31.10.2010

Big Daddy [1999]

Big Daddy, 1999 yapımı duygusal komedi film grubuna dahil edilebilecek ve Adam Sandler’in 11 yıllık gelişiminin tam olarak başladığı bir film. Filmde Adam Sandler’a eşlik eden çocuk oyuncu aslında bir oyuncu değil bunu okuduğumda oldukça şaşırmıştım. İkiz olan Dylan ve Cole Sprouse filmde Julian rolüne hayat veren oyuncular olarak filmin ekibinde yer alıyorlar. Eğer bu bilgiyi okumasaydım o rolü iki farklı çocuğun oynadığını asla tahmin farketdemezdim.

İkiz kardeşlerin can verdiği Julian rolünü izlerken gözaşlarınızı tutamayacaksınız bunun yanısıra Sonny Kaufax ( Adam Sandler )’ı izlerken de gülmekten kırılacaksınız. Bir buçuk saatlik zaman diliminde bu duyguları izleyiciye yaşatabilmek bana göre bir yönetmenlik başarısıdır ve burada da karşımıza Happy Gilmore, I Now Pronounce Chuck And Larry, You Don’t Mess With Zohan gibi filmlerde de Adam Sandler ile birlikte çalışmış Dennis Dugan çıkıyor. Bunun yanısra Adam Sandler’a yine Saturday Night Live programında birlikte çalıştığı arkadaşı Rob Schneider eşlik ediyor ve belki de 99 yapımı bu film ile Schneider, Sandler ve Dugan üçlüsünün önü açılıyor.

Sonny, işi gücü olmayan son derece başıboş, bir araba kazasından kazandığı tazminatı harcayarak gününün gün ederek yaşayan bir adamdır ve bu yüzden tüm arkadaşları ve sevgilisi tarafından eleştirmektedir. Birgün ev arkadaşının bir zamanlar birlikte olduğu bir kadından olan çocuğu kapıya dayanır ve arkadaşını korumak için kendisini ev arkadaşı olarak tanıtır ve çocuğu sahiplenir. Amacı çevresindekilere kendisinin sorumluluk sahibi bir insan olduğunu göstermektir ancak işler istediği gibi gitmediği için çocuk başına kalır ve Julian ile aralarında sihirli bir bağ oluşmaya başlar ve bu çocuk sayesinde Sonny artık sorumluluk sahibi bir adam olmuştr.

34 milyon dolarlık çekim harcamalarına ek olarak 234 milyon dolarlık bir gişe hasılatı filmde doğru şeyler yapıldığının güzel bir örneği ve gelecek için Sandler’ı cesaretlendiren en önemli olaylardan bir tanesi. Her ne kadar daha sonraki filmlerinde yahudi olduğuna sürekli vurgular yapıp hayranlarının gözünden düşse de özellikle Grown Ups filmi ile tekrar eski herkesin sevdiği Adam Sandler haline dönmesini bir Sandler hayranı olarak oldukça sevindirici buluyorum.

Filmde yasal olarak 19 adet soundtrack bulunmasına rağmen ara müzklerle birlikte bu sayı daha da artıyor ancak bu ara müzkleri filmin soundtrack albümünde bulmabilmeniz mümkün değil.

Resident Evil After Life [2010]

Uzun zamandır hakkında bu kadar fazla tartışılan bir film izlememiştim. Bir bilgisayar izleyicisi olarak beklediğim sürüm çıktığı gece karşısına geçtim ve izlemeye koyuldum. Vücut olarak değil, ama oyuncu olarak Jovovic hayranı olduğumu gizlememe gerek yok ama elbette gerektiği zaman objektif olmayı başarmak mesele.

Bu sefer ki konumuz; Dünya virüsün etkilerinden sarsılıp insanlar zombiye dönüşürken, Alice sağ kalanları bulup onları kurtarma macerasına devam ediyor. Umbrella şirketiyle olan savaşı yeni boyutlar kazanıyor, fakat Alice beklenmedik eski bir arkadaşından yardım alıyor. Yeni bir yol buluyorlar ve bu yol zombilerden uzak Los Angeles’da ki bir sığınağa gidiyor.


30.10.2010

300 [2006]

Her ne kadar hiçbir şekilde gerçek bir tarihe dayanmayan 300 filmi buna rağmen anlattığı öykü, oyunculuklar, çekimler ve görsel efektleri ile oldukça başarılı bir epik film. Başrollerinde Gerard Butler ve Lena Headey’in oynadığı 300’ün yönetmenliğini kariyerindeki 2. filmi olan Zack Synder yapıyor ve filmi biz izleyiciler David Wanham’ın anlatımı ile izliyoruz.

Antik çağlarda yaşamış uygarlıklar sanat için oldukça önemli bir hazine niteliğindedir ve sanata çok ciddi katkılarda bulunurlar. Çünkü o dönemlerde yaşanmış efsaneler, olaylar ve tarihsel gerçeklikler çoğu zaman insan beynini zorlar niteliktedir. Bu film de, antik çağ dönemi uygarlıklarından Sparta uygarlığını kendisine konu edinmiş ve bu uygarlıklıktan oldukça güzel bir konu çıkarmış. Her ne kadar muhteşem pers imparatorluğunu aşağılayıcı konulardan oluşsa da seyir zevki açısından ele aldığınızda oldukça üst düzey bir film.

Yanlız bu tarihsel saptırma, iran halkını incittiği gibi yunanlıların da bu konu ile ilgili bir açıklama yapmasına yol açtı. Yunanlıların yaptığı açıklamada kendi tarihlerinde böyle bir olayın olmadığı ve konunun tamamen uydurma olduğuna dair bilgiler sunuldu ve burdan da çıkaralacak sonuç, kendi rezil tarihlerini, kızılderili katliamlarını, vietnam savaşını haklı gösterme çabası ile yapılan bazı Amerikan filmlerine 300 ile bir yenisi daha eklenmiş oldu ancak bu kez kendi tarhileri değil başklarının tarihleri için yaptılar bunu. Her ne kadar oldukça beğenerek izlediğim bir film olsa da tarihsel çarpıklıklar ve pers imparatorluğunun vahşi ve barbar olarak gösterilmesi sebebi ile bir o kadarda nefret ettiğim bir filmdir. Yerine göre bir film çekerken her türlü kitaptan ve bilgiden yararlanan Amerikan sineması konu doğu kültürlerine geldiğinde o insanların gurularını incitmeyi hiçe sayarak, okumadan araştırmadan filmler ortaya çıkartabiliyor.

Bu film ile birlikte Gerard Butler’da starlığa terfi etti ve birçok filmde aranan oyuncu olmaya başladı. Genelde bir oyuncu ne tarz filmle tanınırsa genelde hep o tarz filmlerde rol alır ancak bu genelleme Butler için geçerli değil çünkü Butler böylesine bir kahramanlığa sahne olan bir filmden sonra duygusal romantik filmlere yönelmesi onu bu genellemenin dışında tutan en büyük etken.

Frank Miller’ın resimli romanından beyazperdeye uyarlanmış olan 300, özellikle film sahneleri, romandaki çizimlere benzemesi için oldukça üstün bir teknoloji kullanılmış ve çok büyük bir çaba harcanmış. Her emek verilen yapım gibi bu da gişede çok büyük bir başarı elde etmiş ve 70 milyon dolarlık çekim masrafına rağmen 456 milyon dolarlık bir gişe hasılatı ile gösterimden kalkmış. Tarihsel gerçeklik beklemeden izlediğiniz taktirde oldukça keyif alacağınız ve tekrar tekrar izlemek isteyeceğiniz bir yapım ancak benim gibi sizde tarihi filmlerde tarihsel gerçeklik bekleyen izleyicilerdenseniz bu filmden nefret edebilirsiniz...

Bang Bang You’re Dead [2002]

Bu filmi nasıl kaçırdım(k)? Bilmiyorum izleyenleriniz var mı ama gerçekten geride kalan 8 sene içinde bu filmi atlamak büyük bir kayıp olmuş benim için. Uzun zamandır arşivimin derinliklerinde duruyordu. İzlemeyi her istediğimde sorgular bir biçimde bakış attıktan sonra sıranın bir türlü gelmediği filmler klasmanına girmişti. Büyük hata…

Okullarda şiddet son yıllarda sadece ülkemizde değil tüm dünyada tartışılan bir olgu. Michael Moore, Bowling For Columbine (Benim Cici Silahım) isimli belgeselinde 20 Nisan 1999′da Columbine Lisesi’ndeyaşanan okul cinayetini enine boyuna incelemiş ve bu belgesel hayli ilgi uyandırmıştı. Bang, Bang, You’re Dead ise okulda şiddeti belgesel anlatımdan uzak sinemasal bir dille, sürü...


29.10.2010

Get Him To Greek [2010]

Nicholas Stoller’in yazıp yönettiği Get Him To Greek, 2010 yılına tarihli eğlenceli bir komedi filmi. Başrollerinde Funny People, The invention Of Lying ve Superbad gibi aynı tarz filmlerden tanınan Jonah Hill ve Russell Brand oynuyor.

Film, bir dönemin çok meşhur bir rock şarkıcısı olan ancak çalkantılı özel hayatı ve son albümündeki başarısızlığı nedeni ile gözden düşmüş Aldous Snow ( Russell Brand ) üzerine kurulu. 10 yıl önce en popüler zamanında Greek isimli bir tiyatroda çok meşhur bir konser vermiş Snow, aradan geçen 10 yıllık zaman içinde çok değişmiştir ancak bir müzik şirketinin de kurtuluşu onun ellerindedir. 10 yıl sonra bu meşhur konseri tekrarlamak isteyen ve bu sayede içinde bulunduğu krizden kurtulmayı amaçlayan müzik şirketi, ingiltere’de yaşayan Snow’u ikna eder ve onu konser için amerika’ya getirmek üzere Aaron Green’i ( Jonah Hill ) görevlendirir. Bitmek bilmeyen istekleri, alkol ve hap bağımlılığı olan Snow, Green’i çileden çıkartsa da, Green verilen görevi en iyi şekilde yapıp kendini kanıtlamak için Snow’un her istediğini yapmak zorunda kalır ve komik olaylar birbirini takip eder.

Aslında film tamamiyle saçma espiriler üzerine kurulu saf bir komedi değil. Yerine göre sevginin, yerine göre yanlızığın ve yerine göre dostluğun da işlendiği bir konunun takip edilmesi filmin izlenebilirliliğini ve kalitesini arttırdığı düşüncesindeyim. Bunun yanısıra bir rock starının konu edildiği Get Him To Greek filminde Lars Ulrich, Pink, Mario Lopez, Christina Aguilera gibi birbirinden ünlü yıldızı da görmeniz de mümkün. Herbirinin çok küçük rolleri olsa da filmden isimlerinin geçmesi iyi bir reklam diye düşünüyorum.

Yönetmenin ikinci filmi olan Get Him To Greek ilk filmi forgetting Sarah Marshall ile bağlantılı olarak gidiyor düyebiliriz. O filmde de bir Aldous Snow karakteri olduğunu hatırlarsanız belki bir şekilde bağlantı kurabilirsiniz. 4 Haziran 2010 tarihinde gösterime girmiş olan film, 30milyon dolarlık bir bütçe ile çekilmiş ve gişede 105 milyon dolarlık bir hasılat elde etmiş. Hill’in oyuncululuğunun artık iyice geliştiğini daha da iyi gözlemlediğim bu film sanıyorum onun için başrol açısından iyi bir fırsattı ve oynadığı başarılı rol ile bu şansı oldukça iyi değerlendirdi. Umuyorum ki bu genç oyuncuyu bu tarz filmlerde daha sıklıkla izleme şansı buluruz.

Jason Segel ve Lyle Workman’in hazırladığı 16 adet soundtrack’de filmin işleyişi ile oldukça uyumlu. Oldukça ağır ve belaltı espirilerin kullanıldığı Get Him To Greek filmi açık olarak yetişkinlere hitap eden bir yapım. Bunun yanısıra filmdeki espirilerden tam olarak keyif alabilmeniz için filmi ya türkçe altyazı ya da dublajlı olarak izlemenizi öneririm..

IMDB’yi Sorgulamayı Öğrenmek


”Hazır 20 yaşına girmişken farklı bir şekilde anmak istedim!”

Film izlemeye başlayalı ne kadar oldu tam olarak bilmiyorum ama o zamana paralel olarak IMDB’yi takip ediyorum. IMDB nedir? Internation World Movie Database, yani dünya üstünde dönen bütün filmleri bünyesinde bulunduran, kim nerede hangi projede oynuyor, yeni yapımlar ve ne zaman yayınlanacakları ve ayrıca yapım öncesi aşamalara kadar bizim takip etmemizi sağlayan bir site. Bünyesinde tüm zamanların en çok gişe yapan filmi, tüm zamanların en iyi 250 filmi ve tüm zamanların en kötü 100 filmi gibi kategorileri barındıran değerli bir kaynak. Ama hep düşündüğüm ve kendimi sorgulamaktan asla alıkoyamadığım bir nokta var ve bu yazı dâhilinde kendi merakımı giderme aşamalarımı ve bu işin aslının ne olduğunu çözme çabalarımı burada aktarmak istiyorum. Belki benim gibi bu konuyu merak edenler vardır ve aynı zamanda belki bu yazıda soru işaretleriyle dolu olan noktalarımı tamamlayabilecek, yanlış olan taraflarımı düzeltebilmeme yardımcı olacaklar vardır.

Her şey gayet güzel, bir filmi izlemeden önce, ben mutlaka IMDB’yi bir açar ve filmin puanına bakarım. Bunun artık daha çok bir ‘’alışkanlık’’ olduğunu söyleyebilirim. İzlemediğim film hakkında yorum okumasam da, trailer’ını izlemesemde bu, yapmaktan kendimi alıkoyamadığım bir alışkanlık oldu ne yazık ki. Bu başlarda sadece bir rutin olarak gelmişti bana ama zamanla izlediğim film sayısındaki artışa paralel olarak, ‘’acaba bu notlarda neyin nesi’’ gibilerinden bir merak oluştu. Daha sonra bu merak çığ gibi büyüdü ve artık sadece notları değil hesaplama metotlarını merak eder oldum. İstemeseniz bile sorgulatıyorlar kendilerini mesela neden kendi sayfasında Shawshank Redemption’un notu 9,2 iken, Top 250 listesinde o not 9,1 olarak gözüküyor diye merak ediyor insan.

Hiç kuşku yok ki, burada belli bir düzen dâhilinde bir şeylerin olması gerekiyor. Günde (rivayet!) 50 milyon tıklama alan bir siteden bahsediyoruz. Diyelim ki bu 50 bin rakamı doğru ve ortaya yeni bir film geliyor. Inception. Ben filmi çok sevdim beğendim filme 9 notunu veriyorum. Birçok insan notlarını verdikten sonra oraya bir ortalama çıkıyor mesela o ortalama 9,3 olsun. Başarının her daim kıskanıldığı bir dünyada yaşamaktayız bunu kimse inkâr etmesin lütfen. Sadece gereksizlik olsun diye filmi bile izlemeden 1 verenler elbette olacaktır. Burada atlanmaması gereken bir şey daha var, daha film sinemalara gelmeden direk 10 yapıştıranlar ne olacak. Mesela size bir örnek vermek istiyorum. “Serenity” filmi daha sinemalara girmeden filme 4bin ila 5 bin kişinin verdiği oylar sonucu ortalaması 9,2 gibi bir rakamdı. İnanılmaz değil mi? İşte tam burada IMDB’nin sistemi devreye girmek zorunda kalıyor.

‘’Oy Filtreleme’’ davası bence çok yerinde bir karar, neresinden bakıldığına göre. Mesela sırf Shawshank ilk sıraya yerleşsin diye bu filme 10 verecekleri ve aynı zamanda bu insanlar da Godfather filmine 1 puan veriyorlar. Bu tip oyların filtrelenmesinden bahsediyoruz burada. Mesela 100.000 bin kişinin oy verdiği filmin ortalaması 7,7 ise 1 puan verenin etkisi milyonda etkisi çok az olacaktır. Sıfır rakamının yanına konulan virgülden sonra sayılamayacak kadar bir etki. Burada size çok fazla laf salatası anlattım, birçok varsayım üstünde durdum ama tek bir şeyi söylemedim. Bunların hepsi sadece ‘’varsayım’’. Benim buraya kadar yazdıklarım ya da bundan sonra bu konu üstüne konuşulacak şeyler. Çünkü kimse bu filtrelemenin gerçek formülünü bilmiyor.

We will not disclose exactly if/when/how certain votes are weighted differently because the idea is, among other things, to give a more objective rating and neutralize attempts to artificially inflate or deflate the average user rating on a film.

Buradan sonra tartışılacak şey, ancak bu sisteme güvenmek olabilir. Sonuçta elbette eleştirmekte serbestiz çünkü bu kadar büyük bir kitleye hitap eden sitenin böyle bir tutum içinde olması ne kadar doğru olabilir? Ama öbür türlüde ortaya çıkacak olan sorunlarla nasıl baş edebileceksiniz. Biz ne anketler gördük, sadece biri öbürünü geçsin diye, daha fazla yandan öbür tarafa düşük not verdiğini. Fanatiklik bazen başa dert oluyor, her alanda. IMDB ayrıca;


28.10.2010

Machete [2010]

” O asla yenilmez ”

Hayır, hayır, başlığa doğru yazdım. Filmin adı ”Ustura” falan değil, bildiğimiz ”Machete”. Sevgili Türkiye’mde bu işi yapanlara gerçekten hayranlık besliyorum. Hani herkes de filmlere Türkçe bir isim koyma hastalığımız var ya. Böyle isim mi olur?

Filmin konusundan bahsederek yazımıza geçelim hemen. Texas’ta kaçak olarak yaşayan ve ağır şartlar altında çalışan bir grup Meksikalının ve liderleri Machete’nin öyküsü… Machete, eski bir polistir, dürüstçe çalışır ama bir gün polis arkadaşı Torrez tarafından eşi öldürülür. Torrez daha sonra çok önemli bir uyuşturucu patronu olmuştur. Aynı dönemde kaçakları sınır dışı edeceğini vaat eden Senatörü...

The Exdendables [2010]

The Expendables, muhteşem bir oyuncu kadrosu ve nefes kesen aksiyon sahneleri ile 2010 yılının aksiyon alanındaki en iyi filmlerinden.Yönetmenlik kariyerine 1978 yılında Paradise Alley filmi ile başlayan Stallone 2010 yılına kadar geçen 32 yıllık zaman içinde Rocky 2, Rocky 3, Rocky 4, Rocky Balboa, Staying Alive, Rambo ve son olarak da The Expendables filmi de dahil olmak üzere 8 filmde yönetmenlik koltuğunda oturmuş ve staying alive filmi hariç bu filmlerin hepsinde rol almıştır.

64 yaşındaki ünlü aktörün son filminde yaptıkları her ne kadar abartılı gibi gelse de bir aksiyon filmi için gerekli olan tüm öğelerin birlikte kullanılması sebebi ile göze batmayan bir performans sergilediğinin altını çizmek istiyorum, filmin oyuncu kadrosu Jason Statham, Mickey Rourke, Jet Li ve Rocky 4 filminin efsanevi rus boksörü Dolph Lundgren’i ve bu oyuncuların yanında ufak rollerde Arnold Schwarzenegger ve Bruce Willis’i izlemek mümkün. Oyuncular tek tek ele alındığında hepsinin meşhur olduğu ya da tanındığı filmler aksiyon filmleridir ve bu aksiyon oyuncularının bir araya yine bir aksiyon filminde gelmeleri, izleyiciye o film ile ilgili güzel bir ipucu verebilir.

Bir grup eğitimli paralı askerin güney Amerikalı bir diktatörü devirmelerini konu alan filmin çekimleri de Rio De Jenerio, New Orleans ve Los Angeles’da yapılmış ve 28 Mart 2009’da çekimleri başlayan The Expendables, 13 Ağustos 2010 tarihinde kuzey amerika’da gösterime girmiş. Box office’de 1. sıradan açılış yapan film 82 milyon dolarlık bütçe ile çekilmiş ve gişede 250 milyon dolarlık bir hasılata imza atmış.

Aksiyon filmi olmasının yanı sıra 20 adet film müziğine sahip olan yapım izleyenlere aksiyon başta olmak üzere dostluk aşk ve sevgi gibi konularda da sahneler sunuyor. Rambo filmlerini aratmayacak sahnelerle bezenmiş film ile ilgili yapabileceğim tek eleştiri sanıyorum Stallone olacaktır. Yaşının oldukça büyük olmasına rağmen hala insan gücünü zorlayan sahnelerde rol alması bir izleyici olarak benim gözümde filmin inandırıcılığını azaltan en önemli faktör. İğne ile şişirilmiş kasları ve botokslu yüzü de cabası. Bunun yerine De Niro’nun yaptığı gibi daha sakin rolleri seçmesi ya da kariyerine sadece yönetmen olarak devam etmesi daha mantıklı gibi gözüküyor.

Şu anda A Takımı ile kıyaslanan bir film olmasının yanında 2010 yılındaki en başarılı aksiyon filmleri içinde gösterilmesi, konu adına vasat olsa bile kaliteli oyuncular ve nefes kesen sahnelerin hatrına başarılı bir film olarak gösteriliyor ki bu düşünceye bir sinemasever olarak ben de katlıyorum. Yerine göre kan gölüne dönen sahnelerle bezenmiş filmi ben bir yetişkin filmi olarak düşünüyorum ve 13 yaşından küçük çocukların izlemesini doğru bulmuyoruum.

Rourke’nin de çok şey görmüş geçirmiş bir filozof tadında oynadığı rol, filmde beni benden alan başka bir konudur. 103 dakikalı bir film olan The Expendables aksiyon severlerin izlemesi gereken bir film...

27.10.2010

Peacock [2010]

Bazı filmler vardır ki, dışarıdan boş gözükür ve kıyada köşede kalmış havası yaratır. Peacock, kelime anlamı olarak tavus kuşu demektir. Dışarıdan bu filme bakan biri ”tavus kuşu diye isim mi olur” diyebilir ve söyleyecek söz bulmakta zorlanabilirsiniz… bakarsınız ve geçersiniz. Önemli olan, acaba içinde ne var diye merak etmektir.

Filmin konusu; Nebraska’nın kırsal bir bölgesinde ki bu yerin adı Peacock, meydana gelen bir tren kazası kasabanın banka memuru Murphy’nin gizemli olayının sırrının ortaya çıkmasına sebep olacaktır.

Film açılır açılmaz ilk olarak süresi dikkatimi çekti, 1 saat 30 dakika. Acaba bu süreye neler sığdırabilecekler diye düşünmeye başlarken pencerenin...

Robin Hood [2010]

Sherwood ormanlarını mesken tutmuş, iyinin dostu kötünün düşmanı Robin Hood, hem edebiyata hem sinemaya oldukça büyük katkılar sağlamış bir karakterdir. Çoğu kitabında her zaman Nothingam şerifi ile girdiği mücadele anlatılırdı ve bu hikaye ok atılıktaki becerileri, iyi kalpli oluşu ile bezenirdi ancak kimse Robin Hood’un nasl Robin Hood olduğunu merak etmedi Ridley Scott dışında.

Bu kez Robin Hood karşımıza çok farklı bir şekilde, Robin Longstride olarak çıkıyor ve efsaneleşmiş konularının aksine Robin Longstire’ın Robin Hood olana kadar ki dönemi anlatılıyor ve Robin Hood filmlerine başka bir boyut kazandırılmış oluyor. Ridley Scott’un bakış açısından işlenen Robin Hood’u oynamak şüphesiz ki bu rollere yabancı olmayan ve birlikte bir çok projeye imza attığı Russell Crowe’e düşüyordu ve bu tarz tarihi rolleri oldukça başarılı bir biçimde oynayan aktör bu rolde de hayranlarını ve Scott’u hayal kırıklığına uğratmıyor. Zaten ok ile birkaç kez gördüğümüz Robin, ingiltere, Fransa savaşında kılıcı ile aktif rol alıyor ve ingiltereyi zaferden zafere koşturuyor. Robin Hood olmadan önce son derece sıradan ve iyi kalpli bir adam görüntüsü çizen Longstride, aslan yürekli Richard’ın yerine tahta geçen kardeşi John’un, Robin’i bir kanun kaçağı olarak ilan etmesinden sonra Nothingham ormanlarına dönüyor ve film bitiyor. İşte klasik Robin Hood filmleri, onun ormana girişi ile başladığı için bu film Robin Hood filmlerine farklı bir bakış açısı getiriyor.

Proje açıklandığında Crowe- Scott ikilisinden nasıl bir Robin Hood filmi çıkacağını çok merak ediyordum ancak ciddi bir tarihi araştırma ile yapıldığı çok belli olan film benim gözümde tam not aldı. Çünkü az öncede bahsettiğim gibi; anlatılan Robin Hood hikayesi bu hikayenin bambaşka bir yerinden başladığı için Robin Hood’un maceraları altında yapılmış filmlerden farklı bir yerde tutulmasını daha doğru buluyorum. İngiliz-Amerikan ortak yapımı olan Robin Hood, filmi her ne kadar biraz İngiliz gözünden anlatsa da yapılan araştırmalara güvenerek ve Robin Hood’un bir ingiliz karakteri olmasından dolayı bu anlatım şeklini yanlış bulmuyorum.

Gladiator, A Good Year, American Ganster ve Body Of Lies filmlerinden sonra 5. kez birlikte olan Ridley Scott ve Russell Crowe ikilisi bu filmden de oldukça güzel bir gişe hasılatı ile ayrılıyorlar. İngiltere’de 12 mayıs 2010 Amerika’da ise 14 mayıs tarihlerinde gösterime giren Robin Hood Box office’de iron man 2 filminde sonra 2. sıradan açılışı yaptı ve 155 miyon dolarlık çekim masraflarına rağmen gösterimden 310 milyon dolarlık bir gişe hasılatı ile kalktı ancak işin ekonomik boyutunu bir kenara bırakırsak bu film ile izleyiciler bambaşka bir Robin Hood izlediler ve sinema tarihine bambaşka bir Robin Hood filmi girmiş oldu bence önemli olan da budur...

26.10.2010

Forrest Gump [1994]

“Mama always said "Life is like a box of chocolates: You never know what you're gonna get". ( Annem, hayatın her zaman bir kutu çikolataya benzediğini söylerdi,içinden ne çıkacağını hiç bir zaman bilemezsin ) Amerikan film enstitüsünün seçtiği 100 yılda 100 ünlü söz yarışmasında 40. sırayı alan bu meşhur söz iq seviyesi 75 olan bir adamın ağzından dökülen sözlerden başka birşey değildi. Aslında bu sözlerde anlatılan şey olan masumiyetin ve sevginin filmi Forrest Gump, gelmiş geçmiş tüm zamanların en iyi filmleri arasında gösteriliyor. İnsanların, izleyicilerin bu filme gösterdiği saygı, aslında sevgiye ve masumiyete gösterdikleri saygıdan ve yine sevginin, iyi niyetin ve masumiyetin yok olmadığına gösterdikleri inanç ile eşdeğerdir.

Burada bir Tom Hanks faktörü var, dünya sinemasına damga vurmuş filmlerin çoğunda onu oyuncu olarak görebilirsiniz örneğin Forrest Gump, The Green Mile, Catch Me if You Can gibi üst düzey filmlerde oyuncu olarak ve yine bunlar gibi sayısız filmde kamera arkasında rol alarak adını çoktan dünya sinemasına altın harflerle yazdırmış bu büyük aktör aslında önüne gelen şansları, fırsatı varsa mutlaka değerlendirdiği için, bugün en büyük aktörler arasında yer alıyor. Halbuki ne The Green Mile ne de Forrest Gump filmlerinde başrol için ilk düşünülen kişi o değildi tıpkı bu film için ilk düşünülen yönetmenin Robert Zemeckis olmadığı gibi. Örneğin Forrest Gump için ilk olarak John Travolta düşünülmüş ancak ünlü aktör rolü reddedince bu büyük rol Tom Hanks’e verilmiş ve Hanks bu filmde gösterdiği muhteşem bir oyunculuk performansı ile oscarı almış üstüne üstlük sinema varolduğu sürece var olacak böylesine muhteşem bir filmin kadrosuna adını yazdırmış ve bu filmden sonra John Travolta ise bu rolü reddetmenin çok büyük bir hata olduğunu kabul etmiş.

Filmin konusundan ya da ne anlattığından bahsetmek istemiyorum çünkü varsayıyorum ki bu yazıyı okuyan sizler şimdiye kadar bu filmi mutlaka izlemişsinizdir ki bu siteyi de bulduğunuza göre az ya da çok sinema ile ilginiz vardır o yüzden ben bu yazıda film ile ilgili herkesin bildiklerini değilde kimsenin bilmediklerini paylaşmak istiyorum.

Film,1986 yılında Winston Groom tarafından yazılan bir romana dayanmakta. Ancak filmde asıl yoğunlaşılan konu, romanın ilk 11 bölümü. Buradan yola çıkarak filmin roman ile birebir uyuşmadığını, buna rağmen ortaya muhteşem bir eser çıktığını belirtmek istiyorum. Ancak yine de bu yapımın bu kadar başarılı olmasının altında yatan sebebler sadece muhteşem bir konu ya da muhteşem bir oyunculuk değil ayrıca muhteşem bir finansal planlamadır.Film, 6 Temmuz 1994 yılında Amerika’da 1595 sinemada gösterime girmiş ve ilk hafta 24 milyon dolarlık bir gişe hasılatı elde etmiştir bunun üzerine Jeffrey Hilton filmin yazarı ve motion pictures’ın finans danışmanı filmin reklamına ayrılan bütçeyi iki katına çıkarmayı tavsiye etmiş ve yapılan bu reklamlar sayesinde film 50 milyon dolarlık çekim harcamalarına nazaran 677 milyon dolarlık bir gişe hasılatı elde etmiş ve Amerika’da 23. tüm dünyada ise 43. en iyi gişe hasılatını yapan film ünvanını kazanmış. Bu ekonomik başarının yanısıra 13 dalda oscara aday olup bu adaylıkların 6 tanesini de kazanması ve bunun yanında Saturn ödülleri başta olmak üzere birçok kuruluşun ödüllerini dev adaylıklarını da alan film bu başarılara dayanarak adını dünya sinema tarihine yazdırmış.

Filmde anlatılan konu ise Rain Man filmindeki Raymond tarzı, ondan biraz daha olayların farkında olan ancak iq seviyesi yüzünden sürekli gerizekalı muhamelesi yapılan bir adamın başından geçen çoğu zaman fantastik olayları konu alan ama her konunun sonunda kendi çıkarsız sevgisinin kazandığı bir öyküler bütünü diyebiliriz bu film için. İzlememek kesinlikle çok çok büyük bir kayıp olur...

Bandslam [2009]

Müziğin, insan hayatına olan etkilerinin çıplak gözle izlenecebileceği bir film olan Bandslam, insanlarla ilgili ön yargıların ne kadar yanlış olduğunu, bir insanın değerlendirmesi yapılırken dış görünüşün değil de karakter yapısının göz önüne alınmasını izleyiciye hatırlatan ve neredeyse eleştirilecek hiçbir yönü olmayan müzikal bir romantik komedi filmi. 2004 yılında yayın hakları satın alınmasına rağmen çekimlerine 2008 yılında başlanan Bandslam, saçmasapan gençlik filmlerine kurban edildiği için gişede hak ettiği övgüyü asla bulamamış ve 8 milyon dolarlık bir zarar ile gösterimden kalmış bir film. Aslına bakarsanız afişindeki sıradanlık, tanınmamış oyuncular ve sıradan ismine aldanıp ben de filmin oldukça banal olduğunu düşündüm ancak filme başladığımın ilk anından itibaren müziğin büyülü dünyası ile ön yargılarımdan kurtulup aşağı yukarı 2 saatlik muhteşem bir film izledim.

Will Burton, oldukça asosyal ve insanların babası yüzünden sürekli dalga geçtikleri, içine kapanık ancak müzik bilgisi çok üst düzey olan David Bowie hayranı bir çocuktur , annesi ile yeni taşındıkları şehirde Bandslam isimli bir müzik yarışması sebebi ile Glory Dogs isimli bir müzik grubu ile tanışır. Müzik grubu ile tanışmasının en büyük sebebi ise bir zamanların şımarık öğrencisi, son derece alımlı bir kız olan Charlotte’tur. Will okula ilk geldiği andan itibaren Charlotte’un ilgisini çekmesi bana eleştiriye açık bir konu gibi gelmişti ancak filmin ilerleyen bölümlerinde taşların yerine oturması bu konuda da beni yanılttı. Will, üstün müzik bilgisi ile grubu Bandslama hazırlamaya çalışırken Charlotte ile olan dostluğu gelişir ve sınıf arkadaşı Sam nam-ı değer Sa5m ile de aralarında duygusal bir yakınlaşma oluşmaya başlar. Girdiği sosyal dünya sayesinde kendine güveni gelen Will, Charlotte’un ihanetine rağmen yarışmadan vazgeçmez ve grubu her türlü zorluğa rağmen yarışmaya sokar...

Filmi izlerken yüzünüzde farkında olmayacağınız bir tebessüm belirecektir. Bu tebessümün en büyük sebebi ise şüphesiz ki Will’in saf ve temiz kişiliği, herkese yardım etme çabasıdır ve bu gibi zor sahneleri başarı ile hayata geçiren Will Burton rolündeki Gaelan Connell eğer yeteri kadar tecrübe edinirse geleceğin starlarından biri olması içten bile değil. Tıpkı Jesse Eisenberg örneğinde gördüğümüz gibi. Tanınmamş oyuncuların rol aldığı bir film olması kesinlikle Bandslam’in kötü bir film olduğu anlamına gelmiyor. Aksine kendilerini tanıtıp daha fazla filmde rol almak için varını yoğunu ortaya koyup oynamaları, bu gibi filmler için en büyük artılardan bir tanesidir. Yapımcı ve yönetmenlerin de bu gibi oyunculara yönelmelerinin en büyük sebebi maddiyet olmasının yanında az önce bahsettiğim bu sebebtir.

20 milyon dolarlık bütçe ile çekilmiş ve bu bütçenin yarısının reklamlara ayrıldığını göz önünde bulundurursak filmin 12 milyon dolarlık gişe hasılatı ile çok büyük hayal kırıklığı yarattığını söylebiliriz. Ancak yukarıda bahsettiğim gibi kesinlikle ön yargı ile izlenmemesi gereken bir film. Film ile ilgili beklentileriniz ya da düşünceleriniz olmadığı sürece son derece duygulu ve anlamlı olan bu yapımı seveceksiniz ve tekrar belirtmek istiyorum ki müzik ile bezenmiş çoğu filmde olduğu gibi bu filmin müzkleri de muhteşem. Bence bu filme bir şans verin...

25.10.2010

Papillon [1973]

Özgürlük gibi bir fikirden yola çıkılarak yazılmasına rağmen aslında ciddi anlamda gerçek bir hayat öyküsünü konu alan Papillon, tam olarak kitabın yazarının hayatını konu alan daha özele inecek olursak mahkum olduğu günlerde yaşadığı olayları ve daha çok kaçış serüvenlerini anlattığı günlük tarzı bir romana dayanıyor. Filmde, romanın baş karakteri olan Papillon’u dönemin ünlü aktörü Steve Mcqueen oynuyor ve ona bu ana rol için Dustin Hoffman ve Louis Daga eşlik ediyor.

Oldukça egzotik mekanlarda çekilmesine rağmen filmde yaşanan kaçış serüveninin sürükleyiciliği ve dramı içinde izleyici o mekanları çok da fark edemiyor ancak bu mekan seçimleri de özellikle eski dönem hapishanelerini başarılı bir biçimde yansıttığından oldukça başarılı. Konu yaşanmış bir öykü olduğundan izledikleriniz karşısında zaman zaman hayrete düşebilirsiniz ve tutsak olmuş insanlar için özgürlüğün ve yaşamanın ne anlmama geldiğini anlayabilirsiniz. Hayatta kalmak için hücrede kaldığı günlerde et niyetine çeşitli böcekler yemiş ve bundan öteye insanlık dışı işkencelere maruz kalmış bir insanın yazdığı kitaba dayanan Papillon, başından sonuna adar her bölümünde izleyiciyi hayrete düşüren sahnelerle bezenmiş olmasına rağmen bu sahnelerdeki gerçekliğe de şapka çıkarmamak elde değil.

1973 yılına tarihlenmiş bir film olan Papillon o döneme göre oldukça geniş bir bütçe ile çekilmiş bunun en önemli sebebi şüphesiz ki dönemin gözde oyuncularını bir araya getirebilmek ve Papillon’un yani kitabın yazarı Henri Charierre’nin hapishane dönemindeki yaşadığı yerlerin canlandırılmasındaki zorluktur. Ama gişede 12 milyon dolarlık bütçesini ikiye katlayıp birde en iyi müzik dalında oscara aday gösterilmesi filmin gerçekten emek verilmiş ve ses getirmiş bir yapım olduğunun kanıtıdır. Ayrıca filmi izledikten sonra izleyicinin elindekinin kıymetini anlaması ve bazı insanların özgürlük adına ne zor şartlar altında yaşadığını görmesi açısından da bir nevi öğretici bir filmdir.

Her ne kadar film konusunu az önce de belirttiğim gibi kitaptan almış olsa da film ile kitap arasında farklılıklar olduğunu söylemek istiyorum. Örneğin kitaptaki her ayrıntı filme yansıtılmamış ve bazı sahneler filmden çekilmesi imkansız olduğu gerekçesi ile çıkartılmış. Ancak ben bunu bir kusur olarak görmüyorum çünkü yönetmenin elindeki süre belli ve bu süreye sığdırabileceğinin en iyisini sığdırma çabası filmi izledikten sonra, filmle ilgili takdir edlimesi gereken başka bir nokta. Yine edebiyat- sinema işbirliğinin güzel bir örneğinin gösterildiği Papillon, siz yatağınızda uyurken bazı insanların böcek yiyerek yaşamaya ve hayatta kalmaya çalışmasını göstermesi ve anlatması açısından her sinemaseverin izlemesi gereken son derece dolu bir film.

Fired Up [2009]

Amerikan Pastası serisi ile başlayan amerikalı ergenlerin hayatlarına dahil olma furyası her geçen yıl daha da popüler olarak sinemaya girmeye başladı. Fired Up filmi de bu akımın son parçası. 2009 yapımı bu filmde lisede oldukça popüler olan iki arkadaşın kızlara olan düşkünlüğüne ve onları elde etmek için giriştikleri maceralara tanıklık ediyoruz.

Aslında filmde alışılmışın dışında her hangi birşey bulunmuyor. Her ne kadar istedikleri kızı elde edecek karizmaya sahip olsalar da gözleri doymayan Shawn ve Nick isimli iki yakın arkadaşın 300’den fazla kızın bulunduğu bir ponpon takımları kampına katılmaları ve orada yaşadıkları birbirinden komik maceraları, yerine göre bel altı bir dille yerine göre duygusal öğelerle anlatan film Fired Up, her ne kadar az önce belirttiğim gibi Amerikan gençlik filmlerinin son halkalarından olsa da gişede 2 milyon dolar zarar etmiş bir film.

Bunun sebebini araştırdığınızda altında yatan acı gerçeklerle karşılaşıyorsunuz. Örneğin yapımcıların ucuz yollarla para kazanma çabaları, maliyeti düşük, tanınmamış oyuncuları filmin kadrosuna dahil etmeleri, doğru düzgün hiçbir konuyu anlatma becerisine sahip olmamaları ve bu tarz filmlerin özellikle genç izleyiciler arasında popüler olmasından kaynaklı olarak 2-3 aylık bir çekim süresi ile böylesine saçma sapan filmlerin sayısı ve başarısızlığı çok büyük artış gösterdi son 5 yılda. Ya tutarsa mantığı ile çekilen ve izleyiciyi aptal yerine koymaktan başka hiçbir amaca hizmet etmeyen bu gibi filmlerin içinde ciddi anlamda başarılı olanları da yok değil. Ancak şuanda yazmakta olduğum Fired Up kesinlikle bu filmlerden bir tanesi değil.

Bir buçuk saatlik bir zaman dilimine sığırılmış iki tane aç gözlü Amerikan veledinin seks maceraları bir sinemasever olarak benim ilgimi çekmedi. Kaldı ki sadece oyuncuların değiştiği, mekanların ve konunun bile neredeyse aynı olduğu yüzlerce film sayabilirim size. Her ne kadar emek harcanmış hiçbir filmi vakit kaybı olarak değerlendirmesem de bu filmi izlemenin size hiçbirşey kazandırmayacağını da belirtmek istiyorum. Güzel kızlar ve yakışıklı erkekler bir filme koyulup da film çekilmesi mantığına karşıyım ancak easy subject denilen izleyici sıkmadan eğlenceli vakit geçirten bir konu ve ilgi alanı olduğu sürece bu gibi filmler de yapılmaya devam edilecektir.

24.10.2010

Spirit [2008]

Bazı filmleri izledikten sonra düşünürsünüz acaba nasıl yapıyorlar, vay anasını gerçekten güzel yapmışlar diye ya da X oyuncu nasıl bu kadar iyi oynamış diye... Ama önümde öyle bir örnek var ki, bu oyuncular bu filmde oynamayı nasıl kabul etmişlerden daha çok, böyle bir filmi hangi akla hizmet yaptıklarını bile sorgula duruma geldi insan. Konuya geçelim;

Will Eisner’in ‘The Spirit’ adlı çizgi romanından beyazperdeye uyarlanan ve Sincity, 300 ve Elektra’nın yazarı & Sincity üçlemesinin yönetmeni Frank Miller’ın yönettiği filmde Spirit isimli maskeli ve etrafı güzel kadınlarla dolu bir varlıktır. Spirit, Central City’yi korumak için polis ile beraber, şehirdeki suçlular ve The Octopus ile mücadeleye girişir.

İlginç bir film gibi gözüküyor dışarıdan. Yapımı ve kullanılan kırmızı renkli objeler ilgi çekmeyi başarıyor ama sadece görsellikle bazı şeyleri daha fazla ileriye götürmeniz imkansız. Filmde birşeyler arıyorsunuz mesela bu bir senaryo olabilir. Film izlerken bir kurgu ve senaryo beklersiniz. En azından ortada bir konu olsun istersiniz ama böyle birşey yok. Bu yüzden bunun hakkında konuşulacak fazla birşey yok.

Oyuncu kadrosu hakkında biraz konuşmak gerekiyor. S.Johansson, Mendes, S.Jackson gibi bir kadro var önümüzde. Hani Barcelona takımı için diyoruz ya, bıraksan sahaya nasolsa oynarlar en fazla ligde bir 2-3 sırada bitirir diye. Öyle bir kadro gibi ama o kadar yazık olmuş ki... Hadi Mendes ve Scarlett biraz daha ayak kadrosunda kalıyor ama Jackson bu teklifi nasıl kabul etti ve böyle bir filmle birlikte rezil olmayı kabul etti akıl alır gibi değil.

Sıkıcı olması da yanında bonus olarak geliyor yukarıda yazdıklarıma paralel olarak. Canı sıkılmış yönetmenimizin ve bir film yapmak istemiş. Kariyerli oyuncuları oraya koyarak en azından biraz kar etmeye çalışmış ama bu sefer bizim canımızı sıkıyor. Yukarıda da söylediğim gibi yukarıda; film başlarken birşeyler vaad ediyor ama daha sonra o beklenen aksiyon bir türlü gelmiyor. Alın size 2 saatlik işkence...

Zamanınıza yazık... Daha fazla söylenebilecek ya da üstüne konuşulabilecek fazla birşey yok...

23.10.2010

The Killing Jar [2010]

Her filme ön yargılı bakmak yerine biraz daha sevecen olarak onların üstüne gitmenin bazen iyi sonuçlar verebileceğini fark ettim.

Konusu; kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde konumlandırılmış olan restoranda her şey normal olarak gitmektedir. Radyodan dinlenen cinayet haberinden daha sonra ortalıkta soğuk bir hava eser ve o anda içeriye giren adam, filmde bulunan gizem sayısını arttırmıştır.

öyle söylemeliyim ki, son zamanlarda beni en fazla etkileyen filmlerden biri oldu. Hemen filme geri dönecek olursak; ortalıkta dolaşan bir sürü rehine var ve oradaki insanların daha önceden ne olduğuyla alakalı hiçbir şey bilmiyor olmanız gizemi arttırıyor. Filme ani bir anda ”Smith”..

22.10.2010

Uncertainty [2009]

En azıdan yeni bir tarz yaratmaya çalışılan ‘’deneme’’ filmlerini seviyorum ve saygı gösteriyorum. Daha önce yapılmamış olan bir şeyleri denemek, rutinlerden kurtulmak bana her zaman daha ilgi çekici gelmiştir. Ama bunu yapmanın da bir adabı olmalı diye düşünüyorum. Deneme yaparken, yaptığın denemeyi batırmaya uğraşmak ayrı bir beceri ister.

Filmin konusu; Birbirlerini çok seven genç bir çift, Brooklyn Köprüsü’nün üstünde hayatlarının kararını bir yazı-tura oyunu ile alırlar. Bu karar onların gün boyunca farklı olaylarla karşılaşmalarına neden olur.

Basit bir yazı olsun istiyorum. 1 numaralı çiftimiz bir telefon buluyor...

21.10.2010

50 First Dates [2004]

Anger Management, The Longest Yard, Nutty Profesor 2, gibi aşağı yukarı tür olarak birbirine benzeyen yapımların yönetmeni Peter Segal’ın Anger Management filminden sonra Adam Sandler ile ikinci buluşmasından ortaya çıkan 50 First Dates romantik komedi filmlerine ivme kazandıran son derece başarılı bir yapım. Filmin başarılı olma nedenlerinden en önemlisi şüphesiz ki işlediği konunun kendine özgü bir biçiminin olması.
Geçirdiği bir kaza sonucu beyninin bir bölümü hasar gören bir kız, ömrünün geri kalan günlerini hep o gün olarak yaşamaktadır ve uyandığında tekrar kaza yaptığı güne dönüp yaşadıklarını ve tanıştığı insanları hiç bir şekilde hatırlamamaktadır. İşte bu durumda olan bir kızı elde edebilmek için onu hergün kendinize tekrardan, en baştan aşık etmeniz gerekmektedir ve bu aşık etme görevini de filmimizin başrol oyuncusu Adam Sandler üstlenir aşık edeceği kız ise Drew Barrymore’dur. İşte böylesine ilginç bir konuya sahip olan film, işlenişindeki usta yönetmenlik manevraları sayesinde konusunun hakkını verip izleyiciye muhteşem bir 99 dakika yaşatıyor ve izleyicinin romantik komedi filmlerine bakışını da değiştiriyor.

The Wedding Singer filminden sonra ikinci kez birlikte kamera karşısına geçen Adam Sandler ve Drew Barrymore Mtv tarafından kimyaları uyuşan en uyumlu çift ödülünü alır. Filmin konusuna ve usta oyuncularına ek olarak çekim mekanları olarak Havaii adalarının tercih edilmesi izleyiciye görsel anlamda da muhteşem bir şölen sunuyor. Bu etkenler bir araya gelince de ortaya böylesine güzel, seyrine doyulmayan kaliteli bir film çıkıyor.
Filmin ilk olarak ismi 50 First Kisses olarak düşünülmesine rağmen Drew Barrymore’un Never Been Kissed filmi ile karıştırılacağı gerekçesi ile 50 First Dates olarak değiştiriliyor ancak film, Türkçeye ilk düşünülen orjina ismi ile yani 50 ilk Öpücük olarak çevriliyor.

Filmin müzikleri de ortama uygunluk açısından Reggie tarzında cover olarak yapılıyor ve filmde Bob Marley’den The Beach Boys’a kadar 30’un üzerinde sanatçının coverlanmş şarkıları duyuluyor ve bu sayede de mekan müzik bütünlüğü de sağlanmış oluyor.

3 Yapımcının elinden çıkan 50 First Dates filminin başarısının arkasında aslında filmin yazarı George Wings’in de payı oldukça büyük. Böylesine güzel düşünüp kurgulanmış bir filmi anlatırken filmin yazarını belirtmezsek ona çok büyük saygısızlık yapmış oluruz. Filmde bunun yanında Adam Sandler’in Saturday Night Live programından iş arkadaşı Rob Schenider’ın da yan rol ile filme komedi olarak çok şey kattığını da belirtmek istiyorum ki; kimyası son derece tutan Sandler - Schneider ikilisi bu filmden sonra The Longest Yard, I now Pronounce Chuck And Larry ve Grown Ups filmlerinde de beraber kamera karşısına geçtiler ve beyazperdeden önce Stand Up gösterilerinde boy gösteren ikili birbirini uzun yıllar tanımalarının avantajını da filmlerinde gösterdikleri başarılı performans ile kullandılar.

Filmde, aslında seven bir adamın sevdiği kişi için neler yapabileceğini izleyici net bir biçimde görüyor aslında filmin anlatmak istediği yada vurguladığı konu tam olarak böyle bir aşk ve aşkı uğruna herşeyi göze alan bir adam. Filmin başarılı olduğunun bir başka kanıtı ise hiç şüphesiz ki 75 milyon dolarlık bütçesine rağmen gişede elde ettiği 196 milyon dolarlık hasılattır bundan daha da önemlisi film, Adam Sandler’ın bu günlere gelmesindeki en önemli etkenlerden bir tanesidir.

Robin Hood [2010]

''Yeniliklere ne kadar açık bir izleyicisiniz? ''

Sherlock Holmes'i izledik, izledim. Filmi izleyenlerin yorumlarına baktığım zaman büyük bir çoğunluğun şikâyeti orijinalliğe sadık kalınmaması olmuştu. Bu yüzden bende yazımın başlığına bu şekilde başlamak istedim. Yeniliklere ne kadar açıksınız?

Çoğu kişinin aşina olduğu konu; İngilizlerin efsane kahramanı Robin Hood karşımızda zenginden çalarak yoksula dağıtan Robin. Ordusu ile birlikte Fransızlara karşı savaşırken Kral Richard ı desteklemektedir fakat o sadece kendi çıkarları içindir. Kral kardeşi tarafından bir pusu sonucu öldürülmüştür. Kralın baş şövalyesi ölürken kılıcını Robin’e verir.

20.10.2010

You Don't Know Jack [2010]

Gerçekten çok ilginç bir konuya sahip filmi geride bıraktım ve konuşmak istediğim bir sürü şey var film hakkında. Bunlara en kısa sürede geçebilmek için filmin konusundan bahsedip, daha sonra söylemek istediklerimi dile getirmek istiyorum.

Konusu: Amerika’nın Michigan eyaletinde Doktor Jack Kevorkian’ın hastalarının kendi rızalarıyla onlara ötenazi uygulamasını ve kendisine karşı olanlarla verdiği hukuk mücadelesini anlatan bir dram ve biyografi filmi. Filmin özünde doktorun halkın inançlarına ve ahlak kurallarına karşı gelen ötenaziyi uygulaması ve Michigan halkının ve bazı yetkili kişilerinde ona karşı verdiği hukuk savaşını anlatan bir hikâye.

Nasıl ölmek istersiniz? Bu soruyu acaba gerçekten kaçınız düşündünüz? Ben düşündüm. Ben acı çekmeden ölmek isterim ve bundan daha iyisini burada söylemeye hazırım. Ben kendi kararımla ölmek isterdim.

19.10.2010

Best Movie Quotes #12

Silence of the Lambs [1991]

"A census taker once tried to test me. I ate his liver with some fava beans and a nice chianti"

18.10.2010

Rain Man [1988]

Rain Man gibi bir film yapılmadan önce insanların otistiklere bakış açısı oldukça farklı idi ancak filmin yazarından yönetmenine oyuncusundan yapımcısına kadar efsane kadro bir araya geldiğinde belkide kimse dünya tarihi için böylesine önemli bir film beklemiyordu. Film yapıldı ve bitti ve o sene en iyi erkek oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi orjinal senaryo ve en iyi film dallarında belkide oscarların en önemli 4 ödülünü alan Rain Man, bir anda tün dünyanın ilgi odağı oluverdi. Hakedilmiş ve emek harcanarak elde edilmiş bir övgüydü bu aslında ve tüm ekip filmin başarısını en mütevazi gülücüklerle karşılıyorlardı. Önemli filmler her zaman genel yargıları yıkan ve izleyiciyi düşünmeye sevkeden filmlerdir. Bu filmde onlardan biriydi ve insanlar Dustin Hoffman’ın muhteşem otistik rolünden sonra bu hastalığa yakalanan insanların geri zekalı olmadıklarını aksine çoğunun muhteşem bir zekaya sahip olduğu gerçeğini kavradılar işte bu açıdan da film sinema tarihi için oldukça önemlidir.

Los Angeles’ta ithal araba satıcısı olan Charlie ( Tom Cruise ) son derece bencil ve üçkağıtçı bir adamdır yıllardır görmediği babasının öldüğünü ve 3 milyon dolarlık mirasını daha önce hiç görmediği abisi Raymond ( Dustin Hoffman )’a bıraktığını öğrenir ve paraya sahip olabilmek için abisini bulmak için yola çıkar ve özel bakım kliniğinde otistik bir dahi olarak yaşayan, kesinlikle dünyanın tehlikeli bir yer olduğunun farkında olmayan Raymond’u bulur, kaçırır ve onunla çok uzun bir yolculuğa çıkar. Amacı en azından paranın bir kısmına sahip olmaktır. Raymond’un alışkanlıkları ile çileden çıksa da zamanla abisini çok sevmeye başlar ve bu uzun araba yolculuğundan sonra kendisinin nasıl bir insan olduğunu anlar ve geçmişi ile hesaplaşmaya başlar.

Yerine göre drama yerine göre komedi öğelerini içeren film baştan sona izleyiciye sürekli birşeyler verme çabası içindedir ve bunu izleyiciye baskı yaparak değil tamamen masum bir otistiğin dilinden anlatması filmin izleyicinin gözünde kabuledilebilirliği açısından oldukça önemlidir. Özellikle yol hikayelerinin anlatıldığı her film gibi bu film için de hüzünlü bir film yakıştırması yapmamız sanıyorum yanlış olmaz ancak bu hüzünlü arka planın yanında muhteşem bir insanlık dersinin yattığı Rain Man, bunca ödülü anlattığı konunun akıcılığı ve birbirine olan uyumu sayesinde elde ettiği su götürmez bir gerçeklik.

Özellikle felsefi açıdan ele alındığında temelinde insan sevgisi barındıran bir film olan Rain Man bu konudaki en güzel örneğini Charlie’nin abisine, filmin başlarında tamamen çıkara dayalı bakışını onu tanıdıkça filmin sonlarına doğru gerçek bir sevgiye dönüştürmesi ile gösteriyor yani buradan çıkarılacak sonuç her hangi bir nedenden, kültürel etkileşimden, aile yaşantısından ya da çevresel faktörlerden dolayı özellikle sevginin nasıl birşey olduğunu kavrayamayan insanlara sevme ve sevilme şansı verildiğinde, onlarında yoksun olduğu bu duyguya çok çabuk bir biçimde adapte olabileceğini gösteriyor. Tabi filmin ana teması sevgi olduğu için sevgiden örnek vermek istedim ancak bu bahsettiğim olay şüphesiz ki sadece sevgi için geçerli değildir.

Bir bebeği izlediğinizde onun masum ve karşılıksız sevgisini gördüğünüzde hissettiğiniz tüm duyguları Dustin Hoffman’ın oyunculuğunu izlerkende hissedeceksiniz ve insanların aslında kötü doğmadığını daha sonradan kötüleşmeye başladığını farkedeceksiniz çünkü Raymond filmde yürüyebilen, yerine göre konuşabilen ve muhteşem bir hafıza ve zekaya sahip olan bir bebekten farksız. Böylesine muhteşem bir oyunculuk her ne kadar kabiliyet işi olsa da Dustin Hoffman’ın bu rol öncesi birkaç ay sürekli otistik çocukların yaşadığı bir kliğine gidip onlarla kalıp onları gözlemlemesi de bu roldeki başarısındaki başkaa bir neden. Zaten rolüne öncesinden çalışmaya başlaması Hoffman’ın işine ne kadar profesyonel baktığı ve ne kadar saygı duyduğunun en önemli göstergesi.

4 Dalda oscar alan ve toplam 8 dalda ödüllere aday olan Rain Man filmi, Avrupa’da birçok oyunculuk okulunda halen ders olarak gösterilmektedir. Rain Man, 1988 yılına göre oldukça büyük bir bütçe ile çekilmesine rağmen ( 25 milyon dolar ) gişede elde ettiği 172 milyon dolarlık bir hasılat ile yapımcıların yüzünü güldürse de onlar için asıl gurur sinema tarihi için böylesine önemli bir filme imza atmış olmanın gururudur. Her yaştan izleyicinin izlemesi gereken ders niteliğindeki bu filmi sevginin daha da önemlisi karşılıksız sevginin nasıl birşey olduğunu anlamamız için tekrar tekrar izlememiz gereken bir yapım. 1988 yılındaki popüleritesinden hiçbirşey kaybetmeyen film, sevgi var olduğu sürece her daim var olacaktır

17.10.2010

Sydney [1996]

John babasının cenazesi için para arayışındadır, Sydney ise ona bu parayı kazanması için yardım edeceğini söyler ve ona bildiği kumar hilelerini öğretmeye başlar. Aradan bir yıl geçer ve Sydney ile John’un arasında yakın bir dostluk olmuştur. Kumarhanede garsonluk yapan Clementine hayatlarına girdikten sonra ise hepsinin hayatı sürpriz olaylarla değişmeye başlar. Çok önemli bir sır da ortaya çıkacaktır.

Filmi bu şekilde özetleyebilirim ama filmde ilginç olan başka şeyler var. Mesela filmi izledikten sonra, kendi kendime düşündüm de, hâlbuki 1 saat 41 dakikalık bir film. Başlarda bana hiçte bitecek gibi gelmemişti ama bir anda nasıl oldu da bitti? Film baştan sona kadar inanılmaz bir durağanlık içinde ve Jim Jarmush filmlerinden belki de tek farkı diyalogların olması.

16.10.2010

Crazy Heart [2010]

Birçokları için oyuncuların, konunun önüne geçtiği filmleri anlatmak, yazmak oldukça zor olmuştur. İşte bu filmde onlardan bir tanesi. Filmin çok yönlü değil ama komplike bir yapısının olması ve bu komplike yapıya birde muhteşem bir oyunculuğun dahil edilmesi filmin anlatımını ve işleyişini zorlaştıran en önemli etkenlerden. Çünkü filmde işlenen her konuda geçmişe duyulan özlemin varlığı, Bridges’in her jestinden, her mimiğinden bir anlam çıkması ve bu anlam bütünlüğünü Country müzüğin büyülü dünyası ile örüp işlemek, filmi bir sinemasever için ayrı bir yerekoymaya yetiyor.

En anlamsız cümleleri dahi duygusal bir müzik eşliğinde söylediğinizde nasıl ki etkisi farklı olur ise en duygusuz bir filmi de birbirinden farklı ama tarz olarak bir bütün olan birçok müzik eşliğinde izlediğinizde etkisi aynı derecede farklı olacaktır. Kaldı ki müziğe hayatını vermiş ve bu uğurda birçok şeyinden vazgeçmiş bir adamın sanal biografisine tanık olduğumuz Crazy Heart’ın müzik ile örülmeden işlenmesi zaten düşünülemezdi.

Filmin güzelliği sanatın, müzik ve edebiyat gibi dallarından beslenmesinden ve onları beslemesinden kaynaklanıyor. Biraz bu etkileşimden bahsetmek istiyorum. Film, çıkış olarak fikrini Thomas Webb’in 1987 yılında yazdığı yine film ile aynı ismi taşıyan romanına dayandırıyor. Ancak yapımın işlenişi ve beyazperdeye aktarılış biçiminde değişikler olduğunu da söylemek lazım örneğin roman, Bad’in 24 yıldır görmediği oğlunu görmeye gitmesi bitiyor ancak filmin sonu bundan daha farklı bir biçimde sonlanıyor. Ancak yine de etkileşim adına film konusunu bu romandan almıştır ve romana olan borcunu film gösterime girdikten sonra yıllar önce basımdan kalmış romanın 2010 yılında tekrar basıma girmesi ile bir yerde ödemiştir. işte sanat dalları arasındaki karşılıklı etkileşimin en güzel örneği budur. Bunun yanısıra müziğin filme yaptığı katkı, filmin müziğe yaptığı katkı ile aynıdır. Bu film sayesinde country müzik birkez daha adını duyurmuştur ve Country müzik dalında belkide ilk kez bir parça ( The Weary Kind ) oscar almıştır. Bunun yanısıra filmin müzikleri de, yapımı oldukça akıcı bir müzikal haline sokmuştur bu da müzik – sinema etkileşiminin bir örneğidir.

Bir zamanlar oldukça popüler bir söz yazarı ve şarkıcı olan Otis “Bad” Blake bir bowling salonuna girmesi ile birlikte film başlar. Bu dakikadan itibaren filmde gençlik döemine özlem duyan ancak bunu asla belli etmeyen elindeki ile yetinmeye çalışan 57 yaşında alkolik bir efsane olan Blake’in o dönemden sonraki hayatına tanık olmaya başlıyoruz ve film içinde geçen dialoglar sayesinde geçmişte nasıl bir adam olduğunu öğreniyoruz ancak yönetmen biran bile izleyicinin, oyuncunun geçmişine dönmesine izin vermiyor. Bu oldukça başarılı bir yönetmenlik maharetidir. İzleyicinin kafasında konuyu dağıtmadan bir önceden bir sonradan sahneler vererek bir filmi işlemek filmin güzelliğinin ve profesyonelliğinin başka bir göstergesidir. Geçmişteki tecrübesizlikleri ile belkide vurdumduymazlığı ile yaşamının son demlerine gelmiş ve yalnız kalmış bir adamın müziğe ve alkole sarılması filmdeki dramanın en üst düzeyde olduğu bölümlerdendir. Her ne kadar içinden “keşke böyle olmasaydı” diye haykırsa da bunu dışarıya asla belli etmeyen, hayatından memnun bir müzisyen imajı yaratmaya çalışan “Bad” belkide buradaki sessiz haykırışları sayesinde oscarı aldı. Çünkü filmde dialoglarla örülmüş bir oyunculuktan çok jest, mimik ve bakışlarla konuşan ve sözlerden daha etkili olan bir oyunculuk söz konusu. Bazen duyguların sözler dışındaki hareketlerlerle belli edilmesi kişide daha derin bir yankı uyandırır işte burdaki oyunculukta izleyicide derin yankılar bırakıyor. O yüzden filmin sonuna gelindiğinde dahi, filmin başında anlatılan konu veya verilen mesaj unutulmuyor.

Her ne kadar sarhoş bir müzisyenin basit ve sıradan hayatını anlatan bir film gibi gözükse de filmdeki anlatış biçimi müzik ile örgüsü ve Bad’in vücüdu ile oynadığı oyunculuk, örneğin çaldığı barlardan birinde tanıştığı bir kadın ile yaşadığı tek gecelik ilişki sonrası sabah olunca yataktan kalması ya da o yataktan kalkış şekli filmin sihirli yönlerinden biridir.

Bad, yalnız olsa da bunu sorun etmeyen bir insan modelini çizmeye devam ettiği sırada tanıştığı ve ilişki yaşamaya başladığı Jean Craddock ( Maggie Gyllenhaal) ve onun oğlu Buddy, Bad’e aslında yalnız olduğunu ve yanlızlıktan korktuğunu anlatmaya yetiyor. Bad’in Buddy’i kendi oğlu gibi sevmesi ve sahiplenmesi aile ve birliktelik gibi duygulara olan özlemini ve bu duyguları hiç tatmadığını izleyiciye gösteriyor.
Filmin yapımı esnasında yönetmen Scott Cooper bu filmi aslında Megle Haggard’ın bir biografisi olarak düşünüp ona göre uygulamak istemiş ancak telif hakları nedeni ile Haggard’ın biografisinin hakları alamamış ve bu yüzden Jeff Bridges’in oynadığı “Otis Bad Blake” rolü “Waylon Jennings”, “Kris Kristofferson” ve “Megle Haggard”’ın hayatlarının bir karışımı şeklinde ele alınıyor. Filmde Yardımcı oyuncu Colin Farrell ve Jeff Bridges şarkıları kendi sesleri ile seslendiriyor. Film ciddi anlamda gerçek bir emeğin ürünü bunu sadece filmdeki yapımcı sayısına bakarak bile anlayabilirsiniz.

Jeff Bridges’in geri dönüşümü açısından da oldukça olumlu bir film ve kesinlikle başrol için yerinde bir tercih olmuş. Çekim mekanları New Mexico ve Amerika’da country müzğin en popüler olduğu bölgeler olan / Houston Arizona, Teksas ) Crazy Heart ekonomik açıdan çok fazla ses getirememesine rağmen sanatsal açıdan sinema açısından oldukça önemli bir yapımdır. Zaten yönetmenin de oluşturmak istediği kurgu, ekonomik kaygıdan çok sanatsal kaygı olduğundan film hakettiği yere gişe de gelemese dahi sinema ve sanatta geldiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Öyleki 7 milyon dolar gibi Amerikan sinemasına göre oldukça düşük bir bütçe ile çekilmeş olan Crazy Heart tüm dünyada 46 milyon dolarlık bir hasılat elde etmiş. Bundan daha da önemlisi iki dalda oscara layık görülmüştür. İşte ciddi anlamda her sinemacının izlemesi gereken “sanat adına sinema yapmak” fikrinin öncülerinden olan Scott Cooper bu filmde de çizgisini koruyarak tarzını bir adım daha ileriye götürüyor…

15.10.2010

Best Movie Quotes #11

Lion King [1995]

"Oh yes, the past can hurt. But, you can either run from it or, learn from it."

14.10.2010

Mirrors [2008]

Laptop'tan film izleme hikayemi biliyorsunuz. Eskiden kesinlikle izlemiyordum ama artık izleyebiliyorum ve geçenlerde 5 film birden indirip, hepsini üst üste izledim ve şimdi de üst üste yazıyorum. Bu filmlerin ilki Mirrors'tı. Devamlı takipçiler bilir, Alexandre Aja hayranıyımdır. Önce Haute Tension'da bize şizofren bir katili izletti, sonra Wes Craven'in The Hills Have Eyes'ını yeniden çevirdi. Bu aralar da yeniden çevrimlere merak salmış durumda. 2008'de de bir uzakdoğu yapımı olan Geoul sokeuro'nun yeniden çevrimi olan Mirrors adlı filmi yönetmiş. Aja, senaryonun fazla ilgi çekici olmadığını kabul etmiş ancak bir iki ufak oynama ve kaliteli oyuncular ile filmi izlenebilir kılmayı da başarmış.

Karısı Amy (Paula Patton) ile kavga edip kısa süreli ayrılık yaşayan, ve bir kaza sonucu dedektiflik işini de kaybeden ve depresyonda olan Ben Carson (Kiefer Sutherland), geçici olarak kardeşi Angela'nın (Amy Smart) yanında kalmaktadır ve yine geçici olarak bir kaç yıl önce bir yangında kül olan bir mağazada gece bekçiliği yapmaktadır. Bu mağazanın ilginç bir özelliği vardır. Mağazanın içi tamamen kül olmuştur, aynalar dışında. Aynalarla bayağı bir içli dışlı olan Ben'den önceki gece bekçisi öldürülmüştür ve neden öldürüldüğü bilinmemektir. Fazla geçmeden, Ben de bu aynalarda birşeyler olduğunu farkeder ve ailesiyle birlikte hayatta kalabilmek için ailesiyle mücadele etmeye başlar.

Korku filmleri genelde insanları güldürür derler. Piyasada o kadar çok kalitesiz korku filmi var ki, son dönemde böyle bir kanı oluştu insanların kafasında. Ben ise son dönemde bu tezi çürütecek bir sürü korku filmi izledim. Bu tezi tek başına çürütecek en baba yönetmenlerden biri Alexandre Aja. Bu filminde de gerilimin dozu mükemmel ayarlanmış, senaryo orijinal olmasa da bir hayli ilginç. Öyle ki filmin etkisinde kalıp, bir müddet sonra aynalardan korkmaya başlayabilirsiniz. Aynaların içinde birileri var ve Ben'e bir şeyler göstermeye çalışıyorlar. Üstelik sadece aynalar değil, pencere, su birikintisi, arabanon dikiz aynası, kapı kolu, dolayısıyla yansıma yapan her şeyden çıkabiliyor bu arkadaşlar ve her sahne bir sürprize dönüşüyor. Bu bakımdan da gerilimin dozaji hiç düşmüyor. Filmin sonunda aynaların neden böyle davrandıkları kısmının açıklığa kavuştuğu sahneler ise bir hayli kötü. İşte güleceğimiz kısım burası. Aja, belki de orijinal filme sadık kalmak istemiş ama filmin tüm gerçekçiliğiyle oynamış. Doğaüstü bir olay oluyor ve Ben Carson, Jack Bauer'e bağlıyor. Fakat esas son, yani ondan bir sonraki sahne ise sağlam olmuş. Haute Tension'da da çok etkili bir son izleten Aja bizlere yine farklı bir son izletmeyi başarmış.

24'ten tanıdığımız Kiefer Sutherland, çaresiz, depresif Ben Carson rolünün hakkını vermiş. 24 izleyenlerden duyduğum bir kaç yorum bu filmi dublaj izleyin zira Kiefer'ın sesini duyduğunuzda 24'e bağlayıp konsantrasyonunuzu kaybedebilirsinizdi ama ben 24 izlemediğim için pek sorun olmadı. 24'te defalarca Amerika'yı ve dünyayı kurtaran Sutherland, bu sefer de ailesini kurtarmak için uğraşıyor. Deja Vu ve Precious: Based on the Novel Push by Sapphire'den tanıdığımız Paula Patton ise idare ediyor diyebilirim en fazla. Precious'ta iyi oynamıştı, daha doğrusu o öğretmenlik rolü ona gayet yakışmıştı ama burada inandırıcılıktan yoksun gibi geldi biraz bana. Özellikle şu son çocuklarını korumaya çalıştığı sahnelerde sanki çocukların gerçek annesi gibi değildi, neden bilmiyorum öyle hissettim. Amy Smart'ın filmde neden rol aldığı hakkında hiç bir fikrim yok fakat onun aynalarla ilgili sahnesi (açarsam spoiler olur, izleyenler anlayacaktır) filmin en akılda kalıcı sahnesiydi kesinlikle. Erkek çocuğu oynayan Cameron Boyce dikkat çekerken bir sahnede Jason Flemyng'i de gördüğümüzü belirtelim.

Toparlarsak ortalama bir korku filmi diyebiliriz Mirrors için. Alexandre Aja kendisine has stili ile kendisini izletmeyi başarıyor ama sondan bir önceki dediğim doğa üstü sahneyi ona yakıştıramadım. Yine de film boyunca atmosfer, müzikler, gerilim gayet yerinde, sonu ise bir hayli ilginç. 6/10

13.10.2010

Best Movie Quotes #10

Babam ve Oğlum [2005]

- Denize bi oda ver baba. Bir odası bi evi olsun, ama istediği zaman çıkıp gideceği bi evi..

12.10.2010

Salt [2010]

Sözkonusu bunun gibi çok kariyerli bir oyuncunun üstüne yapılmış aksiyon filmiyse, onun hakkında konuşmakta bir o kadar zor oluyor. Filmin içeriğine hızlıca bakacak olursak;

Evelyn Salt (A.Jolie), görevi, şerefi ve ülkesi üzerine yemin etmiş bir CIA ajanıdır. Ancak bir iftiracını onu Rus ajanı olmakla suçlamasıyla bağlılığı test edilecektir. Salt sahip olduğu tüm gizli görev tecrübesini kullanarak kendini temize çıkarmak amacıyla kaçar. Salt'ın masum olduğunu kanıtlamak için gösterdiği tüm çaba hakkındaki şüpheleri arttıracak ve geriye yanıtlanması gerekn bir tek soru bırakacaktır...

Bu tarz filmlerin artık hangi yollarla prim yaptığını ya da ne kadar basit olduklarını konuşmaya gerek yok. Ben yazmaktan sıkıldığıma göre, okuyan toplulukta bir o kadar bu konudan sıkılmışlardır. Başlangıçta gayet ciddi olarak başlayan bir senaryonun gittikçe yapaylaşması, başlarda doyuran ama ilerledikçe sadece basit efektlerden ve Jolie'nin iğrenç vucudunun yan etkilerini görmeye başlıyorsunuz.

Afişi gördükten sonra filme herhangi bir önyargı beslemedim, Jolie'yi zaten oyuncu olarak sevmem. İzlediğim 1-2 güzel filmi vardır onun dışındakiler genellikle güzelliğiyle ya da sevişme sahneleriyle herkezler tarafından bilinen ortalık filmleridir. Bu sefer belki güzel olmuştur, belki değişik birşeyler çıkmıştır umuduyla ekran karşısına geçtim ama bu kötülerinin en kötülerinden biri olmuş gerçekten.

Hakkında daha fazla birşeyler yazmaya gerek yok, filme gereksiz yere prim yaptırmaya hiç gerek yok. Boşuna izlemeyin. DVD'ye, sinemaya verdiğiniz paraya yazık, Jolie yi izleyip tatmin olmak istiyorsanız, orasını ben bilemem.

10.10.2010

Greatest Movie Scenes #21

You Don't Know Jack [2010]

Neden mi ''greatest''? Çünkü 70 yaşındaki bir oyuncu böyle bir performans ortaya çıkartıyorsa, o zaman gereken saygıyı göstermemiz gerekiyor. Benim kriterlerime göre kendisinin en iyi 10 performansından birtane daha. Bu sefer çok durağan bir rolde, ama gene en iyisini sergilemeye çalışmak

9.10.2010

Zavet [2007]

Öncelikle Emir Kusturica'yı tanıyalım biraz. Yani hepimiz onun ne denli büyük bir yönetmen olduğunu biliyoruz ama eminim sinema haricinde nasıl biri olduğunu da bilmek gerek. Ancak bu konu biraz karışık. Emir Kusturica'nın nasıl bir politik görüş altında yer aldığı biliniyor ama bu herkes tarafından farklı yorumlanıyor. 24 Kasım 1954'te Sarajevo'da doğdu Kusturica. O zamanlar Sırbistan, Bosna Hersek yoktu tabii. Yugoslavya idi hepsi. Zamanla Yugoslavya parçalanınca, Bosna doğumlu olan Kusturica'da kendisini Sırp olarak tanıttı herkese. Tabii ki buna kimse bir şey diyemez. Doğduğun yer değil, hissettiğin yerdir senin vatandır. Buna kimse bir şey diyemez ama Sırp'sın diye de yapılanları görmezden gelmen ve Bosna halkının karşısında durman gerekmiyor. "Savaş karşıtı, barış yanlısıyım." demiştir fakat bu sebeple Bosna halkına sırtını çevirmiş, "Onlar abartıyor" da diyebilmiştir. Tabii bunları, yaşananları sadece bir milletin sırtına yüklememek istiyor olarak yorumlayan da var. Gerçi zamanında Bosna Savaşı sırasında Sırplar'ın liderini düelloya davet etmesi, 95 yılında yine milliyetçi bir Sırp liderine yumruk atması da bilinenler arasında. Yine de benim düşüncelerim üstteki gibi. Babası ırkçı, tamamiyle Sırp düşmanı olan birinin evladı için hiç de ağır değil bence...

Filmimize dönelim. Tsane (Uros Milovanovic) adındaki genç oğlan, dedesi Zivojin (Aleksandar Bercek) ve inekleri Cvetka ile küçük bir tepede yaşamaktadırlar. Bir gün dedesi kendi vaktinin azaldığını anlar ve torununun evlendiğini kanlı canlı görmek ister ölmeden. Bu yüzden Tsane'yi şehre yollar ve önce Cvetka'yı satmasını, sonra bir ikona almasını ve bir de gelin bulup geri dönmesini ister. Küçük Tsane, şehre indiğinde başta yabancılık çeker ancak sonra iki akrabasını bulur ve onlarla maceradan maceraya atılır. Jasna (Marija Petronijevic) adında güzel bir kızla tanışır. Köyüne geri döndüğünde ise herkesi çifte düğün bekliyor olacaktır.

Açıkçası kişisel olarak Emir Kusturica hayranı değilim. Çok filmini de izlemedim usta yönetmenin. Ancak kabataslak bakarsak hemen hemen çoğu filminde aynı şeylerle karşılaşıyoruz diyebiliriz. Balkan müzikleri, kaba güldürü, düğün. Bu filmde de var bunlar. Büyükler için masal tadında bir film. Aykırılık üst seviyede. Sahneler çok hızlı geçiyor ve farklı yerlerden başlıyorlar. Dolayısıyla konu biraz karışıyor gibi ama anlaşılmaz değil. Karakterler çok aykırı. Yufka yürekli, çalışkan bir dede, erkeğe aç bir öğretmen, Laurel ve Hardy benzeri iki kardeş, genç ve güzel bir kız, ve esas oğlanımız. En büyük absürtlük ise başroldeki erkek ve kızımızın yaşları ve evlenebilecek büyüklükte olup olmamaları. Tıpkı siyasi görüşü gibi bu filmi de farklı kişilerce farklı yorumlanıyor Emir Kusturica'nın. Masalsı bir yapısı var diye böyle diyen de var, inandırıcılıktan uzak bir Kusturica filmi diyen de.

Oyunculuklara ekstra etkileyeceğim bir şey yok. Ne çok iyi, ne çok kötü. Sırıtmıyor kısaca. Marija Petronijevic'in güzelliğine hayran kaldım ve kardeşleri oynayan Vladan Milojevic ve Emir Kusturica'nın oğlu Stribor Kusturica epey bir güldürdü. Oyunculuklardan, Kusturica'nın aslında ne anlatmak istediğine geçersek. Eski Sırbistan'da yaşamın zorluğunu anlatmaya çalışmış bize Emir. Mafyanın yükselişi, yaşam standartlarının zorluğu, sokakta bile aleni şekilde işlenen suçlar, ahlakını yitirmiş toplum. Bu tip şeyler eğlenceli bir dille anlatılmaya çalışılmış ve ortaya yer yer eğlenceli ama çoğunlukla yapay bir film çıkmış bana kalırsa. Yapaylıktaki en büyük gerekçem ise eski Türk filmlerini andıran güldürü çeşidi. Yani adamın geri geri giderken kafasını trafik levhasına çarpmasına gülmemizi mi beklemiş Kusturica anlamadım? Üstte dediğim gibi iki genç çiftin aşkı, bütün bir film boyunca Spiderman misali uçan bir adam ve filmin sonunda konup İtalya ligi maç sonuçlarını merak etmesi, hayvanlarla cinsel ilişkiye girmek gibi mantık sınırlarını zorlayan şeyler biraz da filmin tutarlılığını yitirmiş, seyircinin konsantresini bozmuş.

Toparlarsak, renkli, eğlenceli, karnaval gibi bir ortamdayız film boyunca. Evet bu Kusturica'nın felsefesi. Bizim ne kadar kafamız karışsa da o bunu bir felsefe olarak algılıyor. Hayatı laylaylom tadında yaşamak. Bunu da filme iyi aktarmış ancak benim notum yine de pek yüksek olmayacak çünkü onun anlattığı değil, seyircinin gördüğü önemlidir bence. Benim kafam da kopuk geçişlerden ve absürtlükten dolayı bir hayli karıştı açıkçası. Başarılı filmlerine nazaran sönük kalmış bir film bu. Balkan filmlerine merakınız varsa kesinlikle izlemelisiniz. Filmin en güzel olayı ise müthiş Balkan müziklerinde bitiyor. Özellikle son yarım saatlik sekansta hiç kesilmiyor müziğin sesi. 6/10

8.10.2010

Knight And Day [2010]

Knight and Day’i beğenmeniz bu fimi ne açıdan ele aldığınıza bağlı olarak kişiden kişiye değişiklik gösterecek bir yapım. Filmi bir komedi filmi olarak ele alırsanız vasat, bir aksiyon filmi olarak görürseniz saçma, duygusal bir film olarak değerlendirirseniz basit bir film olarak düşüneceksiniz. Ancak bu 3 öğe birbirine girdiğinde Tom Cruise ve Cameron Diaz’ın hatrına kendini izlettirmeyi başarabilen bir film olarak izleyicinin kafasında bir yer edecek. Özeliikle Tom Cruise’un uzun süren sessizliğinden sonra böyle bir filmle ekranlara dönmesi hayranları için her ne kadar güzel bir durum olsa da, Knight and Day Tom Cruise’un son 20 yılda oynadığı aksiyon filmleri içinde en kötü hasılatı yapması da bir o kadar üzücü ve düşündürücü.

Film komedi ve aksiyon türünde ele alınmasına rağmen ben bu filme birde fantastik türü eklemek istiyorum çünkü filmde olan olaylar fantastik filmlerde olanları aratmayacak cinsten. Vanilla Sky filminde ilk kez bir araya gelen Tom Cruise - Cameron Diaz ikilisi bu film için ideal birer seçim gibi gözükse de Vanilla Sky’da ki performanslarını arattıklarını söylemek istiyorum.

Filmde hoşuma giden noktalarda yok değil; örneğin filmi izlerken yönetmen size İspanya ve Avusturyadan oluşan küçük ama güzel bir avrpa turu yaptırıyor ve bu turda size Amerikan sinemasına damga vurmuş önemli bir isim olan Cruise eşlik ediyor. Birazda filmin konusundan bahsetmek istiyorum: Tükenmeyen bir bateri olan Zephyr her kesimden insanın sahip olmak istediği önemli bir güçtür ve bu sahip olma mücadelesi onu ele geçirmeye çalışanlarla onu korumaya çalışanlar arasında ki bir savaşa dönüşür. Amacı bu bateriyi yapan Simon’u ve baterisini korumak olan Roy Miller ( Tom Cruise ) oldukça eğitimli bir CİA ajanıdır (Adam Sandler’ın oynadığı You Don’t Mess With Zohan filmideki ajan ile kıyaslanabilecek cinsten ) zaten filmin komedi türüne girmesinin önemli sebeblerinden bir tanesi de budur. Roy, istemeyerek işlere bulaşan June ( Cameron Diaz ) ile birlikte bitmek bilmeyen bir maceranın içine buluverir kendini. Ciddi anlamda güzel ve heyecanlı aksiyonun da başlaması hemen hemen June ve Roy’un tanışmasına denk gelir.

Film için düşünülen ilk aday Adam Sandler idi ancak Sandler “ben kendimi elimde tabanca ile düşünemiyorum” diyerek rolü reddetmesi başrolü Tom Cruise’a getirir. June rolü içinde Eva Mendez düşünülmüş ancak bu rolde Cameron Diaz’a verilmiş ve böylece Cruise Diaz ikilisi birkez daha bir araya gelmiştir.

Çekim mekanları, Melrose, Danvers, New Bedford, Massachusetts, Cadiz Seville ve Salzburg olan film box office için çok büyük bir hayal kırıklığı yaratmasına rağmen 117 milyon dolarlık bütçesinin yanında 228 miyon dolarlık bir gelir elde etmesini bu filme göre oldukça başarılı buluyorum bunun yanı sıra yaşlanmış yüzüne rağmen Tom Cruise’ u tekrar beyaz perdede görmek oldukça güzeldi…

7.10.2010

Mysterious Skin [2004]

'Vayy''

1981 yılında yaşanan bir hikâyeden bahsediyor. Küçükken aynı takımda beysbol oynayan Brian ve Neil'in hayatlarını anlatmaya çalışmışlar. 8 yaşında amnezi geçiren Brian, neler yaşadığını hatırlamadığından hayatından eksilen 5 saatin uzaylılar tarafından kaçırılıp, üstünde deneyle yapıldığını sanıyor.

Neil ise o zamanlarda beysbol hocasının tacizine uğramış, geri kalan hayatı boyunca onu unutamamış ve ara sıra fahişelik yapan bir karakter. Küçükken yaşadıkları sarsıntılı olaylar sonucu hayatları kesişen bu 2 genç yıllar sonra tekrar karşılaşacaktır. Çünkü Brian, Neil'in uzaylılar tarafından kaçırılması hikâyesini ona anlatabilecek tek insandır.

Arada kaldım. Zaten film şu anda bitti, size hiçbir şey söylemesem bile yukarıdaki açıklamadan filmin nasıl başlayıp gittiğini ve daha sora nasıl bittiğini tahmin edersiniz. Bu kötü bir şey, tahmin edilebilir olması. Karar veremedim filme hangi açıdan bakmam gerektiğine karar veremediğimden;

Sinemasal olarak bakıldığı zaman çok boş bir film olmuş gerçekten. Yukarıda söylediğim gibi sinemasal açıdan hiçbir tatmin verecek yanı yok. Birazcık hızlı akmasını beklersiniz bu filmlerin. Tamam, dram filmi ne kadar hızlı ilerler ama sahneleri uzun tutmanın fazla bir getirisi olacağını sanmıyorum. Konuyu yavaş ilerletirsin ama hem konu hem film yavaş olduğu zaman film çekilmez oluyor. Yok, yani söylenebilecek bir şey yok.

Kesinlikle +18 bir film hani aileyle ya da çocuklarla izlenemeyecek gibi. Açık hiç bir sahne yok ama zaten olmasına gerek de yok. Bu haliyle bile yeterince vurgu yapıyor. Eşcinseller üstüne işlenmiş bir film olduğunu artık söylememe gerek yoktur sanırsam yukarıda onca şey bahsettikten sonra. Daha çok ufak yaşta annelerin ve babaların dikkat etmesi gerektiğini kesinlikle vurgulamışlar. Ufak yaştaki çocukların başlarına böyle bir şeyler geldikten sonra geri dönüşün ne kadar imkânsız olduğunu ve bunun nerelere varabileceğinin en iyi örneği bir film. Tekrar söylemekte fayda var, açık sahneler yok ama baya başka şeyler var. Eşcinsel filmlere karşı bir önyargınız olmadan izleyecekseniz izlemenizi tavsiye ederim yoksa tahminen 30 dakikadan daha fazla izleyemezsiniz.

Halen kararsız kaldım film hakkında işlenen gerçekten ağır bir dram olmasına karşın beni fazla etkileyemedi. Olması gereken başka bir şeyler vardı sanırsam ya da konu fazla enterese etmedi beni. Fazla bir şey söylemekte istemiyorum çünkü hassas bir konu olduğunun farkındalığı içerisindeyim. İsterseniz izleyin biraz dram görün, istemezseniz bulaşmayın. Not vermeye gerek görmedim...

6.10.2010

Clash Of The Titans [2010]

Clash of the Titans aslında 1981 yapımı aynı isimle gösterime girmiş bir filmin üstün teknoloji ile yeniden çekilmiş hali. Ancak filmin, 3 boyutlu bir sinemada izlenmediği taktirde kendisini çok fazla belli etmeyi başaramadığı da önemli bir gerçek. Ben filmi bilgisayarimda izlediğim için filmi diğer mitolojik filmlerden farklı bir yere koyamadım oysaki mitolojik konulara sahne olan her film gibi bu filmin de gösterime girmesini sabırsızlıkla bekledim. Ancak filmde beklediğimi bulamadim. Buna rağmen antik şehirlerdeki savaş sahneleri izleyiciyi o doneme götürmeye yetiyor.

Mitolojinin kültürümüze olan etkisi kesinlikle yadsınamaz bir gerçek. Örneğin samanyolu ya da Bosfor gibi kelimelerin kökeni hep mitolojik dönemdeki hikayelere dayanmıştır. Mitoloji ,kültürümüzü etkilediği gibi kültürümüzün vazgeçilmez birer parçası olan edebiyat müzlk resim ve sinemayı da etkilemiştir. Her zaman ilginç öykülere dayanan mitler, yönetmenlerin de fantastik boyutta vazgeçemediği bir bilim dalı olmuştur. Eninde sonunda her filmin ucu öyle ya da böyle mitolojiye dayanmıştır.

Her ne kadar gerçekliği tartışılsa da önemi yadsınamaz öykülerden oluşan ve insanların soylarını Zeus’a kadar dayandırmak istemelerinin bir çabası olarak ortaya çıkan mitler her bölgede farklılık gösterir. Buna sinema ya da edebiyat ta dahildir. İşte bu noktada sözü filmimize getirmek istiyorum. Her ne kadar insanlarla tanrıların arasındaki bir savaşı konu alsa da, Clash of the Titans aslında Perseus isimli yarı tanrı yarı insan olan bir adamın hayatını konu alıyor ancak bugüne kadar Perseus ile ilgili okuduğumuz kitaplardan çok çok farklı bir biçimde resmedilmesi film ile ilgili gözüme çarpan ilk eleştiri. Biraz Herkül’den biraz Achilles’ten alınarak yaratılmış Perseus bir mitoloji hayanı olan benim hiç hoşuma gitmedi. Bunun yanı sıra Tanrı savaşları olarak çevrilen türkçe ismi de filmin anlattığı konuyu hiçbir şekilde yansıtmıyor kaldı ki filmde anlatılan öykü insanlar ve tanrılar arasında geçen bir savaş. İnsanların tanrılara olan isyanı, ya da tanrılarla istedikleri an konuşabilmeleri onlarla iç içe yaşamaları antik çağ dönemindeki tanrı inancını da gözler önüne seriyor.

Film ilk olarak üç boyutlu olarak düşünülmediğinden gösterime giriş tarihi 26 Mart 2010 olarak açıklanmıştı ancak daha sonra yapımcıların aldığı ani bir kararla film 3 boyutlu olarak değiştirlmiş ve gösterimi 2 Nisan 2010 tarihine ertelenmiş. Warner Bros filmin yayın haklarını 1996 yılında satın almasına rağmen filmi 14 yıl sonra çekmesi ise bu film için sinema teknolojisinin yeteri kadar gelişmediği sonucuna bağlandı. Filmin başrollerinde Avatar ile yıldızı parlayan Sam Worthington, Ralph Finnes ve Liam Neeson’u görmek mümkün. Kaliteli oyuncuları bünyesinde barındırmasına ve 3 boyutlu olmasına rağmen beklentileri fazla karşılayamamış bir film olan Clash of the Titans muhteşem reklamları sayesinde 493 milyon dolarlık bir gişe hasılatına imza atmış bir yapım…

5.10.2010

Yes Man [2008]

Bazen her insan değişik bir depresif döneme girer. Ben sanırım o dönemi en uzun süre yaşayanlardanım. 1-2 yıldır yani. İşin ilginç tarafı ise içinde bulunduğum bu dönem beni bir hayli mutlu ediyor. Yani, fazla dışarıya çıkmamak, çoğunlukla evde takılmak. Eskiden haftanın 5 günü dışarıdaysam, şimdi 2 günü dışarıdayım. Okula falan gitmeyi saymıyoruz tabii, şu "arkadaşlarla takılmak" kısmı bahsettiğim. Son bir kaç yıldır bu fikir bana eskisi kadar heyecanlı gelmiyor. Evde oturup, nette sörf yapmak veya dizi/film izlemek sürekli yaptığım ama asla beni sıkmayan hobiler. Bu gidişle yalnız kalacağım belki ama bana sorarsanız ben bundan bir hayli mutluyum ve hiç şikayetim yok. Sanırım benim de şu "Evet deyin hayatınız değişsin." mottolu seminerlere katılmam gerek.

Giriş paragrafı filmin konusu hakkında azıcık fikir sahibi olmanızı sağlamıştır herhalde. Carl Allen (Jim Carrey) isimli adamımız, bu ruh halinde epeydir. Sevgilisinden ayrılmış ve yaşama heyecanını kaybetmiş. Sürekli evde takılıyor, işi bir rutin halini almış olaylardan ibaret. İş dışında da evden sadece dvd almak için çıkıyor. Herşeye "hayır" diyor, telefonlara bakmıyor, dışarı adım atmıyor. Ancak bir gün, eski bir arkadaşının tavsiyesiyle şu bahsettiğim seminerlerden birine katılıyor ve orada bulunan aşırı karizma sahibi, ikna kabiliyeti dünyanın en iyisi olan Terrence Bundley (Terrence Stamp) ile tanışıyor ve Terrence bunu herşeye "Evet" demesi yönünde ikna ediyor. O binadan çıktıktan sonra Carl'ın hayatı tamamen değişiyor ve Carl ne olursa olsun önüne gelen her şeye evet diyerek masalsı bir hayat yaşamaya başlıyor. Allison (Zooey Deschanel) adında bir kızla tanışıyor ve yakınlaşıyor. Ancak bir süre sonra herşeye evet demenin aslında doğru olmadığı gerçeğiyle karşılaşıyor ve bu evet/hayır oyununun içgüdüyle yapılması gerektiğini anlayarak bu karmaşanın içinden çıkmaya çalışıyor.

Peyton Reed'in yönetmenlik koltuğunda oturduğu Yes Man, sadece içi boş komedi diyemeyeceğimiz bir film. Jim Carrey'nin son zamanlarda kariyerinin yönünü değiştirdiği ve daha ciddi filmlerde rol aldığını biliyoruz. Eternal Sunshine of the Spotless Mind ve The Number 23'ten sonra bu filmle karşımıza çıkınca şaşırdık açıkçası ama izlediğimizde anlıyoruz ki bu film zaten salt Jim Carrey komedisi değil. Evet, içinde Jim Carrey'nin mimikleriyle kırıp geçtiği bir kaç sahne var ama diğer filmlerine nazaran çok daha az. Film her şeyden önce bir feel good movie, yani yaşama sevinci veriyor, yaşama sevincini arttırıyor. Bunda filmin gidişatı dışında payın büyük bölümü de Zooey Deschanel'e ait. Deschanel'e övgü kısmını bir diğer paragrafa bırakıp filmi anlatmaya devam edeyim, eheh. Filmde Red Bull, Ducati, Dell, Nokia gibi markaların aleni reklamı yapılmış. Hatta Red Bull'un reklamını yapacağım diye zorlama bir espri konulmuş ama o espriye de sesli gülmedim değil. Karl Marx esprisi ve filmin başında videocuda Bradley Cooper ile konuşulan sahnede epey komikti. İranlı eş bulma olayı ise komik olduğu kadar tehlikeli ve açıkçası bulaşılmaması gereken bir sahneydi bana göre. Sonuç olarak oyuncu kadrosu iyi, komedi düzeyi orta, araya yer yer Jim Carrey mimikleri sıkıştırılmış, ama genelde romantik komedi tadında, insanın içini gıdıklayan, sevimli mi sevimli bir film Yes Man.

Oyuncu kadrosu güzel dedik, Jim Carrey, Zooey Deschanel, Bradley Cooper, Rhys Darby, Terrence Stamp, Molly Sims. Jim Carrey zaten oynadığı filmlere damga vuran bir ağabeyimiz. Bir hayli yaşlanmış ama enerjisinden bir şey kaybetmemiş. Yine efsane mimiklerinden bir parça sunuyor bizlere. Mimik kabiliyeti dolayısıyla dramatik sahnelerde de o komik Jim Carrey kayboluyor ve yerine bazen romantik, bazen mutsuz Jim Carrey izliyoruz. Bradley Cooper nispeten az yer alıyor filmde. Ancak en az Jim Carrey kadar iyi oynayan iki isim daha var: Terrence Stamp ve Rhys darby. Hele Rhys Darby mimikleriyle, ilk defa uzun metraj bir filmde yer almasına karşın Yeni Zelanda'nın Jim Carrey'si olduğunu gösteriyor adeta. Gelelim Zooey Deschanel'e. Açıkçası Zooey'i müzikal olarak da, oyunculuk anlamında da seven biri değilim. Ancak onun herhangi bir yerde bulunması bile ortamın neşe ve mutluluk kaynağını yükseltiyor. Tatlı yüzü ve mavi gözleriyle hiç bir şey yapmasa da sevilen bir isme sahip. Jim Carrey'e de iyi eşlik ediyor ve güzel bir ikili izliyoruz film boyunca.

Her şeyden önce Glee sayesinde tanıştığım Journey grubunun efsane şarkılarından Separate Ways ile giriş yapılması, Carl Allen'ın telefonunun zil sesinin Separate Ways olması ve Carl'ın Ducati ile Allison'ın yanına gittiği zaman giren Separate Ways için bile izlenir film. Şahsen ben filmi izledikten sonra şu kısmen "Hayır Adam" hayatımdan vazgeçmedim ama izleyen bir çok kişi etkilenmiştir, etkilenecektir diye düşünüyorum. Liar Liar'a benzese de ondan daha ciddi olduğu kesin. İzlenesi... 8/10

4.10.2010

The American [2010]

Üniversite başladı ve biz de ilk günlerden okulu asıp sinema yollarını aşındırdık. Bu sefer yalnız izlediğimiz film, George Clooney'nin The American'ı oldu. Bunun tek sebebi ise, "gideceğim, en yakın seanstaki herhangi bir filmi izleyeceğim ve eve geri döneceğim" mottosuyla evden çıkmam ve herhangi en yakın seanstaki filmin The American olmasıydı. Hakkında hiç bir yazı okumadığım, fragman izlemediğim -ki normalde de fragman izlemem, orası ayrı-, afişine bile bakmadığım bu film ile ilgili düşüncelerim aşağıda olacak, öncesinde başka bir konuya değinmek istiyorum. Neden bir çift, sevişmek için sinema salonunu tercih eder? Neden? Yabancıların bir deyimi vardır: "Get a room", sevişmek istiyorsanız boş bir oda bulun, insanları rahatsız edin anlamında. Sinema salonlarının girişine bu cümle asılmalı bence. Haydi bu çift, liseli olsa bir nebze anlarım da, kocaman kocaman insanların bu tip çocuksu şeyler yapması mide bulandırıcı, elbet böyle bir fantezileri yoksa. Haydi her şeyi anladım, neden film boyunca muhabbet edersiniz, muhabbet etmek için sinemaya gelen çiftler olduğunu düşünüyorum. Bence çok romantik de değil bu. Onlarca cafe falan var bu iş için. Teallam, deli ettiler adamı akşam akşam...

Jack, ya da Edward ya da Mr. Butterfly (George Clooney), işini çok iyi yapan ama artık bezmiş bir tetikçidir. İsveç'teki iş umduğu gibi gitmeyince, son işi olarak gördüğü işi yapmak için İtalya'da küçük bir kasabaya gider. Son zamanlarda bu işlerden sıkılıyordur çünkü artık hayatını yaşamak istemektedir. Bu yüzden İsveç'teki işi umduğu gibi gitmemiş çünkü hayatına bir kadın sokmuş, konsantresini kaybetmiştir. Hayatıyla işini bir arada götürmesi gereken son kişidir bu dünyada, tetikçi. İtalya'da da daha fazla yalnız kalamaz ve işi sırasında bir peder (Paolo Bonacelli) ile arkadaşlık yapar, bir fahişe (Violante Placido) aşk yaşar. Bir süre sonra yine işler umduğu gibi gitmemeye başlar ve bunu fark etmesi uzun sürmez.

Martin Booth adlı İngiliz yazarın A Very Private Gentleman isimli kitabından uyarlanmış bir hikaye bu. Anton Corbijn isimli yönetmenin 2. uzun metraj filmi. Corbijn eskiden Depeche Mode, U2, Metallica gibi grupların kliplerinde yönetmenlik yapıyordu. İlk filmi Control tutunca, bu sektöre elini tamamen attı gibi 2 filmiyle ve yeni filmlerini merakla bekleyen kendine has fanlar oluşturmuş durumda öyle gözüküyor ki. Filme geçelim, afişinden ve George Clooney isminden yola çıkarsak bu film, seyirciye bol aksiyon, yüksek gerilim, non-stop hareket, yakın dövüş, entrika vs. vaat edebilir. Yok öyle bir şey. Yani var da, yok desek daha doğru olur. Aslen fotoğrafçı olan Anton Corbijn, bizlere filmde müthiş manzaralar gösteriyor. İsveç ve İtalya'dan müthiş kareler izliyoruz. Film çok ağır ilerliyor. Ağır filmleri severim, genelde uzun diyalogları olur ancak bu filmde diyalog da yok denecek kadar az. Sanki 10-15 tane kısa, sessiz film birleştirilmiş gibi. Hani Jack, peder ile konuşmasa gerçekten diyalog olmayacak. Bu arada ilginç bir ayrıntı, Jack kendini İtalya'daki kasabada halka fotoğrafçı olarak tanıtıyor, kitapta ise ressam olarak tanıtıyormuş ve sürekli kelebek resimleri çiziyormuş. Yönetmen, fotoğrafçı olduğu için bunu değiştirmiş ama kitaba gönderme yapmayı da unutmamış. Jack'in sırtında bir kelebek dövmesi var, film boyunca tırtıl ve kelebek görüyoruz yer yer ve Jack, kelebekle ilgili bir kitap okuyor bir sahnede.

Sanki Jack, ömrü kelebek kadar kısa olan ve o kısa hayata işinden dolayı fazla şey sığdıramayan ama bir an önce işinden kurtulup sığdırmak isteyen biri gibi. Bu yüzden onunla ortak çalışan Mathilde de, sevgilisi fahişe Clara da ona "Kelebek adam" diyor yer yer. Bu görünürde soğukkanlı ama içinde patlamalar yaşayan tetikçiyi mimikleriyle çok iyi canlandırmış George Clooney. İtalyan sinemasının ünlü oyuncusu Paolo Bonacelli, iş vereni Pavel'i canlandıran ohan Leysen, filmin İsveç'te geçen ilk sahnesinde görülen Irina Björklund, son görevini ona bildiren Mathilde'yi oynayan Thekla Reuten ve fahişe sevgilisi Violante Placido'dan da sırıtmayan oyunculuklar gelmiş.

Yazının burasına kadar yazdıklarıma göre her şey çok iyi gibi. Değil işte. Totalde baktığımızda The American, George'un kariyerinin ikinci baharında para kazanmak uğruna fazla yorulmadan çekilmiş bir filme benziyor. Öyle ki, filmin içi boş. Filmden çıkacak bir mesaj yok. Kimseye bir şey vaat etmiyor. Ne tam geriyor, ne de sizi sıkıyor. Arada kalmış bir film gibi işte. George Clooney'nin yarı çıplak spor yaptığı sahneler kadın izleyiciler için, Clara'nın çırılçıplak seviştiği sahneler ise erkek izleyiciler için zevkli anlar. Bunun dışında bir de görsel ziyafet var. Açıkçası uzak durun diyemem ama izlemeseniz hiç bir şey kaybetmezsiniz diyebileceğim bir film The American. 5/10