30.03.2010

The Blind Side [2009]

Diğer ülkelerde ve Amerika'da durum nasıl bilemiyorum ama oscar ödülleri bizim ülkemizde sinemayı takip eden hemen herkes için önemlidir. Akademinin gerçekte kime neden ödül verdiğini bilmesek de bi film oscar almışsa daha fazla insan tarafından izlenir ve çoğunluk beğenir. Fakat Hollywood sinemasını hem sıkı takip edip de hem de az da olsa siyasetten anlayan kesim için oscar ödülleri Amerika'nın hegemonyasını pekiştirmek adına yaptığı törenlerden biri olduğunu bilir. Özellikle son oscar ödüllerinin dağıtımına baktığımızda bunu çok açık şekilde görebilmekteyiz. Oscar ödüllerinde en iyi kadın ve en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülleri aslında birbirinden farklı gibi görünen ve gerçek yaşam öyküsü filmlerine gitti. Bunlardan biri Precious diğeri de The Blind Side. Ben Precious'u değil The Blind Side'ı anlatmak istiyorum. The Blind Side Sandra Bullock'a yıllar yılı heveslenip de alamadığı oscarı getirdi. Açıkcası ben ortada süper şahane bi oyunculuk görmedim zira Mo'Nique'in Precious'ta gösterdiği performansın yanına bile yanaşamaz. Bi de tabi film izlerken algı da çok önemli bir faktör. Filmi izlerken Sandra Bullock'un olduğu her sahnede dikkatimi çeken iki şey vardı. Birincisi haç şeklindeki kolyesi ikincisi de beyaz tonlarda çok meşhur ve oldukça pahalı ama bi o kadar da çirkin bi kol saatiydi. fFlm boyunca bu iki şey hristiyanlık ve sosyal statüyü gözümüze soktuğu için Sandra'nın oyunculuğu oldukça gölgelenmişti. Bunun dışında filmin en rahatsız edici tarafı hikayesi anlatılan Big Mike'ın filmin ilk 1 saatinde çok az cümle kurması ve o az sayıda kurduğu cümlelerin tamamının insanı en derinden yaralayabilecek, sahip olduklarını sorgulayacak kadar acıklı olmasıydı. Adam o kadar az cümle kurup sürekli vurucu bir şeyler söylediği için  (ki cümleler de olukça kısaydı) acındırmanın şiddeti oldukça yüksekti. O açıdan filmde göze sokulan belli başlı birkaç şey dışında bildiğimiz amerikan rüyasını sosyal sınıflar arası geçiş bağlamında anlatmaya çalışmış film.

Akademinin hem The Blind Side'a hem de Precious'a oyunculuk performansları ve uyarlama senaryo dallarında ödüle layık görmüş olması da yine Amerikan hegemonyasını oldukça pekiştiren bir durum olduğunu düşünüyorum. Yani açıkcası iki film de, Amerika'nın ne kadar iyi bir sosyal devlet olduğunu ve insanlara fırsat yaratılarak onların başarılarına destek olduğunu göstermeye çalışıyor. Fakat filmi daha dikkatli seyrettiğinizde Amerika'da sosyal devletin tamamen çökmüş olduğunu ve beyaz değilseniz hayata tutunma şansınızın oldukça düşük olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. Gerek bürokrasinin gerekse de üretim araçlarının tamamının beyazların elinde olması siyahilerin hala beyazlarla eşit olmamasının en büyük göstergesidir. Dünyanın her yerinde olduğu gibi bütün insanlar eşittir ama bazıları daha da eşittir. 

O kadar şey yazdım filmin konusunu yazmadım. Konuyu da yazıp final yapayım. 17 yaşında Big Mike adında bir siyahi genç var. Babasını hiç tanımıyor annesi ise çok ilgisiz ve oldukça fakir bir kadın. Mike küçük yaşta annesinden alınıp başkaları tarafından büyütülüyor. Mike'ı büyüten adam kendi oğlunun bi hristiyan okulunda okumasını istiyor ve Mike'ı da aynı okula yolluyor. Mike oldukça içine kapanık ve normalin üstünde vücut ölçülerine sahip. süper bi koruma içgüdüsü dışında gelişmiş hiçbir özelliği yok, öğrenme güçlüğü de çekiyor. oldukça soğuk bir akşam Mike yolda yürürken Leigh Anne Tuohy (Sandra Bullock) ile karşılaşıyor ve hayatı değişiyor olaylar gelişiyor. bize bildiğimiz bir hikayenin altını çizerek baştan anlatan bir film olarak muhakkak izlenmesi gerektiğini düşünmüyorum. 3/10

Sinem

23.03.2010

Alice in Wonderland 3D [2010]

Öncelikle yine küçük bir anımdan bahsedeyim. Filmin çıktığından sonraki ikinci cuması kardeşimle beraber gitmeye yeltendik. Hazır gnctrkcll kampanyası çıkmışken bundan da yararlanmak istedim ve aylardır kontör yüklemediğim telefonuma 100 kontör yükledim. O da ne? Gnctrkcll şifresi almak için son bir ay içinde en az 150 kontör yüklemek lazımmış. Neyse başka bir arkadaşımdan buldum şifreyi ancak şifre 60 dakika içinde kendini imha ediyormuş. Saat 16.00, film 18.30'da. Evimiz salona uzak, o esnada gitme ihtimalimiz yok denecek kadar. Ne yapalım, ne yapalım derken arayıp rezervasyon etme fikri geldi aklıma en mantıklı olarak. Aradım, telefonu açan kadın bir de ne desin, "Film henüz sinemalarımıza gelmedi, yani var gözüküyor ancak yok!" Evet, bence böyle bir şey de yok! Neyse, tam bir hafta sonra, geçen cuma gittik biz de. Bir önceki hafta niye gelmediğini öğrendik. Sinemaya bu filme özel 3D getirilmiş. Avatar'da bile getirilmemişti 3D. Böylece bizim de ucuz bir fiyatla filmi izleme hayalimiz suya düştü zira hem bu filme özel gnctrkcll kaldırılmıştı hem de kişi başı fiyat, film 3D olduğu için artmıştı. Filmi 3D izlemenin, 2D izlemeden fazla bir avantajı olmaması ve dublaj olması da cabası. Maalesef ülkemizde para, insana hizmetten önce geliyor.

Konusu bilindik. Alice adlı küçük kızımız (Mia Wasikowska), annesiyle beraber bir sosyete partisindedir. O bilmiyordur ancak bu parti onun adına düzenlenmiş bir evlilik partisidir. Muhabbet ve dans ile geçen kısa bir süre sonunda oğlanımız, kızımız Alice'e herkesin önünde evlenme teklif eder. Alice ise onur duyduğunu ama düşünmesi gerektiğini söyleyip ortamdan koşarak uzaklaşır. Elbette koşarak uzaklaşmasının bir nedeni vardır: Beyaz Tavşan! Alice, bir kaç dakikadır kendisini takip eden beyaz tavşanın peşinden gider ve bir anda daha önce hiç gelmediği bir yere gelir: Harikalar Diyarı! İlk başta bunun da daha öncekiler gibi bir rüya olduğunu düşünür. Halbuse buraya küçükken de uğramıştır. Harikalar Diyarı'nda kraliçelik tacı White Queen'den (Anne Hathaway), Red Queen'e (Helena Bonham Carter) geçmiştir. Alice'in Jabberwocky denilen yaratıkla savaşıp tacı tekrar White Queen'e takması gerekir. Bu yolda en büyük yardımcısı ise tabii ki Mad Hatter (Johnny Depp) olacaktır.

Alice in Wonderland yerine Tim Burton in Wonderland ya da Alice in Burtonland diyebiliriz çünkü 1865 yılında sarhoş kafayla Lewis Carroll tarafından uydurulmuş daha sonrada onlarca kez perdeye yansıtılmış bu hikaye, Burton'ın tamamen kendi hayalgücünden filtrelenmiş bir şekilde sahneye yansıtılmış bu kez. Bundan kimsenin şikayeti olduğunu sanmıyorum çünkü Burton, bu türün lideri bir yönetmen. Ancak izlediklerimiz, gördüğümüz bu dünya, her ne kadar görsel olarak harika olsa da samimilik, içtenlik duygusunu pek yansıtabilmiş değil. Sıcak değil. Ana karakterlerin hiç birinin üzerine tam gidilememiş. Biraz Mad Hatter haricinde hepsi havada kalıyor ve senaryonun yavaşlığı, yavanlığı gerçekten bayıyor insanı.

Bilemiyorum bu yorumlarımda filmin dublaj olmasının veya izlediğim salonda -ki sanıyorum Türkiye genelinde bu durum böyle- her sahne sonrası "Anne şimdi n'olacak?", "Baba bu kim?", "Abla, Alis hangisi?" gibi sorular duydum sürekli. Bu soruları soranlar inanın 7 yaşını geçmeyen küçük çocuklardı. Alice'i birde Tim Burton'dan izleyeceğimizi 3 yıl önce öğrendiğimizde hepimiz heyecanlanmıştık ancak sanırım büyük beklentiyle filme gidenler ya da Alice'in fanatiği olanlar filmi beğenmemiştir. Tim Burton'ın en kötü filmlerinden biri olabilir ve bunda Walt Disney'nin yapımcı olmasının payı olduğu da konuşulanlar arasında. Film bilinçli olarak daha küçük bir kesime hitap ediyor gerçekten de gibi hissedip, filme çocuklarıyla gelenlere de hak veriyorsunuz zamanla.

İyi olan hiç mi bir şey yok? Var. Oyunculuklar iyi. Hani Mia Wasikowska bana antipatik geldi, duruşu, mimikleri tam bir soğukluk abidesi. White Queen'i oynayan Anne Hathaway'de iyi kraliçe rolünde değil, iyiye yakın, kaçık kraliçe rolünde, gotik bir hava katıyor ama Johnny Depp ile Helena Bonham Carter her zamanki gibi muazzam. Dünyadaki masumluk ile kaçıklık arasında kalmış erkek rolünü en iyi oynayan isim Johnny Depp ve katıksız kaçıklık rolünü en iyi oynayan kadın oyunculardan biri olan Helena Bonham Carter filme cuk oturmuş. İkiside ülkenin, evrenin en iyi oyunculardan biri olduklarını bir kez daha hatırlamış. Yani her şey kötü olsa bile sırf bu iki isim için izlenir bu film diyebilirim rahatlıkla. Kendileri Tim Burton'ın kankaları zaten. Hatta Helena 2001'den beri Tim ile evli. İyi olan başka birşey: Tweedledee ile Tweedledum! Ha bir de Cheshire Cat çok orijinal, tuttum.

Peki ya filmin rezalet sonu? Bütün masalsılığı, az da olsa sıcaklığı yok eden o gereksiz, bir o kadar saçma sonu? Yakışmamış diyorum, büyük beklentilerle gitmeyin diyorum, Depp ile Carter'ın oyunculuğunu izleyin diyorum, mümkünse dublaj ve 3D yerine altyazılı 2D'sini tercih edin diyorum. Zira 3D izlemeye pek de gerek yok çünkü bir kaç sahne dışında 3D'ye gereken önem gösterilmemiş. Çoğu sahnede gözümde gözlük olmasına rağmen 3. boyut olduğundan bile şüpheliydim diyebilirim. 5/10

Beercholic

22.03.2010

Les Choristes [2004]

Les Choristes bol ödüllü biraz da Türk filmi tadında başarılı bir drama. bol müzikli bir film olmakla birlikte eğitim filmleri kategorisinde de incelenebilecek bir film. Fransa'da Fond de L'etang (Suyun Dibi anlamına geliyor imiş) isimli yatılı bir okulda geçiyor. İsmiyle müsemma olan okulda toplumsal sınıf olarak en tabanda yer alan (zero class) ailelerin çocukları eğitim görmekteler. Para ve fors düşkünü bir müdürleri ceza ve şiddet ile çocukları eğitebileceğine inanmaktadır ve okuldaki hocaların hepsi de bu fikre ayak uydurmaktadır. Aslında böyle anlatınca hababam sınıfı hikayesi ile ne kadar benzer olduğu çok daha ortaya çıkıyor. bu filmde de hababam sınıfında olduğu gibi bir hoca okula gelir ve olaylar gelişir, değişir. Suyun Dibi'ne de başarısız bir müzisyen müzik öğretmenliği yapmak üzere gelir, çocuklarla müdürün ya da diğer öğretmenlerin uyguladıkları prosedür dışına çıkarak iletişim kurar. ve onlardan bir koro kurar.koronun bir de melek yüzlü şeytan lakabına sahip olan bir yıldızı vardır, ki ileride çok başarılı bir maestro olacaktır.

Aslında filmde çok belirgin efenim böyle bir insanı sürükleyen bir olay yok hatta olay örgüsü de yok ama zaten gerek de yok. zira filmin konusu kendisini izletiyor. filmde oynayanların çoğu çocuk olmakla birlikte gerçekten magnefikğğ bir performans sergiliyorlar. açıkcası filmi izlerken bi taraftan türkiye ile ilgili bir empati kuruyosunuz bir de devlet eğitiminin sınırlarının, standartlarının ekonomik durumla olan doğrudan bağlantısını izliyorsunuz. film bu açıdan da önemli şeyleri vurguluyor. bir de ismi koro olmakla birlikte sürekli şarkılara boğmuyor izleyeni. yurdum insanı da pek sevmez müzikalleri nedense. o açıdan bu filmi müzikal gibi düşünüp izlemeyi reddetmek filme büyük haksızlıktır.

Film 1960'larda bir okul dönemi kadar bir sürede geçmektedir, film bu dönemi yansıtmak açısından da oldukça başarılıdır, gerçi çok büyük bir kısmı mekan olarak okulda geçmektedir ama filmin bazı yerlerinde 1960'lar Fransasını da görmek mümkün, ki bu sahneler çekilirken oldukça titiz davranılmış. o dönemi merak edenler için de oldukça seyirlik bir film. ve son olarak blogun konseptine uygun olsun diye ben de puan vericem çok özendim. bol keseden atıyorum. 9/10.

Sinem

21.03.2010

Whatever Works [2009]

Orjinal bir film ve orjinal bir adam.Woody Allen tarzından hoşlanan biri olarak bu filmi izlemek zevkliydi, her ne kadar sonlara doğru ufak kalp krizleri geçirsemde.

15 Ocak 2010 tarihinde sinemalara gelecek olan bu filmi daha önceden izleme şansı buldugum için seviniyorum,çünkü sinemaya gidip para verilecek tarzda bir film değil.Whatever Works kendi halinde bir yaşam süren Boris Yellnikoff'un, bir gece evinin girişinde Melodie isimli genç bir kızla karşılaşmasıyla başlıyor. Evinden kaçan genç kız Boris'e onu içeri alması için yalvarmaktadır. Genç kızdan yardımını esirgemeyen Boris'in hayatı Melodie'yi arayan sorunlu anne babası ortaya çıkınca karışıyor.

Eğlenceliydi, bohem bir hayatın peşinde olan, önce evliliğini daha sonrada kariyerini mahveden Boris in hayatını izliyoruz.Boris kendi doğrularıyla yaşayan, dünyanın patlayacağını düşünen, sinek ısırdığı zaman hastane aciline gidebilen, kendini dev aynasında gören, tüm insanlığa karşı olan nefretini asla saklamayan, insanları küçük düşürmeye bayılan bir adamdır.Ama daha sonralarında hayatına giren kızla birlikte hayata olan bakış açısı yavas yavas değişmektedir.Daha sonralarda onu arıyan annesinin gelmesiyle bir anda ortalık karışıyor.

Annesi gayet tutucu bir hayatı yaşamaktadır ve zenginlik içinden gelen biridir.Ama onunda hayatı bir anda değişiyor.Olmadıgı bir kimliği yaşamaya başlıyor.Tam hikaye devam ederken bu sefer babası geliyor.Babasıda, annesini aldatmış bir karakterdir ve oda değiştiğini idda ederek N.Y'a geliyor ve işler daha da karışıyor.Karısı artık başka bir adam(lar)ladır ve önce buna alışması gerekmektedir.Tabi bu süreç içinde değişime uğrayan sadece anne ve baba değildir.Kızları Melody genç ve güzeldir.Gençlik heycanlarını arayışı sürüyordur ve manken bir cocukla takılmaya başlar.Filmin sonlarında zaten herşey netleşecektir.

Film basiçe Woody amcamızın hayata bakışını göstermektedir.Hani öyle ilginç bişeyler yaratmak istemiş ve bence çok güzel olmuş.Dialoglar o kadar fazla ki, Tarantino filmlerine rakip olabilcek cinsten hani.Sürekli bir dialog halinde özellikle Boris'in bazı konusma sahneleri inanılmaz olmuş.Bir yandan alay ederken bir yandan anlatılmak isteneni seyirciye sunuyor ve siz kendinizle alakalı olan kısmı alıyorsunuz.Aslında ne kadar gereksiz bir hayat yaşadığımızı, nelerden zevk aldığımızı ve nelerden zevk alamadığımızı bize sunuyor ve siz bunları irdeliyorsunuz.

Filmin sonunda çok güzel bir konusma vardı.Niye Yılbaşlarını kutluyoruz?Aslında bunu bende anlamıyorum?İşte kendime göre bişeyler kurdum?İnsanlar 1 yıl daha yaşlandıklarını mı kutluyorlar, bir yıl daha ölüme yaklaştıkları için mi bu kadar mutlular?İçeriz, sanki diğer günler içip sarhoş olmuyormuş gibi.Yılbaşından sora sevişiriz, sanki normal zamanlarda yapmıyoruzda her yıl 31 ocak gecesini bekliyormuşuz gibi, ayrı bir sevinç gösterisinde bulunuyorlar.Yapılan kutlama harcamaları, eğlenceler, neden diğer günlerde yapılmaz, 1 yıl daha geçti hayatınızdan bunun nesine seviniyorsunuz ki?

Bunun yanında film gerçekten akıcı değil.Bazen konusmaları okumak pahasına sahneleri kaçırıyorsunuz.Tavsiyem altyazı olmadan izlemeniz.Zaten oyuncular yeteri kadar açık ve akıcı konusuyorlar, ağır bir aksanları yok ama işte sahnelerin altında beyaz bir yazı oldugu zaman göz ister istemez oraya kayıyor.Başlarda yaptığım tembellikten sonlara doğru vazgeçtim ve filmden biraz daha fazla zevk aldığımı hissettim.Sonlara doğru buna rağmen biraz baydı.Çok fazla hayata dair konu işlemiş, çok fazla şey konustular.Film kendi içinde biraz fazla değişkenlik gösterdi ama işte Woody filmlerine alışkın olmanız gerekiyor.Sizin tarzınız değilse filmi zaten beğenmezsiniz, çok aptal gelir.

Sonuç olarak hayata meraklıysanız izlemeniz gereken bir film.İçinde sorgulayacak bir sürü şey bulabilirsiniz.1 saat 31 dakikalık bir uzunluğu var,tavsiye ediyorum.Notum 10/7.5

UnjustLucifer

19.03.2010

Looking For Eric [2009]

Oscar adayı filmleri ödül töreninden sonra izleme hastalığım vardır. Biraz üşengeçlik, biraz işlerin yoğunluğu vs. gibi eften püften sebepler dolayısıyla çoğu zaman filmleri ödül töreni sonrasına bırakmak zorunda kalırım ve ödül törenini izlerken de alacağım zevkin büyük bir bölümü heba olur. Yine bir gün evimden Oscar'a aday olmuş bir film almak için çıktım. Mahallemizin DVD'cisine geldiğimde -meşhur yapacağım bu adamı- filmlere biraz göz gezdirdikten sonra aklıma "En iyi Film" dalında aday olmuş ilk film olarak District 9 geldi. Abiye "distrik nayn var mı abi?" diye sorduğumda bana "hayır" anlamında kafa salladı ama bu mimiğin altında yatan gerçek neden filmin olmadığı değil abinin film adını anlayamadığıydı, buna emindim. Biraz daha göz gezdirdikten sonra artık haddinden fazla kaldığımı bir film alıp çıkmam gerektiğini düşündüm ve hızlandım. Looking for Eric gözüme ilişti. Filmekimi'ne gelmişti ama çok gitmek istememe rağmen gidememiştim ve ben bir kez daha düşündüğüm film yerine bambaşka bir film alıp DVD'ciden çıkmanın dayanılmaz hafifliğini yaşayarak eve gelip filmi izledim.

Eric Bishop (Steve Evets) yıllar önce ilk karısından ayrılmış, daha sonra da ikinci karısından ayrılmış, üvey evlatlarıyla yaşayan, postacı, yalnız, mutsuz bir Manchester United taraftarıdır. Mutsuz olduğu ya da öyle olmak istediği için hemen hemen herkesle sorunlar yaşar ve sorumluluk almadığı için de çoğu zaman yalnız kalır. Arkadaşları onu mutlu etmek adına herşeyi yapsalar da onu mutlu edecek tek isim vardır bu dünyada: İdolü Eric Cantona. Eric bir gün öz kızının bebeğine bakıcılık yaparken ilk karısı Lily Bishop (Stephanie Bishop) ile karşılaşır ve bu anda Eric Cantona devreye girer. Bir gün oğlunun otlarından içen Eric, karşısında adaşı Eric Cantona'yı görür. Bu ilk ziyaretten sonra Cantona, ona sık sık görünüp kendi hayatından nasihatler verir ve Eric'i en dipten en tepeye tırmandırmaya çalışır.

Ken Loach'tan bir kez daha alt kesimi, yalnızlığı anlatan bir film daha. Film Aşk, Futbol, İşçi Sınıfı, Dostluk gibi öğeler içeriyor ama sadece şu demek doğru olmaz. Eric'in Cantona tarafından aldığı tavisyelerle yapması gerektiklerini görüyoruz. Her yapması gereken şeyi yaptığında bir sonraki şey daha zor oluyor ve bunları yapa yapa hayatını bir düzene sokuyor. Futbol'a da, işçi sınıfına da, aşka da, dostluğa da değiniyor film. Bir sahnede futbol ile hayatın birbirlerine ne kadar benzer olduğunu görüp şaşırırken, bir diğer sahnede çaresiz bir adamın ayrıldığı karısına 30 yıl sonra bile ne kadar bağlı kaldığını görüp hüzünleniyorsunuz. Bu geçişleri çok iyi yansıtmış Ken Loach ve Paul Levarty'nin sade ama sağlam senaryosunun üzerine çok iyi bir film çekmeyi başarmış yine.

Tabii endüstriyel futbola da bol bol gönderme mevcut. Bir sahnede Malcolm Glazer yönetmenden nasibini alırken sonraki sahnede Eric'in, Cantona takımdan ayrıldığından bu yana 10 yıldır stadda maç izlemediğini, bunun bir nedeninin de pahalılaşan bilet fiyatları olduğunu görüyoruz. Filmdeki bir diğer güzel ayrıntı da Cantona'nın gerçek maç kayıtları ve bizlere izlettirilen özel golleri. Oyunculuklara geçelim. Steve Evets'i -doğal olarak- tanımıyordum ama Britanya Sineması'nda da pek bir önemli yeri olmadığını öğrendim biraz araştırınca. Kendisi bir çok dizide rol almış ama filmlerle arası pek iyi değil. Yalnız bu filmde harika bir oyun oynamış. Filmi tek başına sürüklemiş adeta. Zaten bu aksana hayran olan birisi bu oyunculuğu göz ardı edemez. Steve bizlere çaresiz, dibe vurmuş adamı çok iyi oynamış. Eric Cantona ise iyi ya da kötü diyemeyeceğimiz bir oyunculuk sergilemiş. Sadece neşeli Fransız aksanına ve Cantona'nın gerçek felsefesine dikkat çekmenizi öneririm.

Futbol soslu ama aslında bir kaybedenin, idolünün de yardımlarıyla yükselişe geçtiği bir hikaye Looking for Eric. King Eric'in ve Ken Loach hayranlarının asla kaçırmaması gereken bir film olduğu gibi, bu tip hikayelerden hoşlananlarından çok seveceği bir film. Yavaş yavaş ilerliyor gibi gözüken, basamakları teker teker aşan bu filmi izlerken sıkılacak bir insan olacağını sanmıyorum. Yer yer dram, yer yer komedi öğeleri içeren keyifli bir 116 dakika izlemek istiyorsanız çok ideal. Sonu da ayrı bir güzel. 7/10

Beercholic

18.03.2010

My Sister's Keeper [2009]

31 Aralık 2009 günü kardeşimle birlikte yılbaşı için film aramaya gittik mahallemizin DVD'cisine. Ben eğlenceli bir şey olsun istiyordum, hatta eskiden yılbaşında noel filmleri gösterilirdi, belki hala gösteriliyordur fazla televizyon izleyemediğimden görmüyorum. Eskileri yad etmek için mümkünse noel filmi alırım diye çıktım evden. Ön yargıyla yaklaşmayın hemen, noel ile yılbaşının farklı şeyler olduğunu biliyorum bende, eheh. Sadece eski güzel günleri hatırlamaktı amacım, içkili, Santa'lı klasik aile yılbaşısı geçirecektim her zamanki gibi. Sonra My Sister's Keeper'ı gördüm rafta. Ne zamandır almak istediğimi hatırladım. Cameron Diaz, Conan O'Brien'a konuk olduğunda bahsetmişti filmden. Bende izleme listeme almıştım direk. Filmin ağır bir dram olduğunu ve çok ağlatacağını -ki ben bazı komedi filmlerinin dram içerikli sahnelerinde bile hüzünlenecek derecede duygusalımdır- biliyordum dolayısıyla yılın ilk gününü zehir etmek istemedim. Sonraya kaldı. Bir kaç gün sonra izlemek için ps2'me taktım filmi, o da ne? Dublaj! Altyazı yok! Ki dublajı hiç sevmem. Soğudum bir anda. İşte o zaman aldığım film 3.5 aydır masamda öylece durdu o günden sonra. Ta ki geçen akşam yapacak bir şey bulamayana kadar. Kuvvetimi topladım ve dublajda olsa oturup izlemeye karar verdim.

Filmin konusuna geçelim. Sara Fitzgerald (Cameron Diaz) ve Brian Fitzgerald (Jason Patric) henüz daha bebek diyebileceğimiz bir yaşta küçük kızları Kate Fiztgerald'ın (Sofia Vassilieva) lösemi hastası olduğunu öğrenirler. Daha sonra doktorlarının da tavsiyesiyle ona donör olması için bir çocuk yaparlar. Anna Fitzgerald (Abigail Breslin) kendi deyimiyle bir amaç uğruna dünyaya gelen ender bebeklerdendir. 11 yaşına kadar Anna'nın vücudu üzerinde sürekli testler yapılmaktadır. O 11 yaşına bastığında Kate'te -sanırım- 15 yaşına gelmiştir ve artık böbreğe de ihtiyacı olacaktır. Ancak Anna sürpriz bir şekilde artık kendisinin de insan olduğunu hatırlatır ve ailesini uzman bir avukat olan Campbell Alexander'a (Alec Baldwin) danışarak dava eder. Fitzgerald ailesi kızlarının sorunuyla uğraşırken aynı anda yargıç De Salvo'nun da (Joan Cusack) önüne çıkıp hesap vermek zorunda kalır. Tabii bir de sorunlu oğulları Jesse Fitzgerald (Evan Ellingson) vardır.

The Notebook'un da yönetmeni olan Nick Cassavetes'ten bir dram filmi daha. Yönetmen Cassavetes bizlere çaresizliği, buna rağmen savaşmayı ancak bir şeye odaklandığınızda başka şeyleri nasıl kaybedebileceğinizi anlatmış. Filmde her bireyin zaman zaman psikolojik bunalımlara girdiğini görüyoruz. Ancak bir bölümden sonra konu direk Kate'in hayatına, özel hayatına bağlanıyor ve filmin başında herkesin ağzından dinlediğimiz küçük hikayeler, ortasından itibaren Kate'e bağlanıyor. Kate'in annesi Sara onu hayatta tutabilmek için elinden gelen herşeyi yaparken, başka bir kızı olduğunu zaman zaman unutabiliyor. Aynı şekilde bir sır olarak kalan hisler zaman zaman anlaşmazlığa yol açabiliyor ve bu da problem oluyor. Herşeye rağmen anın tadını çıkarmak denen olgu yok oluyor ve elde sıfır kalıyor. Yönetmen bunu bize hissettirmiş ve belki de en kötü zamanınızda bile anın tadını çıkarmalısınız dersi vermiş.

Öte yandan film sizi inanılmaz ağlatıyor. Yavaş ve sade ilerliyor ama en derinden vuruyor. Dublaj olmasına rağmen, gecenin bir saati nasıl filmin içine girdim, nasıl hüngür hüngür ağladım ben bilirim. Bu dublaj izlediğim filmde gelin bir de oyunculuklara değineyim. Komedi, romantik komedi, macera ve aşk filmlerinden tanıyacağımız Cameron Diaz sırıtmamış bu dram filminde diyebilirim. Hatta buradaki iyi oyunculuğu ona kariyerinin bu döneminde daha fazla bu tür filmlerde oynamanın kapısını açabilir. Kate'i oynayan Sofia tekdüze mimikleriyle birazcık yakışmamış gibi. Ama elinden gelenin en iyisini yapmış kesinlikle. Alec Baldwin'de o tipiyle nasıl yardımcı, iyi kalpli, sara hastası avukat rolünü oynamış anlamadım. Ha iyi oynamış olabilir ama ben o adamı gördüğüm an yaşlı bir playboy hayal ediyorum. Jason Patric yerine daha güçlü bir karakter olabilirdi ve ona daha çok süre verilebilirdi, böylece filmimizde daha izlenebilir olurdu ama şu haliyle bile böyle başarılıysa bana göre en büyük pay küçük kız kardeşi oynayan Abigail Breslin. Bu kızın ismini bir kenara yazın çünkü ileride büyük bir aktris olacak. Oynamamamış adeta yaşamış filmi Abigail. Nim's Island filminde de içtendi, burada da öyle. Gerçekten çok iyi.

Başarılı oyunculukları, ağlatma garantili konusu, sade hikayesi ile My Sister's Keeper izlenmesi gereken filmlerden. Özellikle aile dramlarından hoşlanıyorsanız bunu kaçırmamalısınız. Unutmadan, film Jodi Picoult'un aynı isimli kitabından uyarlanmış ve okuduğum bir kaç yorumda kitaptan çok saptıklarını, bazı önemli karakterleri es geçtiklerini duydum. Dolayısıyla şöyle bir uyarı geldi bir arkadaştan; eğer kitabı okuduysanız filmi izlemeyin, eğer filmi izlediyseniz kitabı okuyun, eğer filmi izlemeyip kitabı da okumadıysanız önce filmi izleyin, sonra kitabı okuyun. Ben 3. sınıfa dahilim, filmi izledim, şimdi de kitabı arıyorum. 7/10

Beercholic

Shutter Island [2010]

''Bu nasıl bir filmdi?'',''Abi bırak gitme boşuna zaten hiçbirşey anlamıyorsun...'' tarzında söyleyişler duyuyorsanız, bilin ki bu insanların filmlere yaklaşma açıları sizinkinden farklıdır ve siz gerçek bir sinema izleyicisisinizdir.Panik yapmayın boşuna çünkü nasolsa çoğumuz bu filmi %100 olarak anlayamayacağız.

Dennis Lehane'nin (daha önceleri gone baby, gone ve mystic river) kitabından uyarlanmış ve Scorsese'nin elinden çıkan bir film.Hemen başta belirtmem gerekiyor ki , The Silence of the Lambs filminden beri izlediğim en güzel psikolojik-Gerilim tarzı yapım buydu. 138 dakika boyunca sizi esir alacak bir film hakkında konuşmaya artık hazırız. Daniels ve Chuck, Shutter Island denilern bir adaya gider. Mahkumlardan biri kaybolmuştur ve amaçları bu olayı çözmektir. Tabi adada başlarına geleceklerden haberleri yoktur.Olaylar çok karışık bir sırada birbirini izler ve ortalık bir güzel karışır.Bizede ancak böyle bir filmi izlemek kalır!

Filmi analiz ederek buraya dökmek gerçekten çok zor ve imkansız.Çok basit bir açıdan bakmak istersek, tam olarak anlamadığınız bir filmi nasıl anlayacaksınız ki? Ama bazı noktalara dikkat çekmek gerekiyor mesela;

Filmin başlarında adaya girerken Leo ve ortağından silahlarını çıkartması isteniyor.Bu sahnede dikkatlice görüyoruz ki, Ruffalo silahını çıkartırken baya bir zorlanıyor ama silahlar aynı.İlerleyen sahnelerde bir bakıyoruz ki leo'nun silahı sahteymiş.Mesela buradan anlıyoruz ki Kingsley, Leo'nun silahı hakkında yalan söylüyor.

Bunun dışında asıl hikaye parçasını oluşturan kızın ayakkabısız olarak kaçtığı söyleniyor.O halde neden leo sabah mağrada uyandıgı sırada kızın ayağında ayakkabılar var?

Bunun dışında tam olarak hatırlamadığım ama anımsadığım sahnelerden birtanesi, çocukların yemek masasında polis gelmeden önce bir yemek gibi beklendiğinden bahsediliyor ama polis geldiğinde cocuklar yemek masasında değillerken resimlerini leo'ya gösteriyor? Ne iş? Kim onları oraya koydu yada resimler ne zaman çekildi?

Daha birçok simgesel ve olaysal olarak gizemin barındığı filmi izlemeniz gerekiyor.Sadece içinde neler barındırdığını ve kendi adıma çözemediğim birtakım olayları burada paylaşmak istedim sadece.Bunların dışında biraz filmin genelinden bahsetmek ve daha sonra final paragrafına çekmek istiyorum.

Film daha başlarken sizi esir alacağını belli ediyor.Shutter Island'a ilk yanaşma anında ne kadar kasvetli bir ada yaratmışlar.İlk girişte '' Welcome to Shutter Island'' diyen gardiyan görevlisiyle bütün hikaye başlıyor.Kamera efektleri ve ışık inanılmaz ayarlanmış.Bazı sahnelerde sanki sizde o an oradaymışçasına heycanlanıyorsunuz ve bu duyguyu yaşıyorsunuz.E tabi durum böyle oluncada film sizi esir alıyor.Kabul etmek gerekiyor ki yer yer dialoglar biraz fazla uzatılmış ve konu bazı bölümlerde durağan bir şekilde ilerliyor.Buralarda biraz sıkılıyorsunuz ama filmin sonunu tahmin edemediğinizden ve olay sırasında birçok ipucu yakalamaya çalıştığınızdan fazla hissedilmiyor.Filmin müzikleri ise diğer bir dikkate değer unsur olmuş..

Di Caprio'yu çok beğendim filmde.İlk önce inanamadım acaba gerçekten bu izlediğim oyuncu Di Caprio mu diye ama daha sonralarında idrak edebildim.Kendini role iyi kaptırmış ve bize o anki hislerini çok iyi yansıtmayı başarmış.Oscar seviyesinde bir performanstan bahsediyorum burada.Mimiklerini çok iyi kullanarak sizide o anki hissiyatsız yada korkutucu anı yaşatmayı başarıyor.

İşte geldik en karışık bölüme, biraz aklınızı karıştırmak istiyorum.Kendimce film hakkında 2 tane teori yazdım.Acaba gerçekler neler olabilir diye?

1.Teddy 2 yıldır gerçekten bu adada ve gerçekten kendi karısını öldürdü.Evet buraya kadar güzel, devam edelim tedavi olmaya çalışıyor.Partneri gerçekten onun doktoru olduğunu düşünelim.Ama şöyle bir durum var bence, öyle bir mental tedavi uyguluyorlar ki, kendisine asla bu adadan bir daha geri dönemeyeceği hissiyatine kapılıyor.Şöyle biraz daha açalım bunu, uygulanan tedavi tamamen beyniyle alakalı.Verdikleri ilaçlar, efendim tedavi şekilleri sayesinde onu bu adadan ayrılamayacağına inandırarak tedavi etmeye çalışıyorlar.

2.Teddy gerçekten bu adaya partneriyle beraber geldi ve partneri gerçekten bu adada daha önceden çalışıyordu.Sadece gerçek hayatta kendisine eşlik ediyordu.Mağarada gördüğü hatunnun ona söylediklerinden yola çıkarak, bu adadakiler, daha önceden insanlar hakkında herşeyi biliyorlardı.İşte daha sonra aldığı haplar, kahve, sigaralara hepsine birtakım kimyasallar koyarak onları bir deneye tabi tutuyorlar.İşte filmin sonunda gene Chuck ile karşılaşmasında birşey anlaşılıyor ki beyni %100 olarak bu deneye tabi tutulamamış ve bu adadan ayrılamayacağını gene kafaya koymuş.

Benim düşüncelerim başta bunlardı ama daha sonra anlıyorsunuz ki filmin bu tarz 2 teoriyle alakası yok..Tek kelimeyle mükemmel yapılmış ve kurgulanmış bir film izledim ve gerçek ile sanal arasındaki bağlantıyı kurmaya bu denli uğraştım.Mutlaka izlenmesi gereken bir film.İzledikten sonra, insanlarla tartışmaya çalıştığım zaman herkezin söylediği şeyler genelde bir payda altında toplandı.''Sonu olmamış'' İyide filmin sonu yok ki zaten, tamamen seyircinin zekasına yada daha çok yorumuna bırakılmış desek doğru olur.Filmde geçen objeleri, ipuçlarını toplayarak parçaları kendin birleştirip bir son ayarliycaksın.Aranan özellik benim için bir filmde budur.Size buraya 5 sayfa boyunca sonu daha baştan belli olan filmleri yazarım ama kitap misali olmalı biraz.İzlerken filmin içinde kaybolman da gerekiyor aynı zamanda sonunuda olağandışılık ögesini bolcana eklediğin zaman ortaya böyle bir film çıkıyor, başarılı...Notum 10/8.3

UnjustLucifer

17.03.2010

Nine [2009]

Ben 20 yaşında, üniversite öğrencisi, hafta içindeki günlerin ortalama olarak ilk 4-5 saatini bilgisayara, sonraki 8-9 saatini uykuya, sonraki 6-7 saatini okula ve kalan son saatlerini yine bilgisayara adamış birisiyim. Hafta sonu ise genellikle gezerek, tozarak, içerek ve maç izleyerek geçer benim açımdan. Para kazanmıyorum, çalışmıyorum. En çok yazarken yoruluyorum ama buna rağmen o kadar bıkıyorum ki çoğu zaman hayattan, o kadar sıkılıyorum ki, her şey o kadar çok üstüme üstüme geliyor ki anlatamam. Gerçi yaşamayan yoktur, insanın beyninin içinde filler çiftleşiyor gibi hissedersiniz çoğu zaman, kötü olaylar oldu mu üst üste olur, bunaltır sizi. Öyle işte, bu en tembel insana bile olur. Hayattan pek bir beklentisi kalmamış, en rahat, en yayvan insana bile olur.

Nereye mi getireceğim? Nine filminin asıl konusu bir yönetmeni canlandıran Guido Contini'nin (Daniel Day-Lewis) kaşarlık yıllarından bir kesit. Guido biraz orta yaş krizi, biraz hayatındaki fazlalıklar, sorunlar dolayısıyla eski yaratıcılığını kaybetmiş gibidir. Piyasaya muhteşem filmlerle girip şöhret yapsa da, şöhret olduktan sonraki bir kaç filmi fiyasko olarak adlandırılır ve en sonunda çekilmesi planlanan "Italia" adlı yeni filminin senaryosunu bile yazamayacak duruma gelmiştir. Şüphesiz bunun en büyük sebebi de kafasını büyük ölçüde karıştıran hayatındaki kadınlardır. Guido, bu filmle uğraşırken aynı zamanda karısı Luisa (Marion Cotillard), metresi Carla (Penelope Cruz), ilham perisi Claudia (Nicole Kidman), çocukluğundaki fahişe Saraghina (Stacey 'Fergie' Ferguson), Amerika'lı gazeteci Stephanie (Kate Hudson), yapımcısı ve tasarımcısı Lilli (Judi Dench) ve annesini (Sophia Lauren) dengede tutmaya çalışmak zorundadır.

Federico Fellini'nin ünlü 8½ filmi önce Broadway'de bir müzikal olarak gösterildi. Chicago filminden hatırladığımız Rob Marshall ise bunu Hollywood'a uyarladı ve ortaya böyle bir film çıktı. Kadro mükemmel, yani hakikaten mükemmel. 6 dalda Oscar ödüllü Chicago kadrosundan daha iyi bir kadro ama bu kadar yıldıza eşit süre tanımak, yer açmak zor. Filmin en çok eleştirebileceğimiz noktalarından biri bu yer mevzusu ve gereksiz sahneler. Şöyle bir bakınca Kate Hudson'ın ne işi var diyebiliyorsunuz gerçekten. Mevzuyla yakından uzaktan alakası yok, hem hikayesinin hemde müzikal performansının elle tutulur bir yanı yok. Sanki Rob Marshall bu filmi aklında tasarladıktan sonra onu aramış ancak zaman içinde ihtiyacı olmadığını anlamasına rağmen ona söz vermiş ve yer açmak zorunda kalmış gibi. Ayrıca müzikal türü bir film olduğu için şarkılarla ve koreografi ile anılması gereken bu filmde bir kaç parça haricinde diğer müzikler zayıf kalmış gibi ama koreografilerin hepsi iyi, geçer not aldı.

Filmde hiç güzel bir şey yok gibi girdik dan dun, olmaz olur mu? Kadro güzelliklerle dolu bir kere, Kate Hudson ve Fergie biraz şişmiş onun haricinde Nicole ve Marion ağızları açık bırakan güzellikleriyle karşımızdalar. Penelope yürek hoplatacak cinsten ve bu 5 ismin yanında Judi Dench ile Sophia Lauren tatlı öncesi ana yemek gibi gitmiş. Olumlu anlamda. Yine de filmi beraber izlediğim arkadaşıma "En güzeli hangisi?" diye sorduğumda onun da benimle hemfikir olduğunu anladım: Marion Cotillard! Ve bu güzellikler inanılmaz bir karizmayla, Daniel Day-Lewis ile birleşmiş. Lewis hem İtalyan aksanıyla İngilizce konuşma işini iyi becermiş hem de üzerinde büyük baskı olan, aynı anda binlerce dertle boğuşan ve bunlardan sıyrılmaya çalışan, çaresiz yönetmen rolünü hakkını vererek oynamış. Arkadaşım filmden sonra "Lewis'in yerini doldursa doldursa Benicio Del Toro doldururdu bu filmde." dedi, biraz düşündükten sonra hak vermedim değil. Müziklerden de Fergie'nin söylediği "Be Italian" ve Marion'un filmin sonunda söylediği "Take it all" enfes. Zaten "Take it All" en iyi orijinal müzik dalında Oscar'a aday oldu. Penelope Cruz'un müzikal performansı ise kızlara ilgi duyan kişilere 5 dakikalık bir zevk yaşatıyor. Allah'ım o nasıl bir seksapalitedir! Enfesti hakikaten, onun yanında rolünde de çok iyiydi ve o da bu filmden Oscar'a aday olarak çıkanlardan, en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında.

İyi ve sıkı bir müzikal film izleyicisi değilim ama herşeye rağmen Moulin Rouge ve Chicago'nun açtığı kapıdan iyi bir şekilde girip bu güzel filmleri devam ettiriyor Nine. Bize de keyifle izleyip olabildiğince maksimum eğlenmek düşüyor. Son olarak kostümlere ve makyajlara ayrı bir alkış. 7/10

Beercholic

An Education [2009]

Meşhur Nick Hornby'nin yazarlığını Lynn Barber ile paylaştığı, Oscar'da da en iyi yabancı film dalında aday olan An Education filmi kendi içinde çelişik ve birçok soruyu akıllarda bırakarak biten bir filmimiz.

Şöyleki, çalışkan lise öğrencisi bir kızımız var. bu kızımız bir kız lisesinde okumakta, ailenin de tek çocuğu. Ve başta babası olmak üzere kızlarının hayat ile ilgili planlarını tamamen Oxford üniversitesine girmesi üzerine kurmuşlar. Ve fakat günün birinde kızımız orta yaşlı bir adamla tanışır, ki adam çok cazibeli ve karşısındaki herkesi, hemen her konu hakkında ikna etme kabiliyetine sahip. Adamımız kızımızdan pek hoşlanır tabi ve onunla vakit geçirmeye başlar ve olaylar gelişir.

Film 1960'lı yıllarda İngiltere'de geçiyor. O dönemin atmosferini yansıtması açısından oldukça başarılı bir film.Oyunculuklar da bir o kadar iyi. Replik olarak da çok problemli bir film değil. Hatta bazı bazı cinsiyet ayrımcılığı, kadınların eğitimli olmalarının kendi hayatları üzerinde yaratabileceği kısıtlı etki gibi konulardan bile bahsediyorlar. Ama şimdi buradan söyleyemeyeceğim zira spoiler olacak ama filmin en büyük problemi bence, kadının eğitim ile olan ilişkisini salt iyi evlilik ihtimalinin daha güçlü olması üzerine kurmasıdır.O dönem İngiltere'yi merak edenler için seyirlik bir film hatta kısmen Fransa'yı da görüyoruz, güzel Birkaç şarkı inliyoruz, iyi oyunculuklar izliyoruz. Ama filmin sonunda kafamızda büyük bir soruyla başbaşa kalıyoruz.

Şu kadarını söyleyeyim, filmde kıza çizilen portrenin aynısı, bugün Türkiye'de büyük şehirlerde en alt sınıfa tabi şekilde yaşayan insanlar arasında mevcut. Oscar'a neden aday olduğunu tartışmıyorum zira akademi propangandayı ve sinemanın ekonomik tarafını pohpohlamayı pek sever. Dolayısıyla bu film de akademinin ekonomik kaygılarla şişirdiği filmlerden biri olarak tarihin tozlu sayfalarında yerini alacaktır.

High Fidelity ve About a Boy'dan sonra Nick Hornby'e pek uymadı bu film zanlımca.

Sinem

Başka Dilde Aşk [2009]

Film sinemalara geleli ve sanırsam gideli baya bir zaman geçmiş.Ankarada, ancak Metropol sinemasında bulabildim.Gidip izlemek iyi bir fikir gibi geldi.Çok met ettiler, bende film hakkında hiçbirşey bilmeden filme gitmeyi tercih ettim.

Grafik tasarım mezunu bir genç kütüphanede çalışıyor.Kendisi sağır.Günlerden birinde bir arkadaş partisinde bir kızla tanışıyor ve gece yatakta bitiyor.Daha sonra kızın ve oğlanın hayatı değişiyor ve birbirlerine aşık oluyorlar.Tam anlamıyla başka dilde bir aşk yaşıyorlar.

Son yıllarda izlediğim en iyi ve özgü filmdi.Neresinden başlayalım? Güzel bir olay örgüsü vermişler, sahne sahne bahsetmek istemiyorum ama dikkat çeken yerler vardı.Mesela biriyle tanışıyorsun bir barda ama hiç bir şekilde senle konusmuyor. Hadi bunu bir olasılık olarak sayalım.Ama eve gidene kadar sen tek kelime etmedin, eve girdin, yatağa girdin ve ancak iş bittikten sonra sağır oldugunu anlıyorsun.EVet biraz fazla olasılık varmış gibi geliyor insana ama hikayemiz böyle başlıyor.

Cocuk aynı zamanda kürekçi.Filmde kürekle alakalı bazı sahneler var ama nasıl desem çok ilginç geldi.Filmin sonunda çok önemli bir yarış olması gerekiyor ama o sahneyi baya bir kısa kesmişler.Biraz daha bahsedilebilirdi, film zaten süre olarak yeterince kısa sürede bitirilmiş..

Filmin teması engelli çocugun dramı ve başka dilde yaşanan aşk.Ama neden kızın çalıştığı sendika davasını bu kadar ortaya çıkartmışlar.Filmde 3-4 tane belirgin konu var.Mesela tam evlenmek üzereyken bir gece sokakta sevgilisi bıçaklanan timuçin var.Bunun dışında aşk yaşayan kızın erkek arkadaşı var.Bunun dışında kızın sendika davası var.Filmde belli bir tema var ama gereksiz eklemeler yapmışlar.Eylem sahnesi biraz fazla uzamış ve hani asıl konunun işlenmesi gereken yerde biraz ilginç durmuş, konuyu dağıtmış.

Gerçekten sağır olarak bir aşk yaşamayı süper olarak anlatmışlar.Başlarda söylemiştim ama bu tarz bir film daha önce yapılmamıştı sanırım.süper bir denemenin başarıya ulaşması olarak filmi özetleyebiliriz.O kadar güzel anlatmışlar ki, gerçekten insan bir ara kendisini o sahnelere koymak istiyor.Acaba ben konusamasam yada sevgilim konusamasa acaba nasıl ilişkiyi yürütebilirdik diye.

Filmin büyüsünü daha fazla bozmadan hemen Mert Fırat'dan bahsetmek istiyorum.Aynı şekilde son yıllarda gördüğüm eşsiz bir oyunculuk performansı.Şöyle aklıma gelen ilk rol Pacino'nun körü oynadığı filmi.Evet karşılaştırma yapmak istemiyorum tabiki, ama Mert'in oyunculuk performansıda en az Pacino kadar seyirciyi tatmin edicek seviyedeydi.

Filmin sonu aynı şekilde tatmin edici olmuş.Herkese tavsiye ediyorum, dvd si yakında internete düşür.Mutlaka indirip izlenmesi gereken bir film.1 saat 38 dakika böyle bir film için az kalmış denebilir.İzlerken bir korkumda Issız Adam gibi bir son yapacaklarıydı.Ama bunu denememişler bile.Tabiki biraz hüzünlü son herzaman iyidir bu tarz bir film için ama en azından konu içinde kalmışlar.Notum 10/8 olacaktır.Özgü bir senaryo, süper oyunculuk performansı, anlatılmak istenen dramın anlatılış biçimi...

UnjustLucifer

16.03.2010

Aylık Tıklanma #8


Mart ayı neredeyse bitecek ama ben bunu ancak koyabiliyorum.Bunun yanına eklemek istediğim bazı şeyler var...

Daha önce hayatım boyunca kalmadığım bir ders ve okul karmaşası içindeyim. Fazlasıyla farkındayım ki blog su aralar rüzgarı arkasına almış bir şekilde devam ediyor.Arada yazan yazar arkadaşlarımız da olmasa tamamen ölü bir kasabayı andıracak olmasından korkuyorum.

Neyseki arada birşeyler yazanlar var.Bu süre içinde, ne yazık ki hiç film izleyemiyorum ve doğal olarak herhangi birşeyler yazamıyorum.Bu durum umarım geçici olur ve umarım arada biraz boşluk bulabilirim.

Bizi takip etmeye devam edin.

15.03.2010

Invictus [2009]

Irkçılık temalı bir Afrika filmi olacaktı ve ben bu filmi izlemeyecektim? Bu filmde birde ragbi ön planda olacaktı ve ben bu filmi sinemada izleme fırsatını tepecektim? Tepmedim tabii, yurdum insanı Recep İvedik 3 ile fazla haşır neşir olunca bu filme gelecek potansiyel arkadaş bulamadım. Bende en iyi bildiğim işi yaparak bir kez daha sinemaya yalnız gittim, yalnız bu sefer ilk defa koca salonda filmi yalnız izledim. Yani tek başıma sinemaya gitmek hobimdir ama hiç salonda bir tek ben olmamıştım, bu da oldu. Gerçi bir kız, bir de erkekten oluşan bir çift de benimle beraber girdiler hatta ben onları rahatsız etmemek için biraz önlerine oturdum ama filmin 20. dakikalarında falan çocuğa telefon geldi, bağıra bağıra konuştuktan sonra bir yere çağrıldıklarını anladım. Doğru tahmin, apar topar kalkıp gittiler, ben de evimdeymişim gibi yayıla yayıla izledim.

Nelson Mandela (Morgan Freeman) 1990'da Robben Adası'ndaki hapishaneden serbest bırakılır. 1994'te seçimlere girer ve Güney Afrika'daki siyahi ırkın oylarını alarak başa gelir. Bu, ülkeyi uzun yıllar beyazların yönetmesinden sonra siyahların zaferi olarak görülür. Herkes Mandela'nın beyazları ezeceğini düşünürken onun kafasındaysa kardeşlik planları vardır. Robben Adası'nda beyazlar tarafından her gün işkencelere maruz kalmasına rağmen onlarla yapmak istediği kardeşlik.

Önce işe kendine en yakın yerden başlar. Siyahi korumalarının yanına beyaz korumalar da tutar. Böylece halka ne düşündüğünün mesajını verir az da olsa. Ancak bu fikrini sağlamlaştırması ve tüm ülkeyi bir araya getirmesi için daha büyük bir şeye, daha büyük bir mesaja ihtiyacı vardır. 1995 Dünya Ragbi Şampiyonası! Spor insanlara herşeyi unutturur. Spor, dostluk ve barışı simgeler. Güney Afrika'da ragbi beyazların oyunudur. Buna karşın siyahlar futbol oynar daha çok. Ragbi takımının adı Springbok'tur. Mandela başa geçmeden önce yıllarca siyahiler tarafından reddedilmiş bir takımdır bu. Takımda sürekli beyaz oyuncular çoğunluktadır ve ülkedeki beyazlar bu takımı desteklerken, siyahlar her maç Springbok kimle karşılaşırsa onu desteklemiştir. Buna çocukluğundaki Mandela'da dahil. Mandela başa geçtikten sonra siyahi yönetim kurulu kendi arasında bir oylama yapar ve Springbok'un isminin, renginin, armasının vs. değişmesini ister. Ancak Mandela'nın amacı ülkenin rengini siyaha boyamak değil, siyah-beyaz karışımını sağlamaktır. Böyle bir şeye izin vermeyeceğini belirtir ve Ragbi takımına destek olur. Ragbi kaptanı François Pienaar (Matt Damon) ile bir konuşma yapar ve takımın arkasında olduğu mesajını verir.

Konudan biraz fazlaca bahsettim ve spoiler içerikli şeylerde olabilir lakin film sürprizlerle dolu öyle aman aman bir film değil. Bir belgesel tadında izliyorsunuz filmi. Yönetmen Clint Eastwood 'Million Dollar Baby' deki gibi bir kahramanlık hikayesi daha çıkarmış ortaya. O filmi Oscar almasaydı muhtemelen bu filmi alırdı zira bu filmde ondan eksik bir nokta hemen hemen yok. Sinematografi mükemmel, bir kaç hatalı ragbi sahnesi dışında maçın olduğu sahneler, yakın çekimler enfes. Seyircilerin sürekli kendisini tekrarlaması basit gibi görünen ama göze batan bir hata. Bir kaç sahnede çok gereksiz, konunun dışında, konseptle alakası olmayan sahnelerin fazlalığı can sıkıcı olmuş. Film bu kadar uzun olmayabilirdi yani.

Öte yandan iki başrol karakteri mükemmel oynamış. Morgan Freeman mı, Nelson Mandela mı anlamadık zira Mandela yaşasaydı ve kendisini oynasaydı muhtemelen daha gerçekçi olmazdı. Morgan Freeman bu rolüyle en iyi erkek oyuncu ödülüne aday oldu Akademi'de ancak Jeff Bridges'a kaptırdı ödülü. Keza Matt Damon'da en iyi oyununu çıkarmış olabilir kariyerindeki. O da en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülüne aday oldu ama o da ödülü, favori Christopher Waltz'a kaptırdı. Rollerini iyi oynamalarındaki en büyük faktörde oynadıkları kişilere benzemeleri. Morgan baba Mandela'ya zaten benziyor ve iyi bir makyajla bire bir kopyası yakalanmış. Matt Damon, Pienaar'a tam olarak benzemiyor ama vücudu, yüz ifadesi tam bir ragbici çevikliği taşıyor.

Ragbiden bahsedelim biraz. Ben iyi bir ragbi takipçisi değilim ama 8-9 full maç izlemişimdir. Gerçi bu beni Türkiye standartlarında iyi bir ragbi takipçisi yapabilir. Ki ön çapraz bağ sakatlığım olmasa hayallerimden biri Kadıköy Rugby Kulübü'nde oynamaktı, irtibata da geçmiştim. Filmde 95 Dünya Kupası'na tümüyle sadık kalınmış. Bütün skorlar bire bir işlenmiş ve geniş ayrıntılı olarak gösterilen final maçı da bire bir. Sayıların oluş biçimi dahil bire bir. Spoiler olur mu olmaz mı bilemiyorum, normalde olur ama bana sorarsanız olmaz, final maçının gerçek sahnelerini şuradan izleyebilirsiniz. Bir ragbiseverin kaçırmaması gereken, ragbiyle alakası olmayanların da izleyip bu sporu sevmesini sağlayabilecek bir film.

Son olarak Afrika, Irkçılık, Ragbi konseptli bu filmden umduğumu bulduğumu, hatta umduğumdan daha fazlasını bulduğumu söyleyebilirim. William Ernest Henley'nin aynı isimli şiiri de filmde önem taşıyor. Özellikle "I am the master of my fate, I am the captain of my soul" diye geçen son iki dize, filmin bir nevi küçük özeti. "Ragbi centilmenler tarafından oynanan bir holigan sporu iken futbol holiganlar tarafından oynanan bir centilmen sporudur." klişe genellemesi bu filmde de geçiyor. 8/10

Beercholic

8.03.2010

2010 Oscar Ödülleri Tahminleri

Hazır oscar yaklaşırken bende her sene şaşırmaya devam ederken bu senede bir tahmin yapalım.. %80 ine yakın bir kısmını izlediğim filmler arasından yapılan seçimlerim ağırlıklı olmak şartıyla ben ödülleri bu şekilde dağıtırım;









BEST SUPPORTING ACTOR
Christoph Waltz "Inglourious Basterds"

BEST SUPPORTING ACTRESS
WINNER: Mo'Nique "Precious: Based on the Novel Push by Sapphire"

BEST VISUAL EFFECTS
WINNER: Joe Letteri, Stephen Rosenbaum, Richard Baneham & Andy Jones "Avatar"

BEST ACTOR
WINNER: Morgan Freeman ''Invictus'' ama büyük olasılıkla Jeff Bridges "Crazy Heart"

BEST ANIMATED FEATURE
WINNER: "Up"

BEST DIRECTOR
WINNER: Kathryn Bigelow "The Hurt Locker" ama James Cameron alırsa şaşırmam.

BEST DOCUMENTARY FEATURE
WINNER: "The Cove"

BEST ADAPTED SCREENPLAY
WINNER: Jason Reitman & Sheldon Turner "Up In The Air"

BEST ORIGINAL SONG
WINNER: The Weary Kind "Crazy Heart" ama Nine filminden ''Take It All'' isimli şarkıyıda dinlemek gerek

BEST ORIGINAL SCORE
WINNER: Michael Giacchino "Up"

BEST ART DIRECTION
WINNER: Rick Carter, Robert Stromberg & Kim Sinclair "Avatar"

BEST EDITING
WINNER: Bob Murawski & Chris Innis "The Hurt Locker"

BEST COSTUME DESIGN
WINNER: Sandy Powell "The Young Victoria" alır gibi gözüksede Nine'a birşeyler çıkabilir

BEST ORIGINAL SCREENPLAY
WINNER: Quentin Tarantino "Inglourious Basterds". Ama Hurt Locker gerçeğinide unutmayalım

BEST MAKEUP
-WINNER: Barney Burman, Mindy Hall & Joel Harlow "Star Trek"

BEST CINEMATOGRAPHY
WINNER: Christian Berger "The White Ribbon" acaba Avatar?

BEST SOUND
WINNER: Paul N.J. Ottosson & Ray Beckett "The Hurt Locker"

BEST SOUND EDITING
WINNER: Christopher Boyes & Gwendolyn Yates Whittle "Avatar"

BEST FOREIGN FILM
????

BEST ACTRESS
WINNER: Sandra Bullock ''The Blind Side'' ama Merly Streep ''Julie and Julia''

BEST PICTURE
WINNER: "The Hurt Locker"

4.03.2010

Invictus [2009]

Morgan Freeman'ın da, Matt Damon'un da, Clint Eastwood'un da kariyerlerindeki en üst nokta yakıştırmasını yapabileceğimiz filmde Nelson Mandela'nın hapisten çıkıp da ülkesinin başına geçtikten sonra yaptığı "insani strateji"nin ürünü olan Güney Afrika Rugby Takımı Springbok'un yakaladığı olağanüstü başarı anlatılıyor...

Siyahilerin, yıllar boyunca onları ezen beyazlardan intikam alma duygusunu törpüleyen bir devlet başkanı olarak tüm ülkenin birbirini kucaklamasını sağlayan Mandela, bunu gayet şık ve ilgi çekici bir stratejiyle yapıyor; ülkenin vasat rugby takımına enerji ve moral doping ederek...

Springbok, karşısında kim oynarsa siyahların onu desteklediği bir "beyaz" takım. İçlerindeki tek siyahi ise Chester... Mandela bunu umursamadan göreve gelir gelmez hazırlık maçına gidip ona oy vermemiş olan tüm takımın elini sıkıyor seremonide... Sonra takımın kaptanı Francois Pienaar (Matt Damon) ile görüşüyor ve ülkede düzenlenecek olan Dünya Kupası için görüş alışverişinde bulunuyor...

Anlatılan tek şey, rugby değil... Mandela'nın da dediği gibi; "Rugby sadece insani bir hamle" Filmde bir ulusun sıfırdan yaratılması ve içindeki ırkçı çimentonun kırılması anlatılıyor ve bu gerçekten başarılı bir şekilde yapılıyor... Öyle ki, Mandela'nın kendisi bile kendi rolünü Morgan Freeman kadar ustaca oynayamazdı... Çekim ise mükemmel özellikle final maçındaki görüntüler takdire şayan...

Hayatımda izlediğim en etkileyici ve en görkemli en dokunaklı filmlerden biriydi... Sadece insanın içini ısıtmakla kalmayıp güzel bir hikaye sunan film için usta Eastwood'a gerçekten büyük bir teşekkür borçlu sinema dünyası...

Son olarak filme de çıkış noktası yaratan dizeleri yazalım:

"Ruhumun kaptanı benim/ Kaderimin efendisi benim"

brokoli

3.03.2010

Nine [2009]

Yaratıcı bir senarist olan Guido, tıkanmıştır. Kelimenin tam manasıyla çökme noktasına gelen ancak yeni filmi için gerek basınca gerekse menajeri tarafından sıkıştırılan Guido çareyi kaçmakta bulur...

Bir spaya gidip dinlenmeye başlayan Guido, hastalandığına kanaat getirir... Şimdi hem hastalığıyla, hem karısı da dahil çevresindeki kadınlarla hem de yazmak zorunda olduğu bir senaryoyla uğraşması gerekmektedir...

Film bir müzikal neyi gerektiriyorsa her şeyi barındırıyor. Üstelik yetenekli ve "güzel" oyuncular da cabası... Öyle ya, bir tarafta Penelope Cruz, bir tarafta Nicole Kidman bir tarafta Fergie diğer yanda Marion Cotillard... Daha ne olsun...

Konular çok akıcı. Komedi ve drama unsurları çok güzel harmanlanmış. Oyuncular mükemmele yakın oynayınca ortaya da insanın içini kıpır kıpır eden bir dakika bile göz kırptırmadan izleten bir film çıkmış...

Şarkılara gelecek olursak; ben daha çok Cotillard'ın söylediği "My Husband Makes Movie" şarkısıyla, filmin de tema müziği olan "Be Italian"a bayıldım... Ama bütün şarkılar güzel ve dahası güzel söylenmişler... Tabii Cotillard'ın diğer şarkısı "Take It All"a da bir saygı duruşu şart gibi...

Başroldeki Danny-day Lewis ise tek kelimeyle "karizmatik". Sigara bir insana bu kadar mı yakışır? *Yasal uyarı: Sigarayı tasvip etmiyoruz :)*

brokoli

1.03.2010

The Wolfman [2010]

Öncelikle uzun süredir film izleyemiyordum bunu belirteyim. Gerek yoğunluktan, gerek çıkan ekstra işlerden, üniversiteden vs. gerekse de bu aralar gözlerimi dizilere kaptırdığımdan. En son izlediğim film Sherlock Holmes'tü hatırlarsanız. O da 19. yy İngiltere'sinde geçiyordu sanırım, The Wolfman'de öyle.

19. yüzyıl'ın sonlarına doğru, yanlış hatırlamıyorsam 1891 yılında, kasvetli bir Londra'da geçiyor konu. 1941 yılında çekilen orijinal The Wolfman senaryosuna sadık kalınmış. Lawrence Talbot (Benicio Del Toro), kardeşi Ben'in sevgilisi Gwen Coffine'in (Emily Blunt) kendisine yazdığı mektupla kardeşinin öldürüldüğünü öğreniyor ve babası Sir John Talbot'ın (Sir Anthony Hopkins) yanına, evine geri dönüyor. Lawrence, babası ve Ben'in kız arkadaşı, Ben'i öldürenin kim olduğunu bulmaya çalışıyorlar. Bunu yapanın bir yaratık olabileceğinden de şüphe ediliyor, aklı başında olmayan bir kaçık olabileceğinden de. Hatta o sıralarda Londra'da bulunan göçebe bir ırk olan çingenelere dahi atılıyor bu suç. Ancak dolunayın çıktığı gecelerden birinde bu cinayetin sahibinin kim olduğu belli oluyor.

Lawrence bu kurt adamın peşine düşerken ısırılıyor. Ölmüyor fakat bir süre sonra yaraları çok çabuk iyileşiyor, karakteri değişiyor. Ve yine dolunaylı gecelerin birinde, içindeki yaratık ortaya çıkarken, kendini hem cinayetler işlerken, hem sorunlu çocukluğunu sorgularken, hem de Gwen ile birlikte yasak bir aşk yaşarken buluyor. Dedektif Abberline (Hugo Weaving) ise bu olayın peşini bırakmayanlardan.

Jumanji'nin yönetmeni Joe Johnston'ın yönettiği bu filmde elbette bir çok artı var. Mesela bir düş sahnesi var yaklaşık 1.30-2 dakika süren, hakikaten bir yönetmenlik başarısı. Makyajlar mükemmel. 2010 teknolojisinden sonuna kadar yararlanılmış. Kadro muhteşem. Benicio Del Toro her zamanki gibi enfes oynamış ve kurtadam benliğine yakışmış. Yine o oynadıktan sonra başka kimseyi o role düşünemiyorsunuz. Yüz hatları falanda epey bir uygun yani. Sir Anthony Hopkins'e zaten laf yok. Emily Blunt'ta zarif İngiliz leydisi rolünü kotarmış bütün güzelliğiyle. Sadece Hugo Weaving'in ara ara yakışmadığı dakikalar olmuş ancak o da bir eksik sayılmaz. Kadro muhteşem yani anlayacağınız ama buna rağmen bir şeyler eksik sanki. Bir ruh eksik. 1941 yapımı film hiç ellenmese olurmuş diyesi geliyor insanın. 2010 yılında bu tip zayıf bir senaryo görmek insanı, hele de 1941 yılındaki efsaneyi izlememiş bir insanı sıkabiliyor.

Yine de türün meraklıları için, Old School korku filmlerinin meraklıları için ideal bir film. Filmde The Lord of the Rings serisine de bir gönderme var. Sürpriz olsun. Kadro müthiş, 1941 yapımına sadık kalınmasaymış, mesela bir Sherlock Holmes'teki gibi ufak tefek değişiklikler konulsaymış ve çok daha değişik, çok daha şaşırtıcı bir sonla bitseymiş daha iyi olabilirmiş. Yine de görsel efektler muhteşem, dönüşümler ve sondaki iki büyük kurt adamın kavgası enfes. 7/10

Beercholic