29.02.2012

Perfect Sense [2011]

Bildiğimiz üzere insanların bazı temel duyuları vardır. Tatma, koklama, görme, işitme… Bir salgın sonucunda ki kontrol altına alınamıyor -alınmasına da hiç gerek yok zaten- önce tatma duyunuzu kaybediyorsunuz. Hayattaki zevklerinizin bir kısmından mahrum kalıyorsunuz ve oluşan bu baskı sonucunda mutsuz oluyorsunuz. Depresyona giriyor ve çok alakasız tepkiler veriyorsunuz. Daha sonra tatma duygunuzu yitiriyorsunuz ve bu zevklerinizin bir kısmını daha sizden alıyor götürüyor. Artık sevdiğiniz şeyleri tadamıyor ve koklayamıyorsunuz. Sadece size güzel gözükenler güzel olarak değer kazanıyor ve sadece onlarla mutlu olmaya çalışıyorsunuz. ‘’Tatma’’ duygusunu kaybediyorsunuz, bir düşünsenize; o dakikadan sonra size her şey güzel geliyor ve ne görürseniz istiyorsunuz. İçinizdeki eksik olanı bir şekilde tamamlamak için etrafa saldırıyor, eksik olanı tamamlamak isterken çok sinirli biri oluyorsunuz. Kırıyor, döküyor, etrafınızdakilere ateş püskürüyorsunuz. Duyamamak? İletişimsizlik artıyor...

26.02.2012

Incendiary [2008]

Mutlu bir evliliğe sahip olduğunu düşündüğümüz aile, bomba imhacısı bir baba… Ev ortamından sıkılan annemiz hayatına bir değişiklik katmak için karşı kapı komşusuyla mercimeği fırına verir. Bundan çok büyük zevk alan ve hayatını tamamen değiştirdiğini düşünerek, günlerden birinde oğlunu ve kocasını Arsenal maçına yollar. Kendi evde, mercimeği bir kere daha fırına verirken stadyumda bomba patlar ve ortalık çok fena halde karışır. O andan sonra, hiç kimsenin hayatı normal olarak devam etmeyecektir.

Filmi beğenemedim bir türlü. Senaryosu ve konusu itibariyle baktığım zaman aslında gayet güzel gibi duruyor. Komple bahsetmek adına; filmin sonu da bir o kadar dokunaklı ve güzel ama o kadar ilginç düşüncelerim var ki film hakkında.
En büyük eksiklerinden biri duygu… Savaşı kötülüyorsunuz ve bir o kadar da lanet ediyorsunuz. Ama ev hanımı hatunumuzun yaptıklarına ne demeli? Film boyunca savaşı kötülüyor ve Usame’ye ( oraya da geleceğiz) dokundurmalar yapıyor. Elbette, bütün dünya katılıyor belki bu düşüncelere ya da destekleyenlerimizin sayısı hiç de az değildir ama senin yaptıkların o zaman ne oluyor? Pişmanlık duyacağımız şeyleri yapmamamız gerekiyor değil mi?

Müslümanları karalayan bir sürü film vardır, ben genelde bu tarzı izlemekten kaçınıyorum. Müslümanlıkla alakası falan yok, hani genel bir bakış açısından bir ırkı ya da bir dini karalayan ve onun üzerine gereğinden fazla dokundurma yapan filmleri çok hoş bulmuyorum. Bunun da onlardan biri olduğunun başta farkında olamadım ne yazık ki ve izlemiş bulundum. Hani gerçekten bunları izlemek hoş olmuyor.

Açık olarak filmi beğenmedim ve bir bütünlük olduğunu sanmıyorum. Dram vermeye çalışırken bir yandan da çok farklı sahneleri birleştirme, çocuğunun durumuna bu kadar üzülen bir annenin yaptıkları, ölümü konu alırken ve bunun ne kadar kötü bir şey olduğunu belirtmeye çalışırken yapılan gereksiz karalamalar. Oyuncu performanslarının çok iyi olduğu ve filmi bir yandan kurtardığını belirtirken bile derin düşüncelere dalıyorum.

Her ne kadar biraz dar bir açıdan baktığımı düşünsem de, elbette bunları biraz göz ardı edildikten sonra film gayet izlenebilir kaliteye geliyor. Son olarak ben beğenmedim, ama belki sizin için denemeye değer.

25.02.2012

50-50 [2011]

Herşey yoluna girecek…

Bu kadar salak-saçma bir söz daha duymadım hayatımda, nasıl her şey yoluna girebilir ki? İşler kötüye giderken karşıma geçip bu lafı biri derse gerçekten içimdeki şiddet patlamasına dur diyemem.

27 yaşındaki bir adama konulan kanser teşhisini konu alan ve onun hastalığı yenmek için girdiği mücadeleyi konu almış bir film. Öncelikle söylemem gerekiyor, bir konuyu ele alan ve filmi bu konuyu daha ayrıntılı işlemek üzere kurulu olan senaryoları çok severim. Bu da onlardan biri, hatta en iyilerinden biri diyebilirim. Konumuz kanser, henüz tam olarak çözümü olmayan, yıllardır birçok insanın hayatını kaybettiği ve kaybetmeye devam ettiği illet desem çok da yanlış olmaz.

O kadar gerçek ve o kadar iç içe olduğumuz bir hikayeyi konu alıyor ki ister istemez ben ya da benim de başıma gelse ile başlayan cümleleri daha filmin en başında kurmaya başlıyorsunuz. Hikayeyi ve karakterleri kafanızda yaşatıyor, türlü türlü çeşitlerini tekrar canlandırıyorsunuz. Hatta pozitif ve negatif yanlarına kadar bu canlandırma devam ediyor. Elbette filmin de buna kattıkları çok büyük. Adamın hayatındaki olumlu ve olumsuz değişimleri harika olarak konu etmişler. Gerektiği zaman olabilecek en kötü şeylerin de başa gelebileceği gibi, kansere yakalanmanın dünyanın en kötü şeyi olmayabileceğini de göstermek istemişler. Belki kanser en kötüsü olabilir ama en azından öyle olmadığını göstermeye çalışmışlar.

Spoiler olmayacağından( zaten adam kanser, biliyoruz), filmin özellikle son bölümünde imzalatılan kağıt filmin en can alıcı noktalarından biriydi. Hani baştan beri diyoruz ya kendimizi yerine koyalım diye, gerçekten o anda bir düşünmek istedim, öyle zor bir ameliyata giriyorsunuz ki, zaten çok nadir rastlanan bir kanser türüsünüz ve çıkamama olasılığınız çok yüksek. Hastanenin herhangi bir sorumluluk kabul etmeyeceğini ve organlarınızı bağışlayacağınıza dair bir kağıt, alt tarafı bir kağıt parçası olabilir ama aslında o kadar büyük anlam taşıyor ki, filmi izlerken bile.

Çok iç karartıcı şeylerden bahsettik belki ama güzel şeyler de yok değil. Film o kadar güzel bir denge de kurulmuş ki, kanser gibi illet bir durumu anlatırken bile olayın komik yönlerine değinmeyi başarmışlar. Lakin, bazı sahnelerinde öylesine duygulandım ki, ardından gelen sahnelerin komik olması sayesinde kahkahalarla güldüm. Seth Rogen filmin diğer (komedi) yüzünü götüren isim olmuş.

Mysterious Skin ve 2007 yapımı Lookout filmini izledikten sonra yazdığım bir yazıda J.G.Levitt’in ne kadar büyük bir oyuncu olacağı, gelecekte onu çok büyük projelerde göreceğimizi düşündüğümü söylemiştim. Geldiği nokta, yaptıkları ve şu filmdeki rolünü sadece keyifle izledim. Gelecekte çok daha büyük performanslar sergileyeceğini ve (çok da önemli ya!) Oscar yolunda ilerleyeceğini düşünmekteyim.

Mutlaka izlemeniz gereken filmlerden biri. 10/7.8 vererek sonlandırıyorum.

23.02.2012

The River Murders [2011]

Sex Machine ?

Cinayet dedektifi olan Jack, uzun yıllar sonunda aradığı aşkı bulmuş, onunla gayet mutludur. Zaman bu şekilde ilerlerken bir kadın cesedi bulunur ve bu kadının 12 yıl önce Jack’in yattığı kadın olması bütün şüpheleri onun üzerine çeker. Sanık durumuna geçen Jack meslekten açığa alınır. Bu zaman dilimi içinde eskiden ilişkisinin olduğu 3 kadının daha öldürülmesi üzerine birilerinin Jack’in geçmişini temizlediği kanısına varılır…

40 yaş 100 kadın? Wooww. Cidden sağlam yüzdeyle oynamış derdim eğer gerçek hayatta olsaydı. İşin şaka kısmını bir yana bırakalım, aşırı sıradan ve bir o kadar da ucuz gibi gözüken filmin aslında öyle olmadığına şahit oldum. R.Liotta artık son dönemlerinde iyice makara filmlerde oynamaya başlamıştı.

21.02.2012

The Son of No One [2011]

Filme hızlıca giriş yapacak olursak; küçüklüğünde mahalle arkadaşları hatta kapı komşusu olan Milk ve Vicky’nin hayatlarını anlatıyor film. Küçüklüklerinde kazayla işlediği cinayetlerden öldürülen polis babasının ortağının cinayetleri örtbas etmesiyle ceza almayan arkadaşların hikâyesini anlatıyor film.

Dram ağırlıklı olmak üzere birtakım değerlerin üzerine basmak ve bunları kendi çapında yargılamaya çalışmış filmimiz ve başarılı da olduğunu söyleyebilirim. Amerika’nın sosyal yapısı, aile yapısı, bireylerin yapısı mercekte esaslı bir incelemeye alınıyor.

20.02.2012

The List Series #5 ''Natalie Portman''

1. Thor (2011)


2. Your Highness (2011)


3. No Strings Attached (2011)


4. Black Swan (2010)


5. Hesher (2010)


6. Brothers (2009)


7. New York, I Love You (2009)


8. The Other Woman (2009)


9. The Other Boleyn Girl (2008)


10. Mr. Magorium's Wonder Emporium (2007)


11. My Blueberry Nights (2007)


12. Hotel Chevalier (2007)


13. Goya's Ghosts (2006)


14. Paris, I Love You (2006)



15. V for Vendetta (2005)



16. Free Zone (2005)



17. Star Wars: Episode III - Revenge of the Sith (2005)


18. Closer (2004)


19. Garden State (2004)


20. Cold Mountain (2003)


21. Star Wars: Episode II - Attack of the Clones (2002)


22. Where the Heart Is (2000)


23. Star Wars: Episode I - The Phantom Menace (1999)


24. Anywhere But Here (1999)


25. Mars Attacks! (1996)


26. Everyone Says I Love You (1996)


27. Heat (1995)

28. Léon: The Professional (1994)

29. Developing (1994)


19.02.2012

Devil's Double [2011]

Her şeyi parayla satın alabiliyor musun?

Bağdat; Saddam Hüseyin’in sadist oğlu Uday’ın kendi küçük krallığı olmuş. Çıkarlar için her türlü pis işin döndüğü bu şehirde elbette bazı şeylere karşı çıkmak imkânsızdır. Orduda subay olan Latif Yahia bir gün Saddam'ın sarayına çağrılır ve kendisine Uday'ın yerine geçmesi emredilir. Latif Yahia'nın karşısında iki seçenek vardır: ya Uday'ın fiziki iki olacaktır, ya da ailesini de kendisiyle birlikte ölüme götürecektir. İhanetin ve yolsuzluğun kol gezdiği, hiç kimseye güvenilmeyen bir dünyada, Latif hem hayatta kalma mücadelesi verecek hem de zorla içine itildiği bu görevden kurtulmaya çalışacaktır...

İran e Irak arasındaki savaş görüntüleriyle başlayan film daha sonra aksiyon filmi gibi değil, belgesel kıvamında devam ediyor. Zaten yaşanmış gerçek hikayenin sinema uyarlaması olarak önümüze gelen filmde, Uday’ın hastalıklı karakterini ve mantığa sığmayacak hayata hikayesini izleme şansımız oluyor. Uday karakteri üzerinde yoğunlaşırken aslında geride kalanların asla azımsanamayacak kadar dramatik olduğunun farkına varıyoruz. Ortada ciddi bir insanlık suçu var, ortada gerçekten insanlara çektirilen acı var. Ara ara ortaya serpiştirilmeye çalışılmış insan manzaraları akıllara durgunluk verecek cinsten. Acıyı, tatlıyı, dramı her açıdan yaşatmaya çalışmışlar ve çok başarılı olduklarını söyleyebilirim.

Aslında savaş filmi olmasını beklerken ki savaşın tam ortasından bahsediyoruz, daha çok hareketli ve şaşalı sahneler beklerken karakterin hayatına öylesine kanalize olmuş bir film çıkıyor ki karşımıza, tam anlamıyla şaheser. Sadece etrafına değil, aynı zamanda ‘’ etme bulma dünyası ‘’ dedikleri olaya çok güzel örnekler çıkıyor. Elbette başkalarının hayatlarını bu derecede küçümseyen ve istediği her şeyi bir yolla elde edebilenlerinde sıkıntıları çok büyük olacaktır ve her zaman olmuştur.

Senaryo ve anlatım o kadar akıcı ve net olarak anlatılmış ki, film bittiği zaman ‘’ aaa niye ‘’ gibilerinden tepkiler vermeniz çok doğal olarak karşılanabilir. Eksik ne vardı? Eksik olan şey müziklerdi. Yer yer dram, yer yer hafif aksiyon sahneleri ile donatılmış bu filmde bunları destekleyebilecek en önemli öğenin eksikliği beliriyor ama bir o kadar da göze batmıyor. Karakterler rollerini eksiksiz olarak yerine getirirken, son derece inandırıcı iş çıkarttığını söyleyebilirim.

Filmin rezalet ötesi afişini dikkate almayarak, çok yoğun tavsiyeler üzerine izlediğim bu filmden pişman olmadan ayrılıyorum. Mutlaka izlenmesi gereken bir film olduğunu da belirtmek isterim.

İyi Seyirler.

18.02.2012

Faces in the Crowd [2011]

Tatlı oyuncu… İyi senaryo… Sonuçsuz kalan çabalar.

Anna mutlu birlikteliği olan ve çocuklarla vakit geçirmeyi çok seven bir kadındır. Arkadaşlarıyla eğlendikten sonra eve dönerken, köprüde aşk dolu çiftin seviştiğini görür. Olaya gülüp geçerken bir anda kan aktığını ve daha sonra bir adamın ağladığına şahit olur. Hayatımızı kolaylaştıran teknoloji işte tam burada film dünyasına yardımcı oluyor ve Anna’nın telefonu çalıyor. Katilin fark etmesiyle ufak bir boğuşma yaşanıyor ve sonunda Anna köprüden aşağıya düşüyor. Sorun düşerken kafasını çok ters bir şekilde çarpması ve bunun sonucu olarak artık gördüğü suratları hatırlayamaması. Her baktığınızda karşınızda ki insan farklı bir suratla karşınıza çıksa ne hissederdiniz?

Şöyle bir düşününce fikir olarak çok iyi diyebileceğim bir film. Hafızasını kaybeden insanları yüzyıllarca izledik ve fenalık gelmişti. Çift cinsiyetliler, çift kişilikler ( Primal Fear’ı tek geçmek gerek) derken sonunda işin biraz daha ilginci karşımıza çıktı. Çıktı ama nasıl çıktı?

Eldeki malzeme gerçekten güzel, başlarda çok açık vermeden devam ediyor sandık ama ortalara doğru geldikçe film de sapıtmaya başlıyor. Film ilerledikçe gerçek katilin kim olduğunu saklama çabaları çok göze batıyor. Spoiler olacağı için burada ne yazık ki bahsedemeyeceğim ama akıl karışıklığı yaratmaya çalıştıkları karakterler o kadar keskin hatlarla yaratılmış ve o kadar mantık dışı kalıyor ki herhangi bir çaba içine girmeden direkt olarak eleyebiliyoruz zaten. Hatta ve hatta şöyle diyelim, farklı suratları tanıyor değil mi? Suratta bir özellik olması gerekiyor. O zaman sevgilisine bir bıyık bırakmasını söylemek bu kadar mı zor geliyor. Amaç bulmak asıl amacımız olsa eğer buraya 3-4 tane daha yazar gider, konuyu da burada kapatırım.

Amacımızın bu olmamasına rağmen zaten yukarıda yazdığım olay filmin kaderini direkt olarak değiştiriyor ve o dakikadan sonra karakter kıtlığı çeken filmde gerçek katili bulmak çok da zor olmuyor aslına bakarsanız. Uzatmaya gerek yok, güzel düşünülmüş, farklılık yaratılmaya çalışılmış ve bunda da kısmen başarılı olmuş film, sonunda ne yazık ki çöp olmaktan öteye gidemiyor. İzlerken hoşgörüyle izlemenizi tavsiye ediyorum lakin o durumda kendisini kurtarmaya yetiyor. Çekirdek – kola kombinasyonuyla beraber iyi gidebilecek filmlerden biri daha…

Milla Jovovic oynasın, ben izlerim diyenlerdenseniz, kaçırmamanızı öneririm. Ben de mi öyleyim, tam olarak bilemedim…

17.02.2012

The Artist [2011]

Şimdiye kadar izlediklerinizi unutun…

Klişeleşmiş bir laf vardır ya, reklamlarda bolca kullanıldığına şahit oluruz, işte tam onlardan biri. Mükemmel mi? Hayır değil. İnanılmaz mı? O da değil.

1920’lerin sonu, sinemada henüz ses yok. O zamanların en ünlü artistlerinden birinin hikâyesini konu alıyor film. Her şey harika olarak ilerlerken çok ilginç bir tanışma öyküsü ve Perry’nin şöhret basamaklarını bir bir tırmanmasına şahit oluyoruz öncelikle. Beraber filmlerde oynamaya başlıyorlar her şey gayet güzel olarak ilerlerken, bir sabah ansızın bütün sinema tarihini değiştirecek bir yenilik geliyor. Artık filmlerde ses olacaktır. Artistimiz, sesli sinemaya tamamen karşı ve böyle bir oluşumda asla olmayacağını belirterek, sesli sinema karşısında kendi oynadığı ve yönettiği sessiz filmlerle karşı durmaya çalışıyor.

İnançlarım ve yapım gereği biraz fazla yenilikçiyimdir. Elbette bazı şeylerin eskisinin daha fonksiyonel ve kullanışlı olduğuna inansam ve bu inadımdan vazgeçmesem de yenilik güzeldir. Siyah beyaz filmleri oldum olası izlemekten zevk almam. Hoşlanılacak tarafları yok değildir kabul ediyorum ama kişisel tercihler biraz daha ön plana çıkıyor. Hele bir de ses yoksa? Sinemaya girdiğim anda böyle bir durumla karşılaşacağımı biliyordum lakin konu eğer sesli-sessiz sinemadan bahsediyorsa filmin ne tarz olacağını tahmin etmek o kadar zor değildir.

Bu zamana kadar izlediklerimin dışında çok farklı bir tat verdi öncelikle onu söylemek isterim. O zamanlarda ki değişimi çok iyi yansıttığını düşünüyorum. Farklı gelişen hikâyeler, senaryoların durumu, film endüstrisi hakkında bir sürü fikir verdi diyebilirim. Sadece şu filmi inceledikten sonra bile, o zamanlar bazıları için bu değişim çok sancılı olmuştur diyebilirim. Sahneye göre değişen hoş müzikler eşliğinde; 2012 yılında bu tarz bir film izleyeceğim daha önce aklıma hiç gelmezdi. Bu sefer bende bütün önyargılarımı bir kenara bırakarak izledim ve gerçekten çok beğendim. Her ne kadar başlarda inanılmaz olarak akıcı devam eden film, ikinci yarısıyla beraber konudan uzaklaşma eğilimi gösterse; bir yerden sonra tamamen artist ve Perry arasında ki ilişkiye ağırlık verse de aslında buradaki asıl hikâyenin onlar olmadığını biliyoruz.

Film bittiği zaman gerçekten ‘’aa bu muymuş’’ diye bir yorumda bulundum. Biraz farklı şeylerle ilgilendikten sonra, tekrar düşünme fırsatı buldum. Gerçekten düşünce ve uygulama olarak çok iyi bir film izlediğimin farkına vardım. Senaryosunu, kurgusunu bir yere bırakalım, oyunculuk performanslarının çok öne çıkmış. Sessiz olarak ilerleyen filmde, duyguları yansıtmak kolay değildir ama başrol oyuncuları başta olmak üzere, harika iş çıkartmışlar. Benim filmi izlememle herhangi bir alakası olmadığını belirterek; 10 dalda Oscar’a adaylığı var The Artist’in. Elbette bunların hepsini toplamasını ve büyük sükse yapmasını beklemiyorum ama tam Oscar ödülü için yaratılmış, sinema filmi olarak sinemayı konu alan ve bir kısımların özlediği ve iç çektiği ‘’eskiyi’’ yansıtmasından dolayı diğerlerinin yanından biraz sıyrıldığını düşünüyorum.

Neredeyse tamamı bilgisayarda yapılan filmleri izlediğimiz şu senelerde, görsel efektlerin içinde boğulduğumuz ve çoğu senaryonun kendini tekrarladığı zamanda böyle bir filmi izlemek çok büyük zevkti. Her şeyi bir kenara bıraktım ve izlerken zevk almaya çalıştım. Beklentilerimin karşılığını fazlasıyla aldığımı belirtmek isterim. Mutlaka izlemeniz gereken bir film olmuş. Bu yazı da dahil olmak üzere, sağda solda okuduklarınızın ya da film hakkında yapılan eleştirileri bir yana bırakarak sadece izlemek ve orada olmak için bile değecek kalitede.

16.02.2012

The List Series #4 ''İnanılmaz Değişimler: Bölüm 1''

Yıllardır farklı oyuncuları kılıktan kılığa girerken gördük... Bunların sıralamasını numara vermeksizin yaparak bir hatırlamak gerekir diye düşündüm.

İşte karışık sıralama ile oyuncular, karakterleri ve oynadıkları filmler.

Jeff Goldblum

The Fly

Nicole Kidman
The Hours

Tom Cruise
Tropic Thunder

Sharon Stone
Alpha Dog

Eric Bana
Chopper

Johnny Depp
Alice in Wonderland
Benicio Del Toro

Colin Farrell
Horrible Bosses

Andy Serkis
Rise of the Planet of the Apes

Brad Pitt
Curious Case of Benjamin Button