24.12.2010

Yeni Yılınızı Kutlarız!

Bütün ekibim adına yeni yılınızı kutlar, 2011 senesinin sağlık,mutluluk getirmesini dilerim. 2011 yılına kadar ufak bir ara vererek aranızdan ayrılıyoruz.

Yeni yıldan sonra yeniliklerle birlikte tekrar görüşmek dileklerimizle...

-unjustlucifer

23.12.2010

Truands [2007]

Biraz daha ileriye gidip, şimdi derste bile görüyoruz, çıplaklık ve soyunma arasında fark var mıdır? Evet, vardır. Madem ikisi arasında fark varsa filmlerde kullanılan çıplak sahne diye kibar bir şekilde tabir edebileceğimiz durumları da ayırmak gerekiyor. Bir aşk filmi olur, birbirinden hoşlanan iki insan yatağa girer ve erotizm yaşarlar. Bir ileri safhası, birbirlerini seven iki insan yatağa girer ve sevişirler, ama bize tamamını izletilmez. Çarşaf örtülür, ya da ön sevişmeden sonraki kısım kesilir, sabah olur. Ama bu nedir? Tanışma, ön sevişme, boşalmaya kadar giden yolu izlemek zorunda mıyım?

22.12.2010

Adını Sen Koy [2009]

Film klasik bir Türk aşk filminin bütün özelliklerini taşıyor. Birbirine âşık olan bir çiftimiz var ve evlenmek üzere. Ama her şey bu kadar basit olmamalı diyerek araya Can’ın en yakın arkadaşı düğün öncesinde giriverir. Almanya’da çalışıyordur ve nikah şahidi olmak üzere Türkiye’ye gelir. Can’ın en yakın arkadaşına, sevgilisinin resimlerini göndermesinden sonra hayat onun için daha zor gitmeye başlamıştır. Zaten anne ve babasının erken ölümü yüzünden genç yaşta hayata küsen Ilgaz..

21.12.2010

Fish Tank [2009]

İngiliz kadın yönetmen Andrea Arnold’un yoksul bir mahallede yaşayan 15 yaşındaki asi mizaçlı Mia’nın verdiği yaşam kavgasını anlatan Fish Tank filmi, Cannes‘da yarışmaya kabul edilen ilk vampir filmi Park Chan-wook imzalı Susuzluk (Thirst) ile Jüri Özel Ödülü’nü paylaştı.

Hayatını dans üzerine kurmaya çalışan ve aynı zamanda her türlü sorumsuz harekette bulunan bir kızın hayatının bir parçasını izliyoruz. Bunlara birde annesinin rezalet yaşam tarzı eklenince hikâyemize biraz daha malzeme ekleniyor. Eve gelen erkekler, partiler, sevişmeler, umursamaz tavırlar.

17.12.2010

Romantik [2007]

Gel de karar ver hadi. Gel de şimdi bu filmin hesabını ver.

Okan ve Teoman gibi kendi alanlarında usta 2 oyuncunun başrollerini paylaştığı bir projeyi izledim. Konu olarak anlatmam gerekirse;

Ömer ve Gökhan yakın iki arkadaştır. İkisi de aynı kızı severler… Ağzından tek bir kelime bile çıkmayan, dilsiz sandıkları Yasemin adlı bir kızı… Ömer istemeden bir cinayet olayına karışıp kaçmak zorunda kalır. En yakın arkadaşı olan onun mektuplarını Yasemin’e ulaştırmaz ve genç kızla beraber olur. Yıllar sonra Ömer döndüğünde…

16.12.2010

Romantik Komedi [2009]

Türk filmleri konu olduğu zaman aşağılamak ya da dibe sokmaktan daha basit bir şey yoktur herhalde sinema anlayışımızda. Çalıntı senaryo, gereksiz konu, çakma karakterler deyip geçmek bir o kadar basittir. Tarafsız ve boş bir kafayla şu filmi gerçekten incelemek istiyorum;

Metropollerde yaşayan kadın ve erkek ilişkileri hakkında çok eğlenceli ve samimi bir anlatım diline sahip olan film, Aşkın, dostluğun, arkadaşlığın ve insanların içinde bulunduğu şehir yaşamının, hayattaki yerini vurgulayacak.

Şimdi bir düşünelim hızlıca, kendi adıma izleyip de üstüne pislediğim bir sürü Hollywood yapımı film var, kimisinde senaryonun..

15.12.2010

Mustafa Hakkında Herşey [2004]

‘’ Mustafa’nınki Hakkında Her şey ’’ aslında daha güzel bir film ismi olabilirmiş, ama sizde gördüğünüz üzere okunduğu zaman akılda çok güzel, mantıklı bir etkileşim yaratmıyor ne yazık ki…

Mustafa’nın örnek bir yaşamı vardır. İyi bir işi mükemmel bir eşi dünya güzeli bir çocuğu vardır. Fakat bu eşsiz yaşamı bir kazayla aniden darmadağın olur. Karısı yabancı bir adamla trafik kazası geçirmiş ve hayatını kaybetmiştir. Sır dolu yabancı ise hastaneye kaldırılır.

Mustafa karısının adamla olan ilişkisini öğrenince çılgınca bir plan yapar. Taksi şoförü Fikret’i kaçırıp şehirden uzak bir yere götürür, böylece karısının gizli yaşamı...

14.12.2010

Jonah Hex [2010]

‘’Asla beklemediğim bir şey ile karşı karşıya gelmek’’

19. yüzyılın sonlarında geçen filmde ödül avcısı olan Jonah Hex, Voodoo büyücüsü olan Quentin Turnbull’un izini sürüyor. Turnbull’un amacıysa Güney müttefiklerini ölümsüzler ordusuyla birlikte serbest bırakmak. Western’in yanı sıra aksiyon, gerilim ve dram gibi birçok türe göz kırpan film oldukça merak uyandırıyor.

Western tarzı filmlerle aramın çok olduğunu ya da çok sıkı bir western takipçisi olduğumu söyleyemem. Ama arada izlemek elbette zevk veriyordur. Biraz önce kullandığım üsluptan ötürüdür ki bu tarz bir film bana çok eğlenceli geldi. Aslında farkındayım, içerik olarak öylesine boş ve gereksiz ki…

13.12.2010

The Social Network [2010]

İnsan hayatını ilgilendiren herşeyin, sinemanın konusu olduğunu ve bu yüzdensinemanın da sanatın bir dalı olarak kabul edilmesinin gerekliliğini daha önce birçok yazıda belirtmiştim. The Social Network filmide 500 milyonluk bir kullanıcı kitlesine sahip olan Facebook isimli sitenin doğuşunu, gelişmesini Mark Zuckerberg merkezli olarak ele alıyor. Filmin son derece kaliteli ancak gösterime girdikten sonra da Facebook’un gerçek sahibi Mark Zuckerberg’in tepkisine yol açmış bir film. Filmdeki dramanın aslında kendi hayatıyla hiçbir ilgisinin olmadığını ve yapımda anlatıldığı gibi Facebook’u bir kız yüzünden kurmadığnı birçok kez dile getirdi. Ama yinede paranın olduğu yerde yalanın ve ihanetin bol olduğu gerçeğinden yola çıkarak, Zuckerberg’in söylediği gibi olmasa bile yine de başka şekillerde zorluklar yaşandığını düşünüyorum.

Filmin yönetmenliğini Alien 3, Se7en, ve Fight Club gibi oldukça üst düzey filmlerin de yönetmenliğini yapmış David Fincher üstlenmiş. Zaten filmin, yönetmen ve oyuncu kadrsonun gördüğünüzde filmin kalitesi ile ilgili az çok çağrışım yapabilirsiniz. Her ne kadar Facebook’un hiçbir çalışanı filme dahil olmasa da isimlerinin hatta sitenin isminin dahi birebir kullanılması konusundaki izinlerin nasıl alındığını merak ediyorum. Çünkü az önce e belirttiğim gibi Zuckerberg’in film ile ilgili ciddi eleştirileri vardı ve “en azından ben hayattayken böyle bir film yspılmamalıydı “demesi isminin telif haklarını satması konusunda sıkıntı yaratabilirdi diye düşünüyorum.

Hem fiziksel benzerliği hem de son yıllarda oyunculuğu ile oldukça fazla yol kateden Jesse Eisenberg, filmdeki Mark Zuckerberg rolü için bence oldukça yerinde bir tercih. Eisenberg’in yanısıra Andrew Garfield, Justin Timberlake’de filmde göze çarpan diğer oyuncular. İnsanların yakından bildiği, ilgilendiği bir konunun beyazperde için ilgi çekici olması başarıyı getirdiği gibi, eğer yapım kaliteli ise gişede de bir o kadar memnun edici sonuçlar doğurabilir. Her ne kadar bu film için gişe tahminlerim çok daha yüksek olmuş olsa da 50 milyon dolarlık çekim masraflarına karşın 150 milyon dolarlık bir gişe hasılatı da o kadar kötü değil. Ancak son dönemlerin en popüler oluşunlarından biri olan Facebook’un filminin daha etkileyici sonuçlar doğuracağını düşünüyordum

Facebook ekibi dışında genel olarak olumlu görüşlere yer verilen film aslında Ben Mezrich’in 2009 yılında yayınladığı The Accidental Billionaires isimli kitabına dayanıyor. Bu sayede film ile ilgili edebiyat sinema işbirliği diyebiliriz. Yani kısacası yönetmenden oyunculara kadar kaliteli bir ekip, son derece ilginç ve popüler bir konu, güzel film müzikleri ile kaliteli yapımlar arasına sokabileceğimiz bu film imdb’nin en iyi 250 film listesinde 8.4 puan ile 114. sırada bulunuyor bu sıralama bile filmin izleyicinin gözünde kaliteli bir yapım olarak kabul edilmesinin kanıtıdır.

12.12.2010

There Will Be Blood [2007]

8 dalda oscar’a aday olup bunların ikisini ( En iyi sinematorgafi ve en iyi erkek oyuncu ) kazanan There Will Be Blood, izleyiciye iki ayrı film izlenimi veren bir yapım. Öyleki filmin ilk bölümünde elmas avcılığı ile başlayıp petrol işine dönen normal bir adamın zekasını ve girişkenliğini anlatırken ikinci bölümde aynı adamın zengin olduktan sonraki değişimini ve caniliğini konu alıyor, ancak her ne kadar iki ayrı film gibi gözükse de aslında bölümlerin birleştirilmesindeki ustalık sayesinde birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak örülüyor. Bana kalırsa filmin bu kadar başarılı olmasının ana sebebi de budur. Çölde bulduğu bir bebeği, topraklarını satın almak istediği insanları etkilemek için kullanan Daniel’in buradaki şeytani zekasına hayran olmamak mümkün değil.

Özellikle 2002 yılında 10 dalda oscar’a aday olan Gangs Of New York filmindeki muhteşem oyunculuğu ile kariyerinin önünü açan Daniel- Day Lewis 2007 yapımı There Will Be Blood filmindeki olağanüstü performansı ile bu kez bana göre sonuna kadar hakettiği en iyi erkek oyuncu dalında oscarı alıyor. Özellikle 80. Oscar ödüllerinde Juno ve Coen kardeşlerin No Country For Old Men filmleri ile yarışan There Will Be Blood, yine de bu iki film içinde önemli sayılabilecek 2 adet oscar alması, ciddi anlamda kıyasıya bir rekabete sahne olan 80. oscar ödülleri için başarı sayılabilir.

Film birebir olmasa da,Upton Sinclair’ın 1927 yılında yazdığı ve Oil ismini taşıyan romanına dayanıyor. Ancak romanı okuyup filmi izleyenler kitap ile filmin birbirinden çok farklı şeyler anlattığını söylüyorlar. Film Güney California’da 19 yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında petrol patlaması denilen bir döneme denk geliyor. O bölgede, her tarafta petrol olduğunun söylenmesi insanların gözlerini parlatsa da o dönem ki teknoloji ile o petrolü yeryüzüne çıkarma işini sadece birkaç kişi yapabiliyordu. İşte bu işi yapabilen insanlardan bir tanesi de Daniel Plainview idi. Kendine özgü tekniklerle bulduğu petrolü çıkarmak için yer sahipleri ile anlaşan Daniel oğlunu da iş ortağı olarak tanıtıyordu. Zekasının yanısıra insanları ikna etme yeteneğine de sahip olan Daniel, hem çalışkanlışı hem de kıvrak zekası ile kısa sürede zengin olur. Ancak zrngin olma sürecinde çalıştığı bir bölgede yaşanan bir patlama sonucu oğlu duyma hissini kaybeder. Onun artık işine yaramayacağını düşünen Daniel çocuğu duyma özürlülerin eğitim aldığı bir okula gönderir ve işine devam eder.

Allaha inanmasa bile, insanların topraklarına sahip olabilmek için herşeyi yapan Daniel, filmin bir bölümünde kilisenin ilginç rahibi ve oldukça inançlı bir insan olan Eli tarafından vaftiz edilir. Eli ile tanışması ise, onun ve ailesininin yaşadığı bölgedeki toprakların altındaki petrole sahip olmak için o bölgeyi satın almak istediği zamana dayanır. Eli’ın bu dönemdeki şüpheci tavırları ikilinin arasında soğuk savaşların esmesine neden olur ve Daniel, filmin son bölümlerinde oldukça zengin oduğu zamanlarda kendisini ziyarete gelen Eli’yı vahşi bir şekilde öldürür ve film burada sonlanır. Aslında film bittikten sonra Daniel’in bu hareketlerinin altında yatan nedenleri sorguluyorsunuz. Bunların cevabı aslında filmde veriliyor. İnsanların zenginlerden yararlanmak istemesi. Allahın, Daniel’den insanlığını alıp onu zengin yapması bir nevi şeytanla anlaşma yapması gibi bir durum.

Birçok otoriter tarafından tüm zamanların en iyi filmleri arasında gösterilen There Will Be Blood toplamda 25 milyon dolarlık bir masraf ile çekilmiş ve 76 milyon dolar gibi, bu filme göre çok çok düşük olan bir rakamla gösterimden kaldırılmış. 158 dakikadan oluşan yapımın yönetmenliğini, yapımcılığını ve yazarlığını Paul Thomas Anderson yapmış. Her zaman söylediğim gibi eğer bir filmin hem yönetmenliğni hem de yazarlığını aynı kişi yapıyor ise o film genellikle başarılı oluyor. There Will Be Blood, bu söylediğimi kanıtlar nitelikte.

11.12.2010

Righteous Kill [2008]

Robert De Niro ve Al Pacino ikilisinin 1995 yılında çektikleri Heat isimli muhteşem bir suç filminin etkisinde kalıp, ikiliyi yine böylesine bir polisiye filmde izleyecek olmanın heyecanı ile filmi izledim. Ancak izlediğim aktörler, senaryonun basitliğinden kaynaklı oyunculuk adına ortaya hiç bir şey koyamamaları ve katilin ilk baştan itibaren tahmin edilebilir olması gibi sebeblerle hayalkırıklığı yaşadığım bir yapım. Senaryoyu okuduklarında niye kabul ettiklerini anlamak gerçekten güç, çünkü ne Robert De Niro’nun ne de Al Pacino’nun şöhrete ya da paraya ihtiyaçları yok. O yüzden niçin böylesine basit bir filmde oynamayı kabul ettiklerini anlamak mümkün değil. Filmde artı olarak gördüğüm tek nokta ikiyi bir arada izlemekti.

Yapımcı ve yönetmenlerin yaptıkları filmlerin sıradan ve ses getirmeyeceği anladıkları an topluma mal olmuş oyuncuları ciddi paralarla filme dahil edip “en azından oyunculardan yırtalım” mantığı, sinemada her zaman olan ancak hiçbir zaman kabul etmeyeceğim bir durumdur. İşte bu filmde onlardan bir tanesi. Tamamen oyuncu bazlı bir reklam ile ve ekonomik kaygılarla, yani ticaret mantığı ile yapılmış bu filme böylesine sevdiğim iki aktörün dahil olmasına oldukça üzüldüm. Konu olarak, müzik ve aksiyon olarak izleyiciye hiç bir şey veremeyen filmi, tamamen vakit kaybı olarak görüyorum . Halbuki De Niro ve Pacino’nun dahil olduğu hiçbir filme bunları yazacağımı düşünmemiştim. Zaten az önce de belirttiğim gibi ikilinin bu filmi kabul etmelerinin altında yatan sebebleri gerçekten merak ediyorum.

2008 yılında gösterime giren Righteous Kill, The Times tarafından 2008 yılının en kötü 100 filmi arasında gösterilmiş, bunun yanısıra genel olarak eleştirmenler tarafından da yerden yere vurulan yapım, 60 milyon dolar gibi ciddiye alınması gereken bir çekim bütçesine sahip. Halbuki elinde 60 milyon dolar ve böylesine kaliteli iki aktöre sahip olan teknik ekibin beceriksizliği olmasa, gerçek anlamda sinemayı, paradan daha önemli gören yapımcılar ve yönetmenle kesinlikle klasikler arasına girmeye müsait bir kadro ve ortama sahip bir yapım.

Box Office’de The Family That Prays ve Burn After Reading filmlerinden sonra 3. sırayı alan Righteous Kill, tüm zamanlarda 76 milyon dolarlık bir hasılat elde etmiş. Ancak bu gişe hasılatını da iki oyuncunun ismini kullanarak yapmıştır. Şahsen ben bu filmi izledikten sonra kandırıldığımı düşündüm, Al Pacino ve Robert De Niro’yu bir arada izlemeyi özlediyseniz bu filmi izleyin ancak konu adına herhangi bir şey beklemeyin.

Serpico [1973]

Başrollerini Al Pacino’nun oynadığı 1973 yılına tarıhlenmiş bir suç filmi olan Serpico, insanlık tarihinin en büyük sorunlarından biri olan rüşvet ile mücadele eden namuslu bir polisin yaşadıklarını konu alan gerçek bir hikaye. Namussuz insanların arasında dürüst bir insan olmanın zorluğunu konu alan filmde New York polis departmanına kayıtlı Frank Serpico rolünü ünlü aktör Al Pacino oynuyor ve belkide Al Pacino’nun oyunculuk kabiliyetinin yanı sıra fiziksel özelliklerinin de ön plana çıktığı bir film olarak lanse ediliyor ki uzun saçları, karizmatik duruşu ile gerçekten de Serpico, Pacino’nun hem göze hem kulağa hitap ettiği bir film olarak gösteriliyor.

Polis akademisini bitirip işine heyecanla başlayan Serpico, çalkantılı özel hayatı, stres yüzünden sergilediği asabi tavırlar ve iş yerinde rüşvete karşı olan br tip olduğu için dışlanması ancak bunlara aldırmayıp duruşundan asla ödün vermeyen onurlu bir polis. İş yerinde gördükleri onu işinden soğutsa da asla yılmadan bu düzene karşı çıkması aslında izleyicilere Frank Serpico’nun kişilği ile ilgili güzel ipuçları veriyor. Amirlerinden hatta belediye başkanından dahi yardım isteyen Serpico’nun bu haykırışlarının görmezden gelinmesi aslında sistemin baştan sonra bu çark ile döndüğünün en güzel örneği. Sürekli bir yerden bir yere atanan Serpico, her seferinde işine umutla başlıyor ancak yeni iş yerinin de aynı olduğunu görüp hayal kırıklığı yaşıyor ve bu yaşadığı hayal kırıklıkları onun kişilik olarak daha da sivrilmesine ve en sonunda vurulup işini bırakıp isviçre’ye yerleşmesine neden oluyor.

Aslında Serpico’nun birçok alanda bunu dile getirmesi her ne kadar en sonunda o döneme damga vurmuş olsa da aslında hiç birşeyin değişmediğini ya da değişemeyeciğini de gösteriyor ki bunu Serpico’nun işini bırakıp İsviçreye yerleşmesinden de anlıyoruz. Film ile ilgili en ilginç not ise Al Pacino’nun çekimler boyunca kendini rolüne kaptırması ve film bittikten sonra dahi rüşvet ve yolsuzluklarla mücadele etmesini hatta bu sebebten bir kamyon şöförü ile olan tartışması o dönemlerdeki büyük oyuncularının roolerine nasıl hazırlandıklarının en güzel örneği bunun gibi daha birçok örnek var. Mesela Rain Man rolü için otistik çocukların kaldığı hastanede 6 ay kalıp rolüne hazırlanan Dustin Hoffman. Hal böyle olunca filmlerdeki oyunculuklarda neredeyse hatasız olarak izleyici ile buluşuyor.

Peter Maas’ın kitabından ve Frank Serpico’nun hayatından esinlenilip çekilen filmin yönetmeni Sidney Lumet. Filmdeki yardımcı rollerde ise John Randolph, Tony Roberts ve Bernard Barrow’u görüyoruz. 1 milyon dolar gibi 1973 yılında çok büyük bir para ile çekilen Serpico, gişede 30 milyon dolarlık bir hasılata imza atıyor 130 dakikalık muhteşem bir film olan Serpico her ne kadar suç filmi türüne giriyor olsa da Serpico’nun yaşadıkları açısından bence bir dramadır. Al Pacino,bu filmdeki muhteşem oyunculuğu ile 100 yılda en iyi 100 rol listesinde 40. sırada bulunuyor. İrşeylerin aslında hiçbir zaman değişmeyeceği gerçeği ile karşı karşıya kalıyor olsak da en azından birşeylerin değişmesi için çaba gösteren insanların varlığını bilmek çok güzel. Muhteşem bir oyunculuk performansı ve çarpıcı bir konu için izlenmeyi hakeden Serpico,imdb sitesinde 7.8 puana sahip ve en iyi erkek oyuncu ve en iyi screenplay dallarında oscar adaylığı bulunuyor ancak 1974 yılında en iyi erkek oyuncu ödülü Save The Tiger filmi ile Jack Lemmon’a gidiyor.

10.12.2010

Memento [2000]

The Prestige, Insomnia, Inception gibi üst düzey filmlerden tanıdığımız ünlü yönetmen Christopher Nolan’ın kardeşi Jonathan’ın yazdığı kısa öykü Memento Mori isimli kitaba dayanan ve kitap ile aynı adı paylaşan Memento 2000 yılında izleyicinin karşısına çıktığında sinemada o güne kadar uygulanmış tüm kural ve teknikleri altüst etti çünkü film sondan başlayıp başa doğru giderken filmin içindeki siyah beyaz sahneler ise normal film seyrinde ilerliyordu ve iki farklı film tadında izleyiciye sunuluyor ve bu iki farklı teknik aslında birbirinden hiç ayrılmadan filmi örüyordu. Yukarıda yazdıklarım filmi izlememiş olan bir insana oldukça manasız gelecektir zaten filmi izledikten birkaç gün sonrasına kadar o manasızlık devam edecektir. Çünkü az öncede belirttiğim gibi çok farklı bir teknik ile çekilmiş filme bir de karmaşık bir kurgu eklenince film izlendikten sonra dahi içinden çıkılmaz karmaşık bir hal arıyor ve filmi izleyen kişi ister istemez filmde anlatılmak istenenin daha doğrusu filmde gerçekten olan ve aslında hiç olmayan konuları bulmak için makale arayışına giriyor.

Guy Pierce’in canlandırdığı Leonard Shelby, karısına tecavüz etmeye gelen adamların saldırısına uğramış ve bu saldırıdan sonra beynine aldığı darbeler sonucunda yeni olayları hafızasında tutamayan ve karısının bu olaydan sonra öldüğüne inanıp, katillerden intikam almaya yemin etmiş ve sadece bunun için yaşayan bir adamdır. Hafıza probleminden kaynaklı yeni gelişen olayları tamamen unutan Leonard, başından geçen şeyleri sürekli yazmaktadır. Kazaya kadar olan herşeyi hatırlaması ve kazadan sonra olanları hatırlamaması izleyici için tam bir handikap oluşturmaktadır. İpuçlarını takip ederek karısını öldürenleri bulmak için çabalayan Leonard bu hastalığı yüzünden birçok insanın da oyuncağı haline gelmiştir ancak film ilerledikçe aslında olayların filmin ilk periodunda anlatıldığı gibi olmadığını anlıyoruz ve bu dakikadan sonra hem film hem filmin konusu izeyici için içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Ancak filmden sonra birleşilen görüş, Leonard’ın hiç bir şey hatırlamamasından dolayı, şeker hastası olan eşini kendisinin yanlışlıkla öldürdüğü ve ona yardım etmeye çalışan polisin, karşısına sürekli birilerini çıkartıp karısının katili olarak gösterip bir şekilde Leonard’ın intikam duygusu ile hayatta kalmasını sağlamak ve kötü adamları Leonard’a öldürterek kendi işini kolaylaştırmaktır.

İmdb’nin en iyi 250 film listesinde 8.7 puanla 29. sırada her alan film, sinema öğrencilerine film teknikleri dersinde konu olarak gösterilmektedir. Muhteşem oyunculuğun yanısıra yaratttığı sıradışı karakter ile beğeni toplayan Guy Pierce birçok festivalde aday olduğu en iyi oyuncu katagorisinde ödüller almıştır. 2 tanesi oscar adaylığı olak üzere 32 adaylığı bulunan film bunun dışında da 42 tane de ödül almıştır. Sinema’nın kült filmleri arasında yer alan memento 9 milyon dolarlık mütevazi bütçesini hemen hemen 5’e katlayıp 40 milyon dolarlık bir gişe hasılatı elde etmiştir. Ancak bıraktığı etki ile kesinlikle sanat adına, izleyiciye ve sinemaya bir şey vermek adına çekildiği anlaşılan film, bu yüzden birçok olumlu eleştiri almıştır.

Filmin yapımına teknik açıdan bakacak olursak Fabula ve Sujet tekniğinin kullanıldığını görebiliriz Fabula ve Sujet tekniği yukarıda bahsettiğim geriye doğru giden sahnelerin renkli normal, kronolojik olarak ilerleyen sahnelerin ise siyah beyaz gösterilmesidir. Leonard rolü ilk olarak Brad Pitt’e teklif edilmiş, konuyu beğenmesine rağmen programlamadaki anlaşmazlık yüzünden rolü reddetmiştir daha sonra Aaron Eckhart ve Thomas Jane’de rolü reddedince yapımcılar maaliyetleri düşürmek için yetenekli ancak fazla tanınmamış olan Guy Pierce’i buluyorlar ve filme dahil ediyorlar. Natalie rolündeki Carrie- Annie Moss ise 1999 yılındaki The Matrix Trinity filmdeki performansı ile bu filmde kendine bir yer ediniyor.

9.12.2010

Milf [2010]

Amerikan pastası ile ergenlerin seks arayışlarını komik bir dille anlatan ve oldukça büyük beğeni toplayan Amerikan film sektörü, bu kez çıtayı bir kademe daha yükselterek üniversiteli gençlerle olgun kadınların arasındaki cinselliği sinemaya yansıttı. Herhangi bir konuya sahip olmayan film maaliyetleri düşürmek amacı ile tanınmamış oyunculara yer veren filme bir de konunun iticiliği eklenince beklenen ilgiyi görmedi. 90 dakika boyunca güldüren sahnelere sahip olmasına rağmen toplumun ahlak kurallarını hiçe sayması örneğin iki iyi arkadaşın birbirlerinin anneleri ile cinsel ilişikye girmesi benim tepkimi çekti. Her ne kadar Amerika’da bu gibi olaylar oldukça rahat bir biçimde yaşansa da Türkiye gibi 3. dünya ülkelerinde tepkiye yol açması su götürmez bir gerçek.

Her ne kadar komik sahneleri olsa da anlatımdaki abeslik yüzünden bu komik sahnelere de bir izleyici olarak gülmedim. İlk kez işlenen bir konunun hatrınıa dahi izlenmeyi hak etmeyen film aslında bir erotik filmden farksız. Aralarındaki yaş farkına bakmaksızın olmadık işler yapan gençler ve olgun kadınlar Amerika’nın ne kadar serbest bir ülke olduğunu gözler önüne seriyor. Aslında ergenlerin seks konularının ilgi çekici olması ki bunun en büyük kanıtı Amerikan Pastasının gişedeki başarısıdır, yapımcıların bu gibi konuların üzerine seviyeyi alçaltarak gitmesi kabul edilebilir bir şey değil. Sinema adına izleyiciye hiç bir şey vaad etmeyen filme harcadığım 90 dakikaya acıdım.

Scott Wheeler’ın yönetmenliğini yaptığı film, dostluk ilişkilerini anlatmasındaki yapmacıklık yüzünden de sınıfta kalıyor. Oyunculuk, film müzikleri, konu yani kısaca neresinden tutarsanız tutun sınıfta kalmış bir film. Imdb’de ki 4.4 lük puanı da aslında film ile ilgili izlemek isteyen seyircilere iyi bir ipucu veriyor. Normalde hiçbir filme emek harcandığı için izlemeyin demem ancak bu filmde ben harcanmış bir emek dahi göremiyorum. Filmile ilgili çok fazla yazı ve makalenin de olmaması nedeni ile sinema2da gösterilip gösterilmediğini, eğer gösterildiyse ne kadar gişe hasılatı elde ettiğini bilmiyorum ancak imdb sitesine göre film aşağı yukarı 500 bin dolarlık bir bütçe ile çekilmiş. Bu gibi filmlerle, emeksiz ve kısa yoldan para kazanmaya çalışan yapımcıların bir an önce durdurulması gerekiyor. Zaten so yıllarda çok büyük eleştirilere sahne olan Amerikan sinemasının ilacı kesinlikle bu gibi filmler değil kaldı ki bu gibi filmlerle, Amerikan sinemasına karşı olan yazar ve youmcuların eli güçleniyor.

8.12.2010

How To Train Your Dragon [2010]

İzleyici, bir animasyon filminden ne bekler? İzleyicinin bir animasyon yapımından beklediği şey, şüphesiz ki izleyiciyi eğlendirmesi hoş vakit geçirtmesi ve günlük hayatın sıkıntılarından bir nebze olsun uzaklaştırmasıdır. Shrek serisi, Ice Age serisi, Ratatouille,Wall-e ve bunun gibi daha adı aklıma gelmeyen birçok animasyon filminin amaçladığı şey yukarıda yazdığım maddelerdir. Hiçbir izleyici bir animasyon filmini izlerken ciddi bir beklenti içine girmez çünkü gerek isminden, gerekse filmdeki karakterlerden çıkarılacak sonuç eğlencedir. İşte How To Train Your Dragon’da bu yapımların bir yenisi ve animasyon teknolojisinde gelinen son noktadır. Bir animasyonun başarısı sizi film boyunca gerçek hayattan uzaklaştırması ile ölçülür. Son yıllarda Akademi ödüllerine eklenen en iyi animasyon dalı ve sinema seyircisinin bu gibi filmlere gösterdiği yoğun ilgi, bu türde film yapan şirketleri rekabet içine itmiştir ve her geçen yıl birbirinden güzel animasyonlar izleyiciye sunulmaktadır.

How To Train Your Dragon filmi üzerinden gidecek olursak. Zamanın birinde görsel efektleri ile her insanın yaşamak isteyceği son derece etkileyici bir köyde yaşayan vikingliler ile çeşitli türdeki ejderhaların savaşını konu alan filmde, kabile resinin oğlunun, babasına ve köydeki diğer insanlara savaş ile hiç birşeyin çözülemeyeceğini ve çözülecek bir şey varsa bunun sevgi ile olacağı mesajını veriyor. Aslında filmde anlatılmak istenen konu da budur. Yani kısacası sevgidir. Biran için o insanların arasında olma hissini uyandıran filmin başarısı da izleyiciyi filmin içine çekmedeki başarısıdır. Gerçek hayatta asla görülemeyecek türde olayların ve mekanların olduğu film bu açıdan türünün en iyi örneklerinden.

Imdb sitesinde 8.2 gibi bir puanla en iyi 250 film listesinde 171. sırada bulunan yapım, aslında yukarıda anlatmak istediğim şeylerin bir özetidir. Aslına bakarsanız her iddialı animasyon filmi bu puanlara sahiptir çünkü bu filmlerin izleyiciyi mutlu edip gülümsetmek gibi bir misyon vardır ve bir çoğu da bu misyonun bilinci ile maddiyatı ikinci plana atarak bu filmleri yapar.

Dreamworks imzalı How To Train Your Dragon aslında hiçbir alakası olmamasına rağmen ismini ve konusunu bir kitaptan almıştır ancak oldukça geliştirilerek beyazperdeye taşınan yapım için ismi dışında kitaptan esinlenmiştir dersek yanlış olur. 3D olarak da gösterime giren yapım 90 dakikalık olmasına rağmen birçok hit filmden çok çok daha büyük bir bütçe ile çekilmiştir film için harcanan para tam olarak 165 milyon dolarlık. En başta insanların animasyonlara olan ilgisi daha sonra çekici konu ve başarılı reklamlar sayesinde 493 milyon dolarlık bir başarıya imza atmıştır ve bana göre önümüzdeki oscar ödüllerinin de animasyon dalında en büyük adayıdır. Bu beğeni ve başarı sayesinde Dreamworks filmin ikinci bölümünü çekeceğini ve bu bölümü 2013 yılına yetiştireceğini duyurdu. Sadece 90 dakika izlediğimiz bu ve bunun gibi animasyonar aslında yüzlerce kişinin çalıştığı ve yıllara mal olan bir emeğin ürünü olduğu için her türlü saygıyı haketmektedir.

7.12.2010

Affliction [1997]

Etrafta görmediğim bir film. Çoğu sinema sitesinde isminden başka hiçbir şey yazmayan, izleyenin bile olmadığını düşündüğüm bir film. Denemeyi severim dedim, başına geçtim.

Bir kasaba, ufak bir kasaba olsun. Herkes neredeyse birbirini tanıyor. Yılın büyük bölümünde karlar altında bu ufak kasaba ve bir polis memuru düşünün. Akmaz kokmaz ama kendi hayatıyla alakalı bir takım sorunlar yaşana bir polis olsun bu… Günlerden birinde, kasabada çok önemli bir şahsiyet yanına birini alarak avlanmaya gitmek ister. Ama bu avın sonu hiç iyi olmayacak, sonuçları ufak kasabayı biraz karıştıracaktır.

29.11.2010

Munich [2005]

1972 Münih Olimpiyatları’nda 11 İsrail’li atlete yönelik inanılmaz katliamın perde arkasını anlatan filmde, İsrail Gizli Servisi Mossad üyelerinden oluşan bir grup, bu işe karıştıklarını düşündükleri Filistinli suikast komandolarını öldürmekle görevlendirilirler. Liderlerini izleyen İsrail’li grup bu operasyonu intikam almak adına yapmaktadır. Ama zamanla kendileri de bir hedef haline geleceklerdir.

Munich filmini açmadan önce karşınıza neler çıkacağını tahmin edebiliyorsunuz. Munich Olimpiyatları tarihinin en dramatik olaylarından birine tanık olmuştur. 11 atlet inanılmaz bir şekilde öldürülmüştür. Film başladığında önce bu canlandırmayı, bazı gerçek görüntüler eşliğinde izliyorsunuz.


28.11.2010

Al Pacino'nun En İyi 10 Performansı [5-1]

5-Carlito's Way

Hapishaneden gereken dersi alıp, deyim yerindeyse bir tövbekâr olarak çıkan Carlito Brigante karakteri alışılmış Al Pacino karakterleri gibi acımasız ve yok edici değil. Sanki bu filmde bir kötü(!) adamın diğer yönleri inceleniyor, yani duygusal yönleri ki bunu De Palma ve Pacino ortaklığı çok iyi başarmış. Her şeyiyle mükemmel bir karakter, özellikle bilardo sahnesi ve tuvaletteki blöfleri beni çok etkilemişti. Tren garında umuduna doğru koşarken öldürülmesi ve onu öldürmek isteyen kişilere yakalanmamak için yürüyen merdivenlerden yatarak inmesi bence çok akılcı bir nokta. Tabii sakallı ve deri ceketli Al Pacino karizmasını da unutmamak gerekir.

4-The Godfather Serisi

Neden? Bu soruyu sormanız belki çok doğal, neden Don Corleone birinci değil, hemen söyleyeyim, bu filmler Al Pacino'nun yükseliş filmleri olduğu gibi, bu filmlerde Al Pacino'nun hiçbir zaman filmi tek başına alıp götürme gibi bir şansı olmamıştı. Çünkü aynı sette; Marlon Brando ve Robert De Niro gibi onun kalibresinde iki oyuncu bulunuyordu. Zaten Godfather serisini sevme nedenlerimden biridir, iki dünya yıldızının yeteneklerini göstermiş bunları yoğurmakta Marlon Brando'ya kalmıştır ve ortaya dünyanın en iyi filmi çıkmıştır.

Fakat 3cü film hakkında konuşulması gereken çok fazla şey var elbette. Bir açıklamasında kendisi de bu konuya değinerek ‘’asla yapılmaması gereken bir film’’ demişti.

3-Scarface

Her şeyiyle mükemmel bir film, Küba aksanı, olağanüstü sahneler kısacası her şey muhteşem.

Film olarak çok abartılacak bir eser olmamasına rağmen, oyunculuk performanslarını tartıştığımdan dolayı üst sıralarda yer alması gayet normal karşılanabilir. Tek başına inanılmaz basit bir senaryoyu ve binlerce kere gördüğümüz basit oyunların uygulandığı filme rağmen Pacino eşsiz bir oyunculuk performansı sunmuştur.

Replikler üstüne kurulu bir film olarak bize kabul ettirilmeye çalışılsa muhtemelen dünyanın en iyi filmlerinden biri olabilecek kalibredeki filmin çok sevilmesinin nedenlerinden biri de ağızdan ağza dolaşan repliklerdir. Montana’nın özü hırsa ve yükselişe dayandırılmaya çalışılarak onun hayatının bir özetini konu alan film, film olarak çok fazla bir değer taşımasa da bir oyuncunun tek başına neler yapabileceğini gösteren bir yapıt.

2-Dog Day Afternoon

Vietnam savaşının izleri, cinsel özgürlükler, polis zorbalıkları gibi dertlerini başarıyla anlatan yapıt, kesinlikle görülmeyi hak ediyor. Al Pacino'nun şapka çıkarttıracak, müthiş gerçekçi bir performansı var filmde ve usta kendini gerçekten acayip kaptırmış rolüne. Filmde gizem sürekli atıyor. Ne tür bir cinsel seçimi olduğuna karar veremiyoruz Sonny'nin ve bu ayrıntı filme çok büyük bir gerçeklik payı katmış bence.

Bu filmin ayrı bir yerinin olmasının nedeni Godfather filminden sonra kendini sinema dünyasın artık iyice kabul ettirmeye başladığı zamanlara denk gelmesi, filmle beraber Oscar heykelciğine aday olması ve karakterini inanılmaz benimsemesinden bahsedebiliriz.


1-Scent of a Woman

Mafya filmleriyle ünlenen Pacino’nun bu performansını neden bir numaraya koyduğumu birçokları sorgulayacaktır elbette. Herkes Scarface filmini ya da Godfather filmini bir numaraya koymak ister ama

Bu karakter bir numarada olmalı çünkü burada en iyi yaptığı şeyi yapmıyor, daha çok bir yan rol gibi kabul edebiliriz. Bu yüzden bendeki değeri bir başkadır. 6 ay körler okuluna gitmesi ve işin inceliklerini öğrenmesi bir yana, Ferrari sahnesinde gerçekten kör olmayan ama filmdeki karakterinde kör olup, polise filmdeki karakterinin kör olmadığını anlatıp inandıracak kadar inanılmaz bir sahne var. Tango sahnelerinde ki keskinlik, kadın tasvirini yapışı ve final bölümünde konuşmasıyla Oscar heykelciğini kucaklamış bir rol. Oscar alan tek rolü olmasıyla alakası yok, bence gerçekten açık ara en güzeli buydu.

27.11.2010

Love and Other Disasters

Sonunu bildiğimiz romantik komedilerden çok çok farklı bir şekilde aslında bi noktada aşk'ı, gerçek aşkı, gözü kör eden aşkı sorgulayan, sorular soran ve cevaplar bulmaya çalışan ve inanılmaz diyalogları olan pek güzel bir film Love and Other Disasters. Başrol oyuncusu Brittany Murphy'nın kısa süre önce aramızdan ayrılması filmi izlerken biraz üzse de çok eğlenceli bir film.

Filmin konusundan genel olarak bahsedecek olursak, gay arkadaşı ile aynı evi paylaşan, ailesini 5 yaşındayken kaybetmiş Jackie ve arkadaşlarının aşk hayatlarına yakında bakıyoruz. 4-5 kişiden oluşan arkadaş grubunda herkesin sevgilisi ile veya aşkın bizzat kendisi ile çeşitli sorunları var. Aslında filmin altını çizdiği tek şey var: "gerçek aşk" sadece sistemin dayatması mı, filmlerde ve kitaplarda gördüğümüz okuduğumuz şey aslında bir komplo olabilir mi?

Bu sorunun cevabını ve gerçek aşkı arayan bu arkadaş grubunu izlemek ve onları dinlemek çok büyük bir keyif. Klasik romantik komedi izlemeyi sevmeyen kitlenin dahi izlemekten çok hoşlanacağı bir film. Oyuncuların performanslarına zaten herhangi bir sözüm yok, herkes rolünün hakkını gayet iyi vermiş. Filmde oyuncularla ilgili şaşırdığım tek şey ise Brittany Murphy'nin canlandırdığı karakterin uzatmalı sevgilisinin Lost in Austen'daki Mr. Darcy olması ve fakat aradan geçen yılların hoyrat davranmasından ötürü Mr. Daryc'den eser kalmaması. aradaki fark şuradan görülebilir.

Filmden haberdar olmamı sağlayan Gökçe'ye de buradan selam ederim :)

Al Pacino'nun En İyi 10 Performansı [10-6]

Zamanın en büyüklerinden biri, bir kuşağı büyüten ve sinema sevgisini aşılayan, mafya filmlerinin unutulmaz aktörü Pacino’nun en iyi 10 film performansını kendimce sıralamak istedim. Onun büründüğü karakterleri ne yazık ki filmden yıllar sonra izlemek zorunda kaldım yaşım dolayısıyla. Onu herkes gibi polis rollerinde ya da kaçan rollerde değil, direk odak noktası olan, gangster ve mafya filmleriyle sevdim.

Oscar sınırlarında dolaşan bir o kadar çok rolü olduğu kadar son 3–5 yılda kariyerini tamamlamış bir emekli kadar vasat filmlerde oynaması sayesinde gözümdeki yeri asla değişmedi ama karizmasından çok şey kaybetti belki de… Al Pacino’nun kariyerinde oynadığı her filmi arşivlemiş ve 2–3 tanesi hariç hepsini izlemiş biri olarak kendimce bir Top 10 listesi yapmak istedim.

10-The Devil's Advocate

Yapım olarak çok severek beğenmeme rağmen oynadığı rolün hakkını vermek gerekiyor. O karakter nedir öyle arkadaş, bilge ve şeytan. Her şeyden haberi oluyor, her şeyi biliyor ve kibir onun favori günahı oluyor. Baştan beri ben bir şeyler sezmiştim ama sonda gördük gerçek yüzü, açıkçası bu filmde Pacino, Reeves'i oyunculuğuyla ezip geçiyor hem de bana göre bu filmin, yardımcı oyuncusu olmasına rağmen. Filmin sonundaki tanrı tasviri ilginç ve etkileyici diyebilirim. Bana göre bu tasvir en iyi Al Pacino karakterlerinden biridir. Her şeyiyle mükemmel bir karakter ama sizde onu geçen karakterleri görünce yeri için bana hak vereceksiniz.

9-Any Given Sunday

Bana göre bu karakter Al Pacino için bir devrim sayılabilir. Çünkü artık Al Pacino suçlu karakter etiketinden sıyrılmıştır ve artık Al Pacino çeşitli rollerde oynamaya başlamıştır, kötü adam rollerinde değil, iyi adam rollerinde de oynamaya başlamıştır. Herhalde herkes Tony D'Amato'yu İnch by İnch tiradıyla hatırlayacaktır. Bunun dışında devre arası konuşmaları ve genç oyuncusuna verdiği tavsiyeler bana göre yeterli.

Sonuç olarak her oyuncunun kendi karakteri dışında ya da kendiyle özleşmiş rolün dışında da bir şeyler yapması gerektiğine inanıyorum. Bu yüzden bu performanslı listeye almamak olmazdı.

8-Donnie Brasco

Hep alemin kralı olarak gördüğümüz, izlediğimiz Al Pacino bu sefer hiç yükselemeyen bir mafya elemanı rolünü üstleniyor, birde üstüne üstlük kazığın kralını yiyor, ama yinede müthiş bir oyunculuk ve o gözlükler zaten olayı bitirmiş. Diğer üstün rollerine karşın, karakter olarak biraz daha ezik bir rol üstlendiğini söylersem çokta yanlış olmaz sanırsam. Bana göre Donnie Brasco asla hak ettiği değeri bulamamıştır. Bu sadece Pacino ile alakalı bir durum değil, Depp’in de aslında en iyi performanslarından biri olmasına rağmen hep geri planda kalmış bir film olarak görüldü.

Özellikle final Al Pacino'nun öldürüleceğini anlayınca eşyalarını çekmeceye koyması ve giderken eve şöyle bir bakması bitiricidir. Ama Johnny Deep'de mükemmel bir oyunculuk sergilemiştir.

7-Heat

İki efsane Robert De Niro ve Al Pacino'nun ilk buluşması, çok başarılı bulduğum bir filmdi, ama sanki filmde Robert De Niro daha fazla öne çıktı, daha fazla göze battı. Konuya şuradan gireyim, birleştirme filmleri yapmak her zaman sıkıntıdır. Kimin önce olacağını ya da arkada olacağının ayarını iyi yapmak, güç dengelerini iyi ayarlamak gerekiyor. Dengenin ne kadar kurulduğunun tartışılacağı yer elbette burası değil.

Vincent Hanna karakterine genel olarak göz atarsak, kazanma hırsı doruklarda gezinen bir polis ve belki de De Niro'yu yakalama isteğinin bu kadar fazla oluşu da bu yüzden, çünkü yenilmeyi hazmedemiyor özellikle kargo bölümünde De Niro onların fotoğrafını çekerken De Niro'ya bakışı bana göre etkileyici sahnelerden biriydi. İzlenmesi gereken bir film ve performans olduğunu düşünüyorum.

6-Scarecrow

Öncelikle Al Pacino ve Gene Hackman gibi iki usta oyuncunun 1973 yılına ait bir filmlerini bulup izleyebildiğim için zaten çok mutlu olmuştum. Ama birde bu 2 usta oyuncunun sergiledikleri performansın tadına bakmak gerçekten süperdi. Film olarak herhangi bir özelliğini görmeme rağmen, oyuncu performansları için bile seyredilebilecek bir değer taşıdığını düşünüyorum. 1973 yılına ait bu filmde Pacino’nun gelecekte bize neler seyrettireceğinin ufak ipuçlarını yakalıyoruz. Son dönemlerini izlediğimiz oyuncunun, bu performanslarını seyredebilmek bir ayrıcalıktır bence.

24.11.2010

The Double Hour [2009]

Kenarda köşede kalmış filmleri bundan sonra seçmeye başlıyorum. Gerçekten ne varsa bunlarda var. Seyir zevki, senaryo, tanınmamış oyuncuların süper performansları, değişik mekânlar…

Otelde hizmetçilik yapan bir kadın, bir arkadaş bulma kulübünde 50 erkek içinde tanıştığı adamla ilişkiye girer. Ona olan bağlılığı ve gelişen ilişkileri, bir villada bekçilik yapan adamla buluşmalarından birinde bir soygunla karşılaşmaları ile düğümlenir. Buradan sonra gelişen olaylar her ikisini de farklı yerlere götürecektir.

İtalyan-Fransız filmlerine alışmak gerçekten çok zor oluyor. Ne tarz bir alışmaktan bahsediyorum? Bir kere benim için dile alışmak zor. İngilizce olduğu zaman en azından belirli sahneleri dinleyerek devam ediyorum, sürekli bir altyazı okumak zorunda kalmıyorum. Yabancı yapımlar..

23.11.2010

Surveillance [2008]

Hayatımda izlediğim en ilginç filmlerden biriydi ve aynı zamanda belki de en amaçsızlarından biri. Farklı düşünceler içindeyim ve bunun iki nedeni var. Birincisi acaba beni ters köşeye yatırdığından dolayı mı yoksa gerçekten filmin bu kadar gereksiz olduğundan dolayı mı? Sanırsam filmden daha çok, asla yapılmaması gerekeni yaptıkları ve böylesine bir filmi mahvetmelerini beğendim.

Konumuz kısaca; bir cinayet işleniyor filmin başında bizlere o gösteriliyor. Daha sonra olayı araştırmak için 2 FBI ajanı geliyor ortaya ve tanıklarımız bir araya toplanıyor. İşte hikâyemiz buradan sonra başlıyor. 3 tanık, 3 ayrı odaya toplanıyor ve herkes den olayı anlatmaları isteniyor. Hepsi olayı anlattığı zaman, sizleri nelerin beklediğine gerçekten şaşıracaksınız.

22.11.2010

Pay it Forward [2000]

Şu filmi izledikten sonra, gerçekten ”kalakalmak” diye Türkçemize nereden geldiğini anlamadığım sözcüğü söyledim kendi kendime ve öylece ekran karşısında kilitlendim. Anlatmanın gerçekten çok zor olduğu bir filmi izledim.

Bir sosyoloji öğretmenimiz var ve öğrencilerimize proje verir, yıllık projesi gibi bir şey. Herkes den dünyayı değiştirebilecek bir fikir bulmasını ve bunu uygulaması ister. Öğrencimiz Trevor ise, striptiz kulüplerinde, kumarhanede çalışan annesiyle birlikte yaşamaktadır. Okulda bu projeyi fazla ciddiye alır ve bir şeyler düşünmeye başlar. Bir insana iyilik yaparak onu borçlandırmak ve daha sonra bu iyilik yaptığı kişinin 3 kişiye daha yardım etmesini sağlamaya çalışmak ister. Böylece dünyada...

16.11.2010

İyi Bayramlar!

Son 3-4 ayda bayağı bir gaza basmıştık blog ekibi olarak. Bayram nedeniyle kısa bir ara vermek durumunda kaldık. 1-2, belki de 3-4 gün yazı gelmeyebilir. Bu süreçte kendinize iyi bakın, bol bol film izleyin. Kurban Bayramı'nız kutlu olsun efendim.

15.11.2010

Red [2010]

Okulu asıp arkadaşla sinemaya kaçtığımızda, kayda değer tek film Bruce Willis babanın oynadığı Red'di. O gün değil, o hafta da değil, o ay çok durağan bir sinema zamanıydı. Aradan zaman geçti, şimdi tam hatırlayamıyorum ama gerçekten de izlenebilir diyeceğimiz film sayısı bir elin parmaklarını zor geçer ya da geçemezdi. Ancak fazla film izlemeye de gerek yoktu çünkü Red o kadar, hemen hemen her şeyi içinde barındıran bir yapımdı ki, üstüne 1 hafta bir şey izlemeyip de filmi iyice bir sindirsek de olurdu. Öyle de yaptık zaten. Hatta ben bayağı sindirdim, 1 ayı geçtikten sonra yazıyı yazmaya başlıyorum, eheh.

Eski bir CIA ajanı olan Frank Moses (Bruce Willis), sıkıcı bir hayat geçirmektedir. Hayattaki tek eğlencesi emeklilik maaşını sağlayan firmada telefonlara bakan ve kendisinin hiç görmediği Sarah (Mary-Louise Parker) ile konuşmak olabilir. Bir gün CIA, Frank'in evini basar. Frank evini basan grubu atlatır, Sarah'nın yanına gider. Çünkü telefonlarının dinlendiğini düşünür ve Sarah'yı da tehlikeye sokmak istemez. Aynı zamanda kendisi gibi "Red" olan Marvin (John Malkovich), Victoria (Helen Mirrer), Joe (Morgan Freeman) ve Ivan'dan (Brian Cox) oluşan ekibi toplar, bu olayın peşine düşer.

Red, Warren Ellis'in yarattığı bir çizgi roman. Film de Robert Schwentke'nin çektiği bir çizgi roman uyarlaması. Şöyle gireyim olaya, film afişleri film hakkında en çarpıcı bilgiyi verecek nitelikte olur hep. Bahsettiğim şey spoiler olayı değil, yanlış anlaşılma olmasın. Bir filmin afişine bakarak o filmin ne hakkında olduğunu aşağı yukarı söyleyebiliriz. Sadece resimden de bahsetmiyorum, afişin üzerinde oyuncu kadrosu ve filmin tagline'ı falan da yazar. Bu filme de sadece afişine bakarak gitmiştim. Afişinde ne görüyoruz, heyecanlı, aksiyonlu bir macera filmi. Elbette her aksiyonda hafif komedi sosu vardır ancak bu filmde komedi sosu abartılmış ama bu abartma filmin havasını değiştirmiş ve cuk oturmuş. Afişte bu eğlencenin e'sini görmüyoruz, bahsettiğim bu. Dolayısıyla benim gibi film hakkında hiç bir şey duymadıysanız ya da izlemediyseniz, film boyunca zevkten dört köşe oluyor ve filmin sonunda şaşkınlıkla karışık, yüzünüzde anlamsız bir gülümseme kalıyor. Bruce Willis filmleri kötü olmaz. En kötü filmi Surrogates olabilir. Bu filmi de en iyi The Expendables ile kıyaslayabiliriz sanırım. Aralarındaki en büyük ve Red'i bir adım öne çıkaran fark ciddiyet olmuş. The Expendables çok daha ciddi bir film olurken, burada çok daha samimi oyunculuklar ve izleyenin de oynayanın da maksimum keyif aldığı bir yapım çıkmış ortaya.

Bruce Willis, John Malkovich, Helen Mirrer, Morgan Freeman. Hepsi de çok yaşlanmış ama hiçbiri de karizmasından bir gıdım kaybetmemiş. Yaşlı oyunculardan kurulu bir oyuncu kadrosu olduğu için film aksiyon olmasına rağmen pek de hızlı değil. Ancak bu durağanlık da en sert aksiyon severi bile sıkmamıştır eminim. Arada abartıya kaçan bir kaç sahne yok değil, mesela Bruce Willis'in dönen arabadan inerek ateş ettiği sahne. Ya da silahın mermisinin, bazuka mermisini havada patlattığı sahne. Bunlar da aşırı olmadığı için göze batmamış. Her şey hemen hemen yerinde olmuş diyebilirim kısaca. 90'ların durağan aksiyon filmlerine bir gönderme gibi. John Malkovich'i izlemek büyük keyif de, gönül Morgan Freeman'ın daha önemli bir rolde, daha çok görünmesini isterdi. Paragrafı bitirmeden Mary-Louise Parker'a da değinelim. Efsanelerin arasında hiç sırıtmayan bir performans gelmiş Bayan Parker'dan. Ben izlerken çok keyif aldım şahsen kendisini.

Böyle büyük kadrolar birleştiği zaman, genelde hedefleri oyuncu kadrosu sayesinde para toplamak olur. Saygısızlık etmek istemem, ortada bir emek vardır çünkü ama yine de bir baştan savmacılık hissiyatı verir bu tip filmler. Ama Red, son derece samimi ve böyle bir his vermeyen bir film olmuş. Red'in açılımını yazmayacağım buraya çünkü filmi izlerken açılımının ne olduğunu gördüğümde inanılmaz bir kahkaha patlatmıştım. Belki de en güldüğüm espri oydu, o yüzden film izlemeyenler benden duyup da o sahnede ekstra gülmesin istemem. Son yarım saatlik dilimde, ABD Başkan yardımcısı olarak da Nip/Tuck'ın Christian Troy'u, Julian McMahon'u görmek şaşırtıcı olduğu kadar sevindiriciydi. Bu neşeli aksiyon filmini kaçırmamanız gerekir diyerek bitireyim yazıyı. 7/10

14.11.2010

The Rocky Horror Picture Show [1975]

Glee dizisini bilenler bilir. Bilmeyenler için ise şöyle anlatayım kısaca, bir gençlik dizisi herşeyden önce. Ancak basit bir gençlik dizisi ya da klişe bir sit-com değil. Müzikal komedi türünde bir gençlik dizisi. Hafif dram sosu da yok değil. Komedisi de tam komedi denemez, kahkaha attığım hiç olmadı neredeyse. Ancak her bölüm, 42 dakikayı yüzünüzde anlamsız bir sırıtışla izliyorsunuz. İnsanı keyiflendiren bir dizi olduğu aşikar. Bir nevi "feel good" hesabı. Konularda ve karakterlerde derinlik olduğu söylenemez, hatta bazen kendi içinde çelişiyor dizi. Mesela baş karakterlerden Will Schuester (Matthew Morrison), bir bölümde öğrencilerine Madonna'nın ne kadar efsane bir isim olduğundan, onu örnek almaları gerektiğinden bahsederken, bir başka bölümde Britney Spears'ı asla örnek almamaları gerektiğinden falan bahsetti. Her şeye rağmen müzikal icralar ve müzik seçimleri mükemmel olduğu için kendini izletiyor, bağımlılık yaratıyor Glee. 2. sezonun, 5. bölümünün adının "The Rocky Horror Glee Show" olduğunu ve "The Rocky Horror Picture Show" ithafen bu bölümü çektiklerini okuyunca, ben de bölümü izlemeden önce filmi indirip izleyeyim dedim. Glee sayesinde bir şaheser ile daha tanışmış oldum.

Konu şöyle, evlenmek için hazırlanan Brad Majors (Barry Bostwick) ve Janet Weiss'ın (Susan Sarandon) arabaları, fırtınalı bir gecede bozulmuş ve çiftimiz geceyi, bulundukları yere en yakın konutta geçirmek zorunda kalmışlardır. Orası bir şatodur ve sahibi de Transseksüel Gezegeni'nden gelen Dr. Frank-N-Furter'dır (Tim Curry). Çiftimizin şansına, o gece şatonun sahibi Dr. Frank-N-Furter, kendisine eş olarak yaptığı Rocky Horror (Peter Hinwood) isimli yakışıklı robotu canlandıracaktır. Ancak Rocky Horror can bulduktan sonra şahıslar bastırılmış duygularını ortaya çıkaracak, şato aldatmalarla dolu absürt bir aşk yuvası halini alacaktır. Dr. Frank-N-Furter'a ayaklanan ilk isimler ise yardımcıları Riff Raff (Richard O'Brien), Magenta (Patricia Quinn) ve Columbia (Nell Campbell) olur.

Senaryosu, Riff Raff'i oynayan Richard O'Brien ve yönetmen Jim Sharman'a ait olan filmin ilk çıktığı sene ve ilerleyen bir kaç senede değeri bilinmemiş. Ancak zamanla bir kült haline gelmiş. Filmin kült haline gelmesinin birincil sebebi ise interaktif sinemalarda gösterime girmesi. Filme gelen insanlar filmdekine benzer kostümler giyiyorlar, şarkılara eşlik ediyorlar, hatta sahneye çıkıp dans ediyorlar. En çok dans edilen şarkı, filmin en meşhur şarkısı olan "The Time Warp". İzlemeye gidenler yeri geldiğinde "Slut", yeri geldiğinde "Asshole" diye bağırıyorlar ve mesela düğün töreni sahnesinde havaya konfetiler atılırken, izleyenler havaya patlamış mısır atıyor. Ya da yağmur sahnesinde oyuncular filmde kafalarına gazete koyarken, izleyenler de aynı anda gazetelerini başlarının üzerine koyuyorlar gibi. Filmin interaktif halinin filmden daha çok ünü var diyebiliriz. Türkiye'de de böyle bir şey gerçekleştirme imkanımız olabilse keşke.

Tim Curry'den müthiş oyunculuk. Ekşi Sözlük'te biri, "Adı 'Tim Curry Show' olsa da olurdu." demiş mesela. Bence hiç de haksız değil. Bu diğer oyuncularının kötü oynadıklarından ya da, Tim Curry'nin söylediği şarkıların diğer şarkılara oranla çok iyi kaldığından değil, aksine en beğendiğim iki şarkıyı da Tim Curry söylemiyor ve Richard O'Brien'ın da mükemmel bir oyunculuğu var. Ancak filmi izlemediyseniz eğer, izlediğinizde anlayacaksınız. Tim Curry duruşuyla, mimikleriyle, şarkıyı söylerken ki havasıyla bambaşka bir zarafet, bambaşka bir görsellik sunuyor izleyiciye. Hani travesti olan Dr. Frank-N-Furter karakteri ama sanki Tim Curry de gerçekten bir travesti gibi oynamış. Hayatımda izlediğim en muazzam oyunculuklardan biri. İnsanı kendisine aşık bırakır derecede samimi. Başroldeki kadın karakter Susan Sarandon ile ilgili bir bilgi verelim. Sarandon, filmden çok az bir para almış zamanında. Filmin 25. yıla özel DVD'si çıktığında 2000 yılında, ekstra para talep etmiş gerekli merciilere. Ancak bu talebinden sonuç alamamış ve DVD'yi boykot etmiş.

Müzikal filmlerin güzel ve akılda kalıcı olması için müziklerinin güzel ve akılda kalıcı olması gerekir her şeyden önce. Bu çok basit bir mantık kuralı. Bu film ise bir kült haline geldi ve şarkılar da inanılmaz güzel. Girişte "Science Fiction/Double Feature", hemen ardından "Dammit Janet", Tim Curry'nin tanrısallaştığı "Sweet Transvestite", Meat Loaf'ın oynadığı Eddie karakterinin söylediği "Hot Patootie - Bless My Soul", tabii ki "Touch-a, Touch-a, Touch Me" ve yine filmin en meşhur şarkısı ve dansı "The Time Warp" benim en beğendiklerim. Filmden sonra izlediğim Glee'nin 2. sezon, 5. bölümü de bir o kadar güzeldi. Tavsiyem, önce bu absürt, sınır tanımayan, son derece seksi ve eğlenceli, rock'n roll müzikali filmi izleyin, sonra da Glee izlemiyorsanız bile 2. sezon, 5. bölümü indirip izleyin. Kendinizi müziğin güzelliğine ve Tim Curry'nin ellerine bırakın. 8/10

13.11.2010

Twelve [2010]

Son zamanlardaki yoğun ders programından sonra film izlemeye tekrar başlamak istedim ama bu şekilde olmamalıydı!

Bir uyuşturucu satıcısı olan Mike'ın iyi giden yaşamı, kuzenin ölümü ile sarsılır. Bir cinayete kurban gittiği düşünülen kuzeninin katili olarak Mike'ın en yakın arkadaşı tutuklanır.

Joel Schumacher'in yönettiği ve ne olduğu belirsiz bir filmden bahsetmek istiyorum. Uyuşturucu satan ve kendisi hiçbir şekilde kullanmayan, kaybettiği annesini çok özleyen bir insan konumuzun ana karakteri. Bunun yanında birde okul çevresinde ki cocuklar var, klasik bildiğimiz amerikan gençliği. Sevişen, ot çeken ve olaylara bulaşan türden.

Öyle bir film ki ne anlatmak istediğini anlamanız için filmi birden fazla kere izlemeniz gerekebilir. Mesaj vermeye çalışmışlar, aynı zamanda hassas noktalara parmak basmak istemişler, aynı zamanda uyuşturucudan bahsetmişler aynı zaman kişilerin psikolojik analizlerini yapmaya çalışmışlar. Yapmaya çalıştıkça batırmışlar. Bunun üstüne yetmiyormuş gibi bazı karakterlerin hikayeleri teker teker anlatmayı seçip, bunları birbirleriyle hayatın farklı noktalarında karşılaştırmak istemişler ve içinden çıkılaz bir kaos yaratmışlar. Sanki farklı zamanlarda çekilmiş karelerin bir birleşiminden ibaret bir film olmuş.

Filmin sonundan bahsedelim biraz. Son zamanlarda gördüğüm en anlamsız sonlardan biri oldu. Bir kere zaman kavramını tamamen kaybetmişler. Perşembe ve Cuma diye 2 kere zaman bildirimi yapmışlar ama kızla oğlanın buluşma günü cumartesi olduğuna göre ve düzenlenen parti de cumartesi olduğuna göre... İçinden çıkılmıyor cidden. Sondan bahsedicek olursak;bir anda 360 derece değişiyor bütün olay ve yapılan bir son partimiz var. Parti bir anda birazcık karışıyor ve film orada öylece bitiyor.

Tamamen zaman kaybı bir film olmuş. Çoğu izleyici Chace Crawford için izlemiş filmi ama gerçekten çok kötü olmuş. Sinemalara gelir mi bilmiyorum ama herhangi bir şekilde izlenmesini tavsiye etmiyorum. 1 saat 30 dakikanın çöpe gittiğine uzun zaman üzüleceğim sanırsam.

12.11.2010

The American [2010]

Hayalimdeki aksiyon filmini çekme şansı verseler, bu tarza yakın bir şeyler yapabilirim.. Mantıklı ilerleyen, yer yer sırlara yer verilen, su gibi akmayan, az diyaloglu ve baskın karakterler içeren roller dağıtarak filmi tamamlardım.

Konumuz; tetikçiliğini de bir sanat gibi icra eden Jack, her zaman işini sağlama alan bir suikastçıdır. Ancak son işinde tuzağa düşer ve sevdiği kadının ölümüne neden olur. Jack kendisine verilen işi yaptıktan sonra, mesleğini bırakmaya ant içmiştir. Yeni işi için gittiği yer, kartpostallardan fırlamış, hayat dolu bir İtalyan kasabasıdır. Oysa Jack için huzur çok uzaktadır, çevresindeki herkes potansiyel birer tehdit unsurudur. Günler geçtikçe Jack, kasaba halkı ile iletişim kurmaya başlar. Kasabada Clara adlı bir kadınla beraber olmaya başlayan..


11.11.2010

Scarecrow [1973]

Bana ne kattığını düşünüyorum? Korkulukların aslında kargaları korkutmak değil de, onları güldürmek için koyulduğunu ve kargaların bu yüzden gülüp geri gelmediklerini öğrenmiş oldum. Konu olarak film;

Sert, kaba ve havai bir adam olan Max, California’da hapisten çıkıyor. Birikmiş parası olduğu için Detroit’te gerçek naylon fırçaları ve doğal Akdeniz süngerleri olan bir araba yıkama servisi açmak istiyor; ama önce oraya varmak zorunda. Yolda, uzun bir deniz yolculuğundan yeni dönmüş olan, ticaret filosunda çalışan, sevimli ama güçsüz Lionel’a rastlıyor. Lionel uzun zaman önce Pittsburgh’da bıraktığı karısını ve hiç görmediği çocuğunu bulmak istiyor. Doğu’ya yolculuk için güç birliği yapıyorlar. Yolculuklarında birçok karaktere rastlıyor, hoş, çılgınca vakit geçiriyorlar. Bu görsel olarak etkileyici, iyi oynanmış ve unutulmaz anlarla dolu yol filmi Hackman ve Pacino’nun..



10.11.2010

The A-Team [2010]

''80'li yılların sinemaya gelmesinden mutluyum.''

İzlerdim, bu yazıyı yazarken dizi müziğinin melodisi bile aklımda ve kendi kendime mırıldanır bir haldeyim. 88 doğumluyum ama en azından benim zamanımda tekrarları sayesinde anımsayabiliyorum. Konu fazla mühim değil gerçekten benim için. Ben bu zamanda çekilen filmin, geçmişle ilişkisini sorgularım. Fazla incelemeye gerek yok, ne demiştik, yeniliklere biraz açık olmamız gerekiyor.

İşlemedikleri bir suçla yargılanan bir grup Özel Kuvvetler üyesi..

9.11.2010

Red [2010]

' Zamanı geçmiş Hollywood yıldızları mı? Bir daha düşün! ''

Yeri geldiği zaman eleştirdiğimiz Hollywood aksiyonlarına, yeri geldiği zaman saygı göstermesini de bilmek gerekiyor. Tabi ki göstereceğimiz saygı ve sevginin dozajını ayarlamakta fayda vardır elbette ama bu sefer gerçekten övgüleri hak eden bir film olmuş. Artık öylesine kısır bir döngüye girdik ki, ünlü ve kariyerli oyuncuları bulan herkes bir film çekmeye başladı ve çoğu gerçekten zaman kaybından daha fazlası değil.

Emekli CIA ajanı Frank Moses artık sakin bir emekli hayatı yaşıyordur. Fakat bir gün karşısına, kendisini tehdit eden ve yüksek teknoloji silahlarla donanmış bir suikastçı çıkar. Artık hayatı tehlikede olan Frank eski takım arkadaşlarını toplar ve aksiyon dolu bir kovalamaca bizi beklemektedir.

8.11.2010

Crazy Heart [2009]

Başlarda kalbimin izlemeye yetmeyeceği bir film olduğunu düşündüm. Bariz bir şekilde posteri bile filmin ''one man show'' tarzı olduğunu gösteriyor. Ama yolculuk sırasında yapılacak en güzel aktivitelerden biri daha önceden telefona yüklediğin filmi bir an önce tüketme isteğidir...

Konu olarak basitçe; Bad Blake ardında birden fazla evlilik, kötü bir şöhret ve bol miktarda alkol bırakmış geçkin bir Country müzisyenidir. Alkol problemi olan Blake'in hayatı günden güne daha kötü gitmektedir. Ona bu konuda genç gazeteci Jean yardım edecektir. Blake onun sayesinde kendisini yeniden keşfedecektir.