaba bu sefer neler çıkacak karşıma derken, alt-orta seviye bir ‘’karakter tahlili’’ tarzı film ile karşılaştım.

Sakin başlayan filmin ortalarına doğru hareketlenmesi herkesi mutlu edecek tarzda diyebilirim. İlk başlarsa asla açmayan kasvetli havanın yanına sürekli yağmur havasının eklenmesi ve gece çekimlerinin fazla olması biraz içimizi karartıyor diyebilirim ama konusunu düşününce ve biraz da olaya dahil olunca filmin aslında ne kadar ilginçleşebileceğini hissediyorsunuz. Başlarda her şey hakkında yeteri kadar bilgi alıyorsunuz ve devam ettikçe acaba neler çıkabilir diye meraka kapılıyorsunuz, yaptıkları en iyi şey kesinlikle bu…

Geçmiş hayatından bir şekilde kaçmayı başarıyor geçmişinde 32 ölü bırakan katilimiz ama ne yazık ki tamamen kurtulamıyor. Zaten ‘’tetikçi’’ filmlerinde bir türlü geçmiş peşinizi bırakmaz değil mi? Elbette yoksa biz ne ile eğlenirdik acaba… Hayal kırıklığının boyutları bu noktada biraz büyüdü ne yazık ki. Başlangıçtan itibaren beni etkileyen mest eden bütün film gitti ve yerine kocaman bir enkaz geldi. İşte tam bu noktadan sonra her şey sıradanlaşıyor ve herhangi bir anlamı kalmıyor ne yazık ki.

Filmi başlattık, sonuna kadar getirdik, artık siz bir zahmet anlayıverin, geçmişinizden kaçamıyorsunuz temalı operayı izledikten sonra herkes evlerine film izlemenin verdiği mutluluk ama bu filmi izlemenin verdiği geniş rahatsızlıklarla evlerine geri dönmek zorunda kalıyor ne yazık ki…

Demek ki neymiş? Avrupa Sineması da her zaman harika, olağanüstü eserler sunamıyormuş bize, zaten sunmak zorunda da değil…

11.09.2012

Revanche [2008]


Avusturalya’nın başkentinde, modern bir genelevde yaşanan aşk sahneleriyle başlıyor filmimiz. Yaşadıkları hayattan son derece rahatsız olan bir hayatkadını ve orada ayak işlerini yapan karakterimiz kaçıp gitmek istemektedir. Farklı arayışlara yönelen karakterlerimiz, dram içinden çıkmak için daha büyük bir dram içine girmeyi hak edecek kadar gereksiz bir şey yaparlar, sonuçları çok da iyi olmayacaktır.

Beklentilerim biraz daha yüksekti diyebilirim filmden. Bana ne verdi diye bakacak olursak; yukarıda da kısmi olarak dile getirmeye çalıştığım gibi, hayatlarındaki eksik yanları bir şekilde tamamlamaya çalışırken, ahlaki ve etik yanlarından daha fazla açık verdiği ve dramdan çıkarken dramın içine nasıl çok güzel bir şekilde batılabileceğini gösteriyor film.

Beğendiğim noktalar, karakter analizleri çok güzel yapılmış, o andaki hayal kırıklığı, üzüntüler, mahcubiyet perdeye çok güzel aktarılmış diyebilirim. Filmin senaryosu da iyi denilebilecek kadar göze çarpıyor ama sıkıntılar iyi yanları fazlasıyla maskelemeye yetiyor ne yazık ki. Şu hikayede olmaması gereken sahneler, ortalıktan kaybolan zaman kavramı, filmin zaman zaman aşırı gereksiz diyaloglarla devam etmesi ve yavaş ilerlemesini seyir zevkini düşüren noktalar diyebilirim.

Sonu için ise ayrı bir atraksiyon düşünülebildi en azından, bu kadar ortada bırakılarak neyin hedeflendiğini ben tam olarak anlamadım.

İzlenilebilecek bir film olduğunu düşünmüyorum, çok yüksek sabır gerektiriyor ama anlatılmak istenilen durumlar güzeldi, hakkını vermek gerek diye düşünüyüorum 

10.09.2012

The Assassin Next Door AKA Kirot [2009]

Katil olmak bu kadar kolay mı?

Birbirlerini tanımayan ve alakası olmayan iki kadın eski bir apartmanın 2. Katında karşılıklı olarak oturmaktadır. Galia, önceki yaşamından bir şekilde kaçmak ve Ukrayna’daki çocuğuna kavuşmak istemektedir. Bunu yapmak için her şeyi göze aldığı bir dönemde, adam öldürebilecek kadar ileriye gider. Elinor ise bir markette kasiyerlik yaparak hayatını kazanmaya çalışmakta ve kocası tarafından acımasızca dövülmektedir. Onun hayali ise piyangoyu kazanmak ve uzaklara gitmek.

Mantıksız bir aksiyon filmi daha izledim. Şehrin istedikleri alanı poligon gibi kullanıyorlar, istedikleri mekânlara girip kurbanları yok edip çıkıyorlar ama kimse ne engel oluyor ne de herhangi bir polis karışıyor işin içine… Sanırım hepsi yıllık izin de ya da bizim katilimiz çok temiz! Çalışıyor. Hayır, işin daha fenası bu filmi izledikten sonra, diyorum ki e o zaman biz boşuna yıllarda adamı öldürdükten sonra oradan kaçmaya çalışan katilleri izledik, kendilerini boşuna parçaladılar, bu filmde çok kıyak katillik var!

Sürükleyicilik var diyebilirim ama bu seferde film ayrı ayrı oynuyor havasına kapılıyorsunuz. Bir sahne izledikten sonra tamamen farklı bir sahne karşınıza çıkıyor, resmen boşlukları siz bir zahmet tamamlayın, benden bu kadar demiş yönetmen.

Gereksiz bir film olduğunu düşünüyorum ve gerçekten en ufak zevk alınılabilecek bir yanı bile yok. Tümüyle zaman kaybı der ve üzerine daha fazla konuşarak da zaman kaybetmek istemem…


8.09.2012

The Tall Man [2012]

Gerilim filmi mi? Cidden ne yapmaya çalışıyorsunuz, neyi ifade etmeye çalışıyorsunuz siz? Yazık etmişsiniz, çok!

Ben de dahil olmak üzere, korku filmi diye lanse edildiği zaman; ‘’gerçekten korku filmi mi var abiiii’’ diyenlerin sayısı artık eskiye oranla biraz daha fazla gibi. Elbette ki bu izlenen korku filmlerinin %80’lik bir oranının korku öğesini bırak, izlediğiniz zaman kahkahalarla gülecek duruma geldiğini de biliyoruz. Korku filmi diyerek seyircinin beklentilerini farklı yöne çekmek doğru değil, bu filmi öyle bir film değil!

Cold Rock kasabasında çocuklar kayboluyor, zaten ufak bir kasaba olan bu yerde, herkes bu işi yapan ‘’The Tall Man’’ dedikleri adamı arıyorlar. Herkes böyle birinin varlığından haberdar, görenler de olmuş ama kimse yakalayamıyor ve çocuklar tek tek kaybolmaya devam ediyorlar. Julia acaba buna bir son verebilecek mi?

Yaz ayı ve yazdan sonraki kısa dönemde adam gibi film bulma sıkıntısı devam ediyor diye düşünürken, The Tall Man’in karşıma çıkması, keyifleri yerine getirdi diyebilirim kendi adıma. Her filmin sonunu tahmin et, klişe senaryoları izle sonra onlar hakkında düşünmeye çalış derken iyice beyinleri yakma sınırına gelmiştim. Konu olarak bakarsak, gerilim dolu başlangıçtan sonra film tam üç kere yön değiştiriyor. Bir olaya alışmaya, onu anlamaya başladığınız anda hemen ters köşe yaparak değişiyor ve durum böyle olunca filmden kopmalar gerçekleşmiyor.

Senaryosunun kusursuz olduğundan bahsedemem, kafalarda bazı soru işaretleri kalıyor elbette ama geneli incelemek daha yararlı olacaktır diye düşünüyorum. Zaten bizim meşhur ‘’korku’’ filmi olayını da tam olarak bir geçelim.  Sonuna geldiğimizde, en azından film burada başladı ve şuralara kadar geldi gibi cümleler kurdurmayı başarıyor. Dürüst olun hadi, tahmin edemezdiniz bu şekilde biteceğini… İşte sırf bu yüzden film çok iyiydi diyebiliyorum ve herkese tavsiye ediyorum.

Üçüncü annem beni daha büyük bir dünyaya hazırlıyor... O, bilginin her kapıyı açtığını söyler... Bu yüzden daima odaklanıyor, gözlemliyor... Ve çok çalışıyorum.- Vera

7.09.2012

Shooting Mistakes #3

 Resim 1
Resim 2 

Resim 1'de elinde bıçak olmadığı sanırım çok bariz bir şekilde belli oluyordur. İzlediğiniz zaman sizde hak verirsiniz ki, bıçağı çok üst taraftan tutuyor, yani bu açıdan bizim göremememiz mümkün olabilir.

Resim 2'de ise elinde tekrar bıçak var olarak gözüküyor. Bu 2 resim arasında 2 kare ilerleme olduğunu bir kere daha belirtmek isterim.

Bu çok önemli bir nokta mı? Elbette ki hayır, sadece bir anda dikkatimi çekti ve kare kare oynatınca farkettiğim... 

6.09.2012

6 Bullets [2012]


Kızları kaçırıp, bakire ve genç yaşta olanların ticaretini yapmaya çalışan bir örgüt ağı ve paralı askerimiz. Paralı askerin kim olduğunu söylememe gerek bile yok sanırım. JVCD gene aksiyon filmi ile karşımızda.

Karşımızda, yaşlanmasına rağmen halen sinemanın en fit vücutlarından birine sahip olduğunu cesurca göstermesinin yanında, yeteri kadar klişe senaryolu filmi tek başına alıp götürmeyi başarmış. Basit aksiyon filmlerini sevmiyorum ama kendimi izlemekten de alı koyamıyorum. Aslında çoğu zaman bu tarz filmlere 15 dakikalık çizgi film muamelesi uygulamama rağmen bazı oyuncuların aksiyon filmlerini gördüğüm zaman sorgusuz sualsiz olarak başına geçme isteği duyuyorum.

JVCD’de onlardan biri. Konusu ne olursa olsun, içeriği ne olursa olsun izlemesi çok büyü keyif veriyor. Bu sefer filmde ona yardımcı olan! MMA dövüşçüsü de var üstüne bonus olarak. Sonlara doğru biraz çığırından çıksa da film, boş zaman aktivitesi olarak izlenilebilecek filmlerden biri kesinlikle.

Üzerinde düşünmenize gerek olmayan, harcayacak boş iki saatiniz varsa, JVCD’yi izlemeye değer.

5.09.2012

The Cold Light of Day [2012]


Genç Amerikalı Will, ailesini ziyaret için İspanya’ya gelir. Fakat olaylar bir anda karışır ve kendini ailesini kurtarmak için canını tehlikeye atarken bulur…

Filmin konusunu bile tam olarak yazamadım, ne yazmam gerektiğini de bilmiyorum. Neden diye kendime defalarca soruyorum; başıma gelecekleri bile bile neden izliyorum acaba diye? Sonra düşünüyorum ki, kötü filmleri izlemesem, iyilerin iyi olduğunu, çok değerli olduklarını nasıl anlayacağım diye.

Yıllanmış, yaşlanmış, kendisini çöp filmlerde oynamaya adamış olan Bruce Willis için izlemeyi istiyorsanız boşuna beklemeyin. Çok büyük beklentilerinizi karşılamayacağını da söylemeliyim en baştan. Buraya kadar laf salatası şeklinde ilerlemek zorunda kaldım çünkü gerçekten ilginç hiçbir şey yok.

Kovalamaca, heyecan arıyorsanız, çekirdeğinizi alın başına geçip izleyin. Daha kötüsünü bulamazsınız nasıl olsa, boşuna kaygılanmayın…

4.09.2012

Like Crazy [2012]


İngiltereli olan Anna, okumak için Amerika’ya gelmiştir. Burada kendisi gibi üniversite öğrencisi olan Jacob’a âşık olur. Aşklarını doyasıya yaşarlarken, Anna, Amerika da yasal olarak kalacağı zamanı aşar ve vize sıkıntısı işin içine girer. Daha sonra tekrar Amerika’ya gelmek istediğinde bu çok büyük bir sıkıntıya yol açar ve çiftimiz için artık görüşmek çok zor bir hal almıştır.

Çok ilginç bir filmi, uzun zamandır izlediğim en manasız, en duygudan uzak aşk filmi diyebilirim. Diyalogların çok eksik bırakılması filmi aşk filminden daha çok, dar mekânlarda çekilen ve insanların birbirlerini sorgulayarak geçirdiği filmlere benzetmiş.  Yaşanılan olayı, aşkı çok ‘’sığ’’ olarak anlatmışlar, filmi izledikten sonra etrafımda okuduğum gördüğüm yorumlar ‘’ bunların yaşadıkları aşk ise, benim ki ne? ‘’ şeklindeydi. Hak vermemek de elde değil gerçekten sadece bir vizenin bu kadar sorun olması yeteri kadar anlamsız geldi bana da. Birbirlerini bu kadar çok seven iki insan, buluşmanın yolunu mutlaka bulur.

Görüşmek sorun olunca da farklı insanlarla birlikte olmaya başlıyorlar doğal olarak… Hani bizim sadakatimiz? Film konusu, birbirlerini deli gibi seven ve buluşmak isteyen iki insandan bahsetmiyor muyduk? En azından seyircinin hayal gücüne bırakılsa, bu sahneler gösterilmeseydi biraz daha tercih konusu olabilirdi.

Sonu da bir o kadar havada kalmış, elimizden bu kadar geldi, idare eden bir son yapıverelim olarak tamamlanmış. Anlatılmak istenen düşünceye ne oldu? Hani bizim büyük aşkımız? 

Beğenmedim.

Film bittikten sonra aklımda kalan tek şey, iki çok tatlı insanın birbirlerine bakışlarıydı sanırım…

1.09.2012

This Means War [2012]


Eğlence ve içinde romantizm(ne kadar varsa artık) barındıran filmleri izlemeyi seviyorum diyebilirim ama bazıları gerçekten o kadar fazla ‘’film yapma’’ zorunluluğunda oluyor ki, o kadar sıradan ve sığ olabiliyor ki adamı soğutuyorlar. Aynı beklentiler içinde This Means War filmini izlemeye başladım.

İşlerinde usta olan 2 CIA ajanı, sıkıntılı bir operasyondan sonra hayatlarında bir kadın olsun istiyorlar ve farklı yollar denemeye başlıyorlar. Şans eseri ikisi de Lauren isimli bir kızla tanışıyorlar ve ondan sonra aralarında soğuk savaş başlıyor, film karışıyor. Elbette ki peşlerinde olan kötü adamı unutmamaları gerekiyor.
Ne izledim? Yeteri kadar aksiyon izledim diyebilirim. Özellikle aksiyon sahnelerini romantizm sahneleri ve biraz da ileri teknoloji CIA metotlarıyla birleştirmeleri yeteri kadar yaratıcı geldi. Buna ek olarak çok yakın iki arkadaşın arasının bir kadın yüzünden nasıl bozulacağını izlediğim zaman gerçek hayattan bir kesit gördüm. Bunlar hayal olan şeylerde değil üstelik bir sürü örneğini görebiliyor hatta ve hatta siz bile çok yakın bir erkek arkadaşınızla yaşamış olabilirsiniz bu aptal! Durumu.

Amacım aksiyon, komedi ve içinde ne kadar varsa, romantizm izlemek istedim ve bu film bana beklentilerimin çok üstünde şeyler izletti. En azından belirli bir olaya bağlı kalarak ilerlemeye çalışmak yeterince mantıklı geldi.

Seyir zevki harika olan bir film izledim. Elbette ne kadar iyi olduğuna karar vermek için klasik olarak beklentilerinizin tam olarak ne olduğunu anlayarak başına oturmanız gerekiyor.

İyi Seyirler.

Kill List [2011]


İzledikten sonra üzerinde düşünülmesi ya da hakkında biraz araştırma yapılması gereken bir film. Aksi takdirde filmin sonunda benim gibi ‘’ eee ne oldu ‘’ tarzında boş bakışlarınızı ekrana yöneltmeniz kuvvetle muhtemel.

Hayatında bir takım parasal zorluklar çeken Jay, en yakın arkadaşı Sam ve onun yeni sayılabilecek sevgilisi Gal ile akşam yemeğine davetlidir. Hayatın zorluklarının yetmemesi gibi bir de üzerine eşinin laf sokmaları eklenince hayat Jay için tam anlamıyla çekilmez olur. (Kısa karakter isimleri bulmaları baya hoşuma gitti diyebilirim) Gergin yemek ortamından sonra Jay, arkadaşı Gal ile başka çaresi olmadığından dolayı kiralık katil işine girmeye karar verir.

Başlarda, bildiğimiz kiralık katil, ellerinde liste ile kapı kapı dolaşan ve temizlik yapan adamların klasik hikayesi zannetmiştim ama o kadar basit olmadığını anladığım zaman bir mutluluk ifadesi oluştu. İzlerken ara ara sonuna dair ufak ipuçları aldım, büyük bir zevk ile izlemeye de devam ettim. Ara sıra sahnelerdeki şiddet öğeleri biraz arttı, zaman zaman ailesel konuların konuşulduğu o durağan havasına geri döndü ama

Son geldiğinde bir anda öylece kalıverdim. Sanırım başka bir film sonunu kaza ile açtım diye kendi kendime düşündüm ama yok, halen aynı filmdeymişim. Nereden bilebilirdim ki felaket bir sonun beni beklediğini. Yukarıda yazdığım olumlu şeyleri anında unutun, kendinize bambaşka bir sayfa açın ama sayfa siyah olsun lütfen… Baştan itibaren o işlenen konu, o verilen ipuçları bir anda anlamını yitiriyor ve bambaşka bir boyuta geçiyorsunuz. Bunu yapmalarının mantıklı bir açıklaması elbette vardır ama çöp diyebileceğim kalitede bir film için elbette oturup düşünmek de bir o kadar gereksiz.

Sonuç olarak ‘’ eee şimdi ne oldu, ne olacak’’ tarzı boş bakışlarla ekrana bakmaya devam ettim ve oracıkta her şey kapkaranlık oldu. Pişmanım…

Son bir ekleme, aslında dikkatli izleyebilenler için, film başlamadan bitmiyor mu?

Shame [2011]


Biz kötü insanlar değiliz, sadece kötü bir yerden geldik…

Sinemaya ‘’açıklık’’ getirenleri, ne yazık ki toplum olarak sevmiyoruz ve bu tarz filmleri elimizden geldiğince dışlamayı başarıyoruz. Hatta öyle durumlara geliyor ki olay, sanatsal ya da sinemasal bir durum söz konusu bile olamıyor genel olarak.’’Aile ile izlenmez’’ tarzı bir görünüşe bürünüyoruz hemen. Konuyu daha yeteri kadar uzatabilirim, ama burada konumuz ne yobazlığımız, ne de taptığımız putlarımız.

Seks bağımlısı bir insanın dramını ve hayattaki birkaç gününü konu alan bir film izledim ben. Ne karakterimizin film boyunca sex yaptığı kadınlar, ne de gizli saklı yapmaya çalıştığı masturbasyondu benim ilgimi çeken. Cinsellik içerek sahnelerin bu tarz bir yapımda olması gayet doğal olarak karşılanmalıdır, çünkü bu sahneler filmin konusuna ve amacına hizmet edecekse mutlaka olmalıdır.

Utanç dediğin olay nedir? Sürekli seks düşünmek mi, ya da hayat kadınlarıyla beraber mi olmak, kız kardeşini düşünmek ve arzulamak mı? Aslında, bunların hiçbiri bence ‘’utanç’’ değil, bunlar tamamen bizim kafamıza çok öncelerinden yerleştirilmiş olan kalıpların bütünüdür. Elbette hayatta her şeyin bir sınırı olmalı, her şeyin bir üslubu olmamalı da demek değil. Sadece baktıkları perspektif, biraz daha geleneksel, biz Türklerin değimiyle ‘’rahatlık’’ olarak açıklanabilir.

Sonuç olarak filmimiz ‘’utanç’’, yönetmenin gözünden, birbirini tekrarlayan bazen gereksiz, bazen uzun sahnelerle bezenmiş, karakterin dramı hakkında hiçbir şey söyleyemeyen ve sadece yaptığı ahlaksızlıklardan bahseden bir film bence. Tekrar söylemeye çalıştığım noktadan bahsedersem, bu film bu şekilde anlatılmaz, bu şekilde yapılmamalıydı. Amacından çoook uzak yerlere giden, ve artık bahsetmek istemediğim ‘’bakış açısı’’ tarzıyla değerlendirilecek bir yapım olmuş ne yazık ki…

Bir alıntıyla bitirmek istiyorum, söyleyen çok doğru söylemiş; ‘’girilen her günahtan sonra “benim kalbim temiz” demek adettendir ve hapishanelerdeki herkes “kader mahkumu”dur. Kimse suçlu değildir.’’

Beni Unutma [2011]


Ne izlediğim film sayısını ne de izlemeye başladığım tarihi hatırlamıyorum… Eskiden sorulsa, bilinçli olarak, tamamını hatırladığım filmi anında söylerdim. ( 8mm [1998] ) Ama artık biraz düşünmem gerekiyor, acaba neydi, tarzı nedir diye…

Bazı filmler vardır, o kadar basit, o kadar tekdüze gözükürler ki, ama aslında bir o kadar vurucu etkiye sahiptirler. Herkese göre değişir, herkesin tadı ve zevki çok ayrıdır, farklıdır… Beni Unutma onlardan biri oluverdi benim için. Olcay iş hayatında oldukça başarılı, genç, bekâr ve güzel bir kadındır. Ciddi bir ilişki yaşadığını düşündüğü sevgilisi Hakan’ın kendisini aldattığını acı bir şekilde öğrendiğinin ertesi günü Sinan’la tanışır. Olcay’ın ilişkisinin bittiği gün Sinan da verdiği ani bir kararla nişanlısı Ebru ile evlenmekten vazgeçer.

Hepimiz hayatta kendimize uygun eşi seçmeye çalışırız, seçenekleri eler ve yolumuza devam etmeye çalışırız. Kimimiz kendine uygun eşi bulurken kimileri de kürek çekmekten bıkar ve birbirini kırmaya devam eder, asıl değerlerin kıymetini hiçbir zaman bilmez, bilemez. Sinan o kararı alırken geleceğinin böyle olmasını düşünür, ister miydi? Tabiî ki hayır, peki ya Olcay? Sanırım o da istemezdi, ama hayat denmiyor mu yaşadığımız yere, şeylere, olgulara… Hepimiz hayatımızın herhangi bir alanında tercihler yapmak ve bu tercihleri yaşamak, seçmek zorunda bırakılmıyoruz mu? Sinan’ın yaptığı ya da Olcay’ın yaşamak istediği hayat da sadece bu değil miydi?

Kendime tekrar döner ve sorarım filmden sonra, acaba gerçekten aşkın anlamını biliyor muyum? Acaba gerçekten seçimlerimde kimler mutlu/mutsuz, acaba hastalıkları ne kadar tanıyorum, acaba böyle bir durumda ben ne yapardım?

Mert Fırat’ın çok iyi oyunculuğu eşliğinde bunları tekrar gözden geçirerek kendi çapımda, kendime film ziyafeti çektim. Sırf bende etki bıraktığı için bu filmi sevdim, sırf bana bir şeyleri hatırlatmaya çalıştığı, bir şeyleri anımsattığı için sevdim bu filmi… Bir dakika, biz filmleri zaten niye izliyoruz ki?

The Vow [2012]


Etki anı…

Başrollerde C.Tatum ve R.McAdams’ın oynadığı filmde mutlu çiftimiz, bembeyaz bir gecede olmayacak şekilde sokağın ortasında durarak aşklarını pekiştirmektedirler. Bir anda arkalarından çarpan kamyon, kadını komaya sokar. Geride kalan 4 yılı hiçbir şekilde hatırlamamaktadır ve kocasının onun sevgisini ve hatıralarını tekrardan kazanma çabaları görmeye değer.

Aşk filmleri artık öylesine kaliteli senaryolar sunar duruma geldi ki ( tabiî ki çöp olanlarda var ) çok büyük zevk veriyor. Bu filmden önce Türk yapımı olan ‘’Beni Unutma’’ filmini izlemişseniz ortak bir çok nokta bulabilirsiniz. Aslında aralarındaki tek fark, aniden kaybedilen hafıza ve bir anda kaybedilen bir hafıza diyebilirim.

Bir anda 4 yıl geriye dönmek ve o arada geçen hiç bir şeyi ve hiçbir insanı hatırlamaması gerçekten çok büyük bir felaket. Aralarındaki aşkın ne kadar büyük olduğunu anladıktan sonra hemen kendinizi karakterlerin yerine koyup, filmi izlemeye öyle devam ediyorsunuz. Leo’nun içinde bulunduğu; umutsuz ama bir o kadar da   büyük çabaya hayran kalıyorsunuz.

Ne yazık ki filmin sonu için o kadar iyi şeyler diyemeyeceğim. Son 15-20 dakikayı biraz ellerine yüzlerine bulaştırmışlar diyebilirim. Çok basit bir şekilde bitirmeleri ile zaten yeteri kadar övgüyü alacaklardı. Gel-git olayını biraz fazla abartınca tadı kaçmış ama her şeye rağmen tek kelimeyle harika bir filmdi diyebilirim.

Aşk filmlerini seviyorsanız, buna bir şans vermelisiniz. Son yıllarda izlediğim en etkileyici aşk filmleri sıralamasında çok üst sıralara koyabileceğim kadar güzeldi.

Battleship [2012]


Amiral Battı oynadınız mı hiç?

Gençliğimde en çok sevdiğim oyunlardan biridir. Hisleri ve düşünme gücünü zorladığını düşünürdüm bu oyunun. Bir gün mutlaka filmini de yapacaklarını düşünüyordum ve işte o gün bu günmüş.

Yapımcılığını ve yönetmenliğini Peter Berg’in (Hancock) üstlendiği destansı aksiyon-macera filmi Battleship’te gezegenimiz; denizde, gözyüzünde ve karada üstün bir güce karşı hayatta kalma savaşı veriyor. Hasbro’nun klasik donanma savaş oyunu Amiral Battı’dan uyarlanan filmde, USS John Paul Jones’ta görevlendirilen bir Donanma subayı olan Teğmen Alex Hopper, uzaya çok derin sinyaller yollan projede bir şeylerin ters gitmesiyle dünyamıza gelen uzaylılarla amansız bir savaşa girmek zorunda kalacaktır.

1.Avatar’ı izleyen sevgili seyirciler; Avatar filminin görsel efekt çitasını çok yüksek bir yere koyduğunu bende biliyorum, ama artık izlediğimiz filmleri onunla karşılaştırmaktan vazgeçmek zorundayız sanırım. Çünkü onun gibisi gelene kadar en iyisi olarak Avatar kalacaktır bunu bende biliyorum. Film olarak dünyanın en gereksiz filmi olsa bile görsel efektler olarak çok farklı bir noktada biliyorum.

2.Amerikalılar kendilerini övdüler davasından biraz kurtulalım lütfen. Para onlarda, savaş onlarda, güç onlarda, sinema sektörü onlarda. Her milletin övüneceği bir durum şeyler var olduğu gibi elbette dibe batırılacak yönleri de vardır. Adamlar kendi filmlerini harika teknolojilerini kullanarak yapıyorlar ve elbette Amerikanların bu kadar ağır bastığı bir filmde gidip de Japonya’yı kurtarmasını beklemiyorsunuz değil mi? Kurtulun artık şu önyargıdan.

3.Ne bekliyordunuz ki? Uzaylılar da ne? Film işte. Beklentileriniz 2 saatlik dolu dolu aksiyon ve kahramanlık izlemekse daha ne sizi mutlu edebilir bilmiyorum. Şu film 2 saat boyunca bana istediğim her şeyi verdi. Tamam bir sürü mantık hatası olabilir, gereksiz kısımlar olabilir ama benim umurumda değil ki… Ben aksiyon filmi izlemek istiyordum ve izledim, çok da mutluyum film de gerçekten çok güzel olmuş.

Elinizdekinden zevk almayı öğrenmek gerek. Tavsiye ediyorum, izleyin, izlettirin.

Angel Heart [1987]



Louis Cypher adlı gizemli bir müşteri, özel dedektif Harry Angel'dan bir adamı bulmasını ister. Verilen ipuçlarını değerlendiren Angel, hedefine doğru ilerledikçe bir takım doğaüstü olaylarla karşılaşır. Dahası, aranan kişiye dair bilgi aldığı herkes vahşice öldürülmektedir. Polisin suçu kendi üzerine atmasından korkan Angel, her şeye rağmen görevini yerine getirmeye çalışır.

80’li yıllarda revaçta olan, hatta o zamanların en büyükleri diyebileceğim Rourke ve De Niro’dan güzel bir film izlediğimi düşünüyorum. Ağır ilerleyen senaryosu bazen seyirciyi bunaltmaya yetse de film için ‘’sıkıcı’’ deyimini asla kullanmam.

Kendinizi amansız bir araştırmanın içinde bulduğunuzda ve ortada bir sürü isim dolaştığında kafanız biraz karışıyor. İtiraf etmem gerekirse 1987 yapım bir film olduğunu düşünürsek; o zamanlar nasıl ses getirdiğini hayal edebiliyorum. Şu anda izlediğimde, aslında gizemini sonuna kadar koruyan bir film olsa bile, asıl olayın ne olduğunu çözmek çok zor değil, hatta bunun bir çok örneğini zamanında izlediğimi de belirteyim.

Ama zamana saygı duymak gerek, her şeyi zamanın şarlarına göre bakarak değerlendirmek gerekirse tatmin oldum. Tek sıkıcı noktası, büyü olaylarının işin içine girmesiydi. Bu tarz filmlere çok da sıcak bakmıyorum nedense. Kişisel bir tercih sonuçta.

Uzun süresi, ne yazık ki zaman aşımına uğramış senaryosuna rağmen Rourke ve De Niro’nun harika performanslarını izlemek bir zevkti.