16.10.2010

Crazy Heart [2010]

Birçokları için oyuncuların, konunun önüne geçtiği filmleri anlatmak, yazmak oldukça zor olmuştur. İşte bu filmde onlardan bir tanesi. Filmin çok yönlü değil ama komplike bir yapısının olması ve bu komplike yapıya birde muhteşem bir oyunculuğun dahil edilmesi filmin anlatımını ve işleyişini zorlaştıran en önemli etkenlerden. Çünkü filmde işlenen her konuda geçmişe duyulan özlemin varlığı, Bridges’in her jestinden, her mimiğinden bir anlam çıkması ve bu anlam bütünlüğünü Country müzüğin büyülü dünyası ile örüp işlemek, filmi bir sinemasever için ayrı bir yerekoymaya yetiyor.

En anlamsız cümleleri dahi duygusal bir müzik eşliğinde söylediğinizde nasıl ki etkisi farklı olur ise en duygusuz bir filmi de birbirinden farklı ama tarz olarak bir bütün olan birçok müzik eşliğinde izlediğinizde etkisi aynı derecede farklı olacaktır. Kaldı ki müziğe hayatını vermiş ve bu uğurda birçok şeyinden vazgeçmiş bir adamın sanal biografisine tanık olduğumuz Crazy Heart’ın müzik ile örülmeden işlenmesi zaten düşünülemezdi.

Filmin güzelliği sanatın, müzik ve edebiyat gibi dallarından beslenmesinden ve onları beslemesinden kaynaklanıyor. Biraz bu etkileşimden bahsetmek istiyorum. Film, çıkış olarak fikrini Thomas Webb’in 1987 yılında yazdığı yine film ile aynı ismi taşıyan romanına dayandırıyor. Ancak yapımın işlenişi ve beyazperdeye aktarılış biçiminde değişikler olduğunu da söylemek lazım örneğin roman, Bad’in 24 yıldır görmediği oğlunu görmeye gitmesi bitiyor ancak filmin sonu bundan daha farklı bir biçimde sonlanıyor. Ancak yine de etkileşim adına film konusunu bu romandan almıştır ve romana olan borcunu film gösterime girdikten sonra yıllar önce basımdan kalmış romanın 2010 yılında tekrar basıma girmesi ile bir yerde ödemiştir. işte sanat dalları arasındaki karşılıklı etkileşimin en güzel örneği budur. Bunun yanısıra müziğin filme yaptığı katkı, filmin müziğe yaptığı katkı ile aynıdır. Bu film sayesinde country müzik birkez daha adını duyurmuştur ve Country müzik dalında belkide ilk kez bir parça ( The Weary Kind ) oscar almıştır. Bunun yanısıra filmin müzikleri de, yapımı oldukça akıcı bir müzikal haline sokmuştur bu da müzik – sinema etkileşiminin bir örneğidir.

Bir zamanlar oldukça popüler bir söz yazarı ve şarkıcı olan Otis “Bad” Blake bir bowling salonuna girmesi ile birlikte film başlar. Bu dakikadan itibaren filmde gençlik döemine özlem duyan ancak bunu asla belli etmeyen elindeki ile yetinmeye çalışan 57 yaşında alkolik bir efsane olan Blake’in o dönemden sonraki hayatına tanık olmaya başlıyoruz ve film içinde geçen dialoglar sayesinde geçmişte nasıl bir adam olduğunu öğreniyoruz ancak yönetmen biran bile izleyicinin, oyuncunun geçmişine dönmesine izin vermiyor. Bu oldukça başarılı bir yönetmenlik maharetidir. İzleyicinin kafasında konuyu dağıtmadan bir önceden bir sonradan sahneler vererek bir filmi işlemek filmin güzelliğinin ve profesyonelliğinin başka bir göstergesidir. Geçmişteki tecrübesizlikleri ile belkide vurdumduymazlığı ile yaşamının son demlerine gelmiş ve yalnız kalmış bir adamın müziğe ve alkole sarılması filmdeki dramanın en üst düzeyde olduğu bölümlerdendir. Her ne kadar içinden “keşke böyle olmasaydı” diye haykırsa da bunu dışarıya asla belli etmeyen, hayatından memnun bir müzisyen imajı yaratmaya çalışan “Bad” belkide buradaki sessiz haykırışları sayesinde oscarı aldı. Çünkü filmde dialoglarla örülmüş bir oyunculuktan çok jest, mimik ve bakışlarla konuşan ve sözlerden daha etkili olan bir oyunculuk söz konusu. Bazen duyguların sözler dışındaki hareketlerlerle belli edilmesi kişide daha derin bir yankı uyandırır işte burdaki oyunculukta izleyicide derin yankılar bırakıyor. O yüzden filmin sonuna gelindiğinde dahi, filmin başında anlatılan konu veya verilen mesaj unutulmuyor.

Her ne kadar sarhoş bir müzisyenin basit ve sıradan hayatını anlatan bir film gibi gözükse de filmdeki anlatış biçimi müzik ile örgüsü ve Bad’in vücüdu ile oynadığı oyunculuk, örneğin çaldığı barlardan birinde tanıştığı bir kadın ile yaşadığı tek gecelik ilişki sonrası sabah olunca yataktan kalması ya da o yataktan kalkış şekli filmin sihirli yönlerinden biridir.

Bad, yalnız olsa da bunu sorun etmeyen bir insan modelini çizmeye devam ettiği sırada tanıştığı ve ilişki yaşamaya başladığı Jean Craddock ( Maggie Gyllenhaal) ve onun oğlu Buddy, Bad’e aslında yalnız olduğunu ve yanlızlıktan korktuğunu anlatmaya yetiyor. Bad’in Buddy’i kendi oğlu gibi sevmesi ve sahiplenmesi aile ve birliktelik gibi duygulara olan özlemini ve bu duyguları hiç tatmadığını izleyiciye gösteriyor.
Filmin yapımı esnasında yönetmen Scott Cooper bu filmi aslında Megle Haggard’ın bir biografisi olarak düşünüp ona göre uygulamak istemiş ancak telif hakları nedeni ile Haggard’ın biografisinin hakları alamamış ve bu yüzden Jeff Bridges’in oynadığı “Otis Bad Blake” rolü “Waylon Jennings”, “Kris Kristofferson” ve “Megle Haggard”’ın hayatlarının bir karışımı şeklinde ele alınıyor. Filmde Yardımcı oyuncu Colin Farrell ve Jeff Bridges şarkıları kendi sesleri ile seslendiriyor. Film ciddi anlamda gerçek bir emeğin ürünü bunu sadece filmdeki yapımcı sayısına bakarak bile anlayabilirsiniz.

Jeff Bridges’in geri dönüşümü açısından da oldukça olumlu bir film ve kesinlikle başrol için yerinde bir tercih olmuş. Çekim mekanları New Mexico ve Amerika’da country müzğin en popüler olduğu bölgeler olan / Houston Arizona, Teksas ) Crazy Heart ekonomik açıdan çok fazla ses getirememesine rağmen sanatsal açıdan sinema açısından oldukça önemli bir yapımdır. Zaten yönetmenin de oluşturmak istediği kurgu, ekonomik kaygıdan çok sanatsal kaygı olduğundan film hakettiği yere gişe de gelemese dahi sinema ve sanatta geldiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Öyleki 7 milyon dolar gibi Amerikan sinemasına göre oldukça düşük bir bütçe ile çekilmeş olan Crazy Heart tüm dünyada 46 milyon dolarlık bir hasılat elde etmiş. Bundan daha da önemlisi iki dalda oscara layık görülmüştür. İşte ciddi anlamda her sinemacının izlemesi gereken “sanat adına sinema yapmak” fikrinin öncülerinden olan Scott Cooper bu filmde de çizgisini koruyarak tarzını bir adım daha ileriye götürüyor…

0 Yorum :