4.12.2012

Deadfall [2012]

O kadar çer çöp film izledikten sonra bu biraz olsun beni mutlu edebilecekler kategorisindendi…

Konusu şöyle; iki kardeş olan Addison ve Liza kumarhane soygunundan kaldırdıkları ganimetle Kanada sınırına doğru giderlerken kaza yaparlar ve kışın soğuğunda ortada kalırlar. Aynı sırada hapishaneden yeni çıkan boksör Jay, şükran günü için ailesinin yanına gitmek istemektedir. Birbiriyle tamamen alakasız olarak gözüken insanların yollarının nasıl kesiştiğini konu alan film, ilk başlarda fazlaca durağan gözükse de sonlara doğru hızlanıyor.

Farklı hikayelerin birleşimlerini izlemeyi çok severim özellikle son yıllarda bu tarz denemeler çokça yapılmaya başlandı. Elbette aralarında gerçekten çok başarılı olanların olmasının yanında gerçekten çöp olan filmlerde yok değil. Bu film vasatın üstü diyebileceğimiz, izlediği zaman seyirciyi sürükleyen ve mutlu eden cinsten.

Konu elbette aşırı derecede klişe olmasına rağmen, film ilerledikçe ortada dolaşan bir sürü karakterin en sonunda nasıl birleşeceği merak konusu. Ama ne yazık ki filmin sonunda ne olacağını merak edemiyorsunuz çünkü daha ilk 30 dakikada bu çok net bir şekilde ortaya çıkmış oluyor, bu kısmı biraz üzücü.

Mantık hatalarını saymak istemiyorum çünkü aramaya gerek yok, şu filmden biraz keyif almak varken oturup da burada hataları tartışmak şu şöyle olsaydı bu nasıl böyleydi demek çok saçma oluyor. Zaten göze de o kadar fazla batmıyorlar.

Ailecek oturulup, çekirdek, mısır, kabuklu yemişlerle beraber keyifle izlenilecek bir film olduğunu düşünüyorum, ben beğendim, bu tarzı deneyen ve yapmaya çalışan yönetmenlere her zaman saygım vardır.

2.12.2012

Savages [2012]

Bu hikâyeyi anlatıyor olmam, sonunda hayatta olduğum anlamına gelmez!

Yönetmenliğini Oscar ödüllü yönetmen Oliver Stone’nin üstlendiği, Travolta, Hayek, Del Toro gibi isimleri barındıran filmi dün gece geç saatlerde izledim. Dram-Gerilim-Suç türlerini içinde barındıran filmin konusuna gelecek olursak; Ben ve Chon birbirlerine bağlı iki yakın arakdaştır ve uyuşturucu işindedirler. Bu iki arkadaşın Ophelia adında güzel bir kız ile farklı boyutlarda ilişkileri vardır. Ophelia her ikisini de idare etmekte iki arkadaş ise bu durumdan hiç şikâyetçi olmamaktadır. Bir gün Meksika uyuşturucu baranları iki arkadaş ile ortalık yapmak isteyecektir ama ikilinin buna yanaşmaması nedeniyle kızı kaçırırlar.

Önce hikâyeyi biraz anlıyorsunuz ve ardından hemen olaylar başlıyor. Filmden atraksiyon bekliyorsanız hemen söylemem gerekiyor ki gereksiz beklenti içine girmiş olursunuz. Konu olgunlaştıktan sonra zaten çok rahat bir şekilde filme dahil oluyorsunuz ve bütün karakterleri belirli yerlere oturduktan sonra filmin en zevkli kısmı başlıyor.

Meksika uyuşturucu kartelleri gerçekten de kendilerine karşı sorun oluşturacak insanlara işkence ederek kaydettikleri görüntüleri rakip oldukları çeteleri korkutmak amacıyla kullanıyorlar. Filmde de görüleceği üzere kesmeli biçmeli ve bol kanlı sahneler var, önceden uyarmakta fayda var ama insanı o kadar etkilemiyor diyebilirim. Bunun yanında eğer senaryo anlamında filme bakacak olursan biraz zayıf kalmış diyebilirim, iyiydi ama eksikti. Biraz daha diyalog eklemesiyle ve biraz daha olayı derinlere inerek anlatmaya çalışmakla bu sorun rahatlıkla çözülebilirdi diye düşünüyorum. Mesela erotik sahne kullanımları araya çerez olsun diye konulmuş, hissiyat ya da herhangi bir anlam içermiyor ne yazık ki.

Sonuç olarak 2 saat 22 dakika süresiyle biraz uzun sayılacak ama izledikçe sonunu merak edebileceğiniz cinste bir film diyebilirim, ben beğendim ve şiddetle tavsiye ediyorum. Del Toro’yu izlemek gerçekten büyük bir zevkti.

1.12.2012

End of Watch [2012]

Los Angeles polis departmanında çalışan iki genç polisin bir operasyondaki keşifleri sonrasında uyuşturucu mafyasının hedefi haline gelmelerini konu alırken, dostluğun ailenin ve cesaretin önemini anlatıyor. Yakın dost olan Taylor ve Zavala, her gün çıktıkları devriye esnasında yaşadıkları bir olay onları geri dönülemez bir yola sokacak, hayatlarını alt üst edecektir.

Filmi ya çok seversiniz ya da gerçekten sevmezsiniz, bunun ortasını bulabileceğinizi düşünmüyorum. Filmin çok büyük bir kısmı hareketli kamerayla çekilmiş, hatta el kamerasıyla. Şimdi şöyle bir durum var hareketli kamera ve el kamerası arasında fark var. Dogme 95 tarzı filmleri bilirsiniz hani naturel çekilenler ışık, kamera, açı ayarlaması vb yapılmadan ama bu biraz daha farklı. Bir süre sonra mide bulanmaları ya da baş dönmesi gibi durumlar oluyor bende, sıkıntı basıyor…

End of Watch filmini izlediğinizde aklınıza Washington ve Hawke ikilisinin oynadığı Training Day filminin gelmesi lazım. Temelde çaylak olan polislerin Los Angeles eyaletinde devriye attıkları sürede başlarına gelenlerden bahsediliyor, ama çok fazla rutin olarak devam ediyor film. Ne zaman aile olaylarından konu açılıyor, devriye dışındaki hayata dalıyor film o zaman da polislerin zor hayatlarına dahil oluyorsunuz, anlamaya çalışıyorsunuz.

Filmde güzel sahneler var, el kamerasıyla çekimlerin ekmeğini bolca yemişler diyebilirim. Çok büyük heyecan arayan ya da aksiyon sahneleri arayanlar için doğru bir seçim değil ama ben gene de bir göz atılması gerektiğini düşünüyorum. Mutlaka göz atılması gereken 2 sahne söylemek istiyorum biraz ilgi uyandırması açısında çünkü zaten filmin belirli bir senaryosu olmadığından dolayı spoiler olarak değer kazanmayacaktır.

1.Zavala’nın suçlu ile yaptığı anlık dövüş
2.Yanan evden Zavala ve Taylor’un çocuğu kurtarma çabaları

Ne olduğu belirsiz Donnie Darko filminden yoksa oynadığı projeleri seçerek devam eden ve artık önemli rollerin adamı olan Jake Gyllenhall için söylenecek fazla bir şey yok. İzlemenin keyfine varmak gerekiyor.

İlginç bir film olmuş, oturup izlemeye değer, zaten süresi de o kadar uzun değil.

28.11.2012

Lawless [2012]


Kaçakçılıkla nam salmış ve kötü şöhretten bir türlü kurtulamamış Bondurant kardeşlerin hayatlarından gerçek bir kesit sunuyor film bizlere. Birbirlerine çok güçlü bağlarla bağlı olan bu kardeşler yaptıkları kaçakçılıklar sayesinde çok büyük bir servet elde ediyorlar ama tam bu noktada yeni gelen devlet adamlarıyla biraz uğraşmak zorunda kalacaklar.

Uzun zamandır beklediğim filmlerden biriydi ve en azından beklentilerimi karşıladı diyebilirim. Öncelikle belirtmem gerekir ki ben yaşanmış hikayelerin olduğu filmlere karşı özel bir ilgi besliyorum. Hikayenin ne kadarının doğru ya da ne kadarının yanlış olduğunu çoğu zaman bilmiyorum elbette ama izlemesi hoş geliyor. Bu filmde bu tarzın en iyi örneklerinden biriydi diye düşünüyorum.

Kardeşlerin zaten yıllardır süregelen birçok masalsal hikayeleri var ama acaba gerçekten filmde anlatıldığı kadar gerçek mi merak ediyorum. Çünkü bazıları gerçekten hayal gücü sınırlarını zorlayacak cinsten. Mesela spoiler içermediğinden rahatlıkla söylüyorum ki boğazı kesik bir biçimde 30km yol yürüyecek bir adamın hikayesinden bahsediyoruz mesela.

Hikaye ilgi çekiciydi oradan başlayım. Sonunda neler olacağını kestirebiliyorsunuz ama izlemeye devam etmek istiyorsunuz. Guy Pearce, Tom Hardy, Gary Oldman, Shia LeBeouf gibi gerçekten izlemeyi sevdiğim bir oyuncu kadrosu var. Özellikle son 1-2 yıldır Tom Hardy’yi izlemek büyük zevk haline geldi. Ailenin en büyüğü olarak davranışları, o zamanlara yakışan ses tonu ve konuşma stili, duruşuyla birlikte filmi almış götürmüş.

İşleniş biraz fazla hızlı gibi geldi, eldeki malzeme aslında yeteri kadar iyi ama biraz daha ayrıntıya yer verilmesi gerekirdi diye düşünüyorum. Çok fazla bilinmeyen ya da askıda kalan kısım olmuş. Seyir zevkini sekteye uğratmış diyemem tam olarak ama bir şeyler götürdüğü bir kesin. Süper bir aksiyon filmi beklentisi ile izlememek gerekiyor, genel hava olarak ağır ilerleyen bir film olduğunu da söyleyebilirim.

Çok büyük beklentilerle izlememek film için iyi diyebilmeye yetecektir. Oyuncu kadrosu ve konusu gayet ortada olan yaşanmış hikayenin sonu da sizi yeteri kadar tatmin edecek ve güldürecektir diye düşünüyorum. İzlenmeye değer bir film olmuş.

27.11.2012

Killer Joe [2012]


Sanırım ben bir şeyleri kaçırdım ya da tam olarak filmi idrak edemedim…

Her şey Chris’in satmak için elinde tuttuğu malı annesinin yok etmesiyle birlikte satıcıya 6000 dolar ödemesi gerekir ve böyle bir para normal olarak ortada yoktur. Bir şekilde parayı bulması gerekir ve aklına zekice bir plan gelir. Annesini öldürürse sigortadan 50.000 dolar alacaktır ve bu para ona ve ailesine yetecektir. Tabi ki bunun için önce kiralık katil bulması gerekir ve filme ismini veren Joe tam olarak burada devreye girer.

Ne kadar net film değil mi? Ama asıl olay içindeki gereksiz sadistlik ve bir sürü gereksiz sahne… gerçekten ilginç bir şeyler anlatmaya çalışıyor olabilir film ama bana o kadar ifadesiz ve gereksiz geldi ki, filmi izlememin üzerinden onca zaman geçmesine rağmen henüz tam olarak ne yakaladım ya da neleri kaçırdım anlayamadım.

Başlangıçtan itibaren kısıtlı alanlarda, zaten büyük bir çoğunluğu karavanda çekilmiş, geçen, içinde bolca diyalog ve rahatsız edici sahneler bulunan bir film. Matthew McConaughey (yazması zor oldu) tek kişilik bir tiyatro gösterisi sunar gibi oynamış. Diyaloglarda yaptığı vurgulamalar, ses tonunu ayarlaması ve sert görünüşü izlemeye değer tek yanıydı belki de filmin.

Üzerine konuşulacak fazla bir şey bulamadım ne yazık ki. Öyle ailecek izlenilebilecek ya da kız arkadaşla izlenilebilecek filmler kategorisinde kesinlikle olmayan bir film. Neden böyle bir sınıflandırma yaptım bende bilmiyorum ama ben tercih etmezdim.

Merak ediyorsanız izleyin, içinizde kalmasın ama izlemeye değecek bir şey bulamadım ben.

26.11.2012

Red Lights [2012]

Olay şu şekilde gerçekleşiyor;

Bir grup bilim adamı; hatta 2 kişi, kendilerini medyum olarak tanıtan ve insanları kandıranların foyalarını ortaya çıkartmak üzerine araştırma yapıyorlar. Bu sırada 30 yıl önce süper güçleriyle birlikte ortadan kaybolan adamımız ‘’Silver’’ geri döner ve hünerlerini insanların üzerinde tekrar sergilemeye başlar. Ortaya araştırılması gereken bir gerçek çıkar… Silver’ın gerçekten süper güçleri var mıdır?

Aksiyon filmi, gerilim filmi, aşk, sex, spor… Şu filmi saydığım nedenlerden dolayı sevmedim. Cillian Murphy’i severim ve De Niro’dan nefret ederim, söylemeliyim ama ben bu filmi oyuncuları içinde sevmedim.

Fal bakan insanlara ne kadar şaşırırsınız? Adam/kadın bana gelecekte alacağım arabaya kadar söylüyor… Sigara ile beraber içtikleri Türk Kahvesi fincanına parmaklarını dokunarak cin çağırdığını iddia edenler var. Ama demek istediğim şudur ki, bazı şeyleri siz/biz gerçek olarak kabul ederiz ve öyle inanırız. Nasıl inanırız? İnsanlar bilmedikleri şeylere inanmaya meyillidir. Ben size burada desem ki ünlü Formula yarışçısı Ayrton Senna’nın ölüm nedeni, arabadan kopan bir kanat parçacığıdır. Bu sporla ilgilenmeyen insanlar büyük olasılıkla benim bu spordan çok iyi anladığımı ve ayrıntılarına kadar bildiğimi düşünerek buna inanabilirler…

Filme geri dönecek olursak, bazı gerçekler, hatta büyük gerçekler için bile aslında olay onlara nasıl baktığımızdır. Çoğumuz artık nasıl bakıyorsak; baktığımız zaman göremeyecek kadar olayın içinde kalırız. Çok büyük olayların, çok büyük etkilerin altında belki de o kadar basit bir gerçek vardır ki, işte o kadar basit olduğu için dönüp bile bakmaz, inanırsınız…

Yukarıda ‘’saçmaladığımın’’ farkındayım ama işte filmin üzerinizde etkisi bu ya da bunun gibi şeyler olabilir. Baştan sona, büyük bir merakla izledim filmi… Sürekli bir noktaya bağlı olarak devam etmesi gayet güzeldi, benim için önemli olan bir diğer nokta ise bitiş kısmını film boyunca saklamayı başardı. Tam film bittiğinde bir şeylere inanmak üzereyken final sahnesinde olanları izlemek isteyeceksiniz…

Filmden çıkarttığım ve eklemek istediğim notlar;

1.       NLP eğitimleri bana öğretti ki, insanlar hakkında fikir sahibi olmadıkları şeye inanmaya meyillidir. İnanmak zorunda değiller, sorgulamaları bile sizi amacınıza ulaştıracaktır.
2.       Gerçek olarak kabul ettiğiniz, inandığınız şeylerin hilesini sorgulamak yerine sadece biraz daha dikkatli bakmak gerekiyor. Çok zor, çok karmaşık gibi gözüken şeylerin cevapları aslında bir o kadar da basit.
3.       Yukarıda yazdığım 2 madde, acaba gerçekten de doğru mu? Sanmıyorum, filmi bir kere daha izlemek gerekiyor…

6.11.2012

Looper [2012]


Film zamanda yolculuğun mümkün olduğu zamanda geçiyor. Yasadışı olduğu söylenilen bu zamanda yolculuğu mafya babaları kullanmakta ve ortadan kaldırmak istedikleri adamları geçmişe yollayarak tetikçiler tarafından öldürülmesini sağlamaktadırlar. Gelecekten gelen kurbanları öldüren uzman tetikçilerin en iyilerinden biri de Joe’dur. Ne var ki, Joe’nun yeni kurbanı, 30 yıl sonrasından gelen kendisidir. Hedefi öldüremeyen Joe, bu işi çözmek zorundadır yoksa hedefi kendisini öldürecektir.

İşte aradığım tam olarak bu şekilde bir şeyler. Tetikçi filmlerine yeni bir bakış. Tek olarak izlediğim tetikçi filmleri artık zevk vermemekte ve aynı şekilde, zamanda yolculuk, süper güçler de bir şekilde boşa olarak zaman kaybettirmekte… Ama bu şekilde yapılabilecek olan kombinasyonların ne kadar başarılı olacağının çok iyi bir göstergesi.

Başlangıçta biraz anlamak zor olabiliyor, geçmişte kim ne iş yapıyor ya da gelecekte neler olacak yoksa biz şu andaki zamanı mı yaşıyor gibilerinden ama film ilerledikçe bu sorun ortadan kalkıyor, belki de sadece benim yaşadığım bir karmaşa olabilir. Gidiş ve geliş sahneleri oldukça ilginç olarak hazırlanmış. Benim bakış açıma göre havada kalan birçok nokta ve gereksiz olarak çekilmiş birçok sahne var… Zaten zamanda yolculuk yaparken, süper güçleri işe hiç karıştırmamak zekice olabilirdi mesela…

Levitt ve Willis’in benzerliği çok iyi olmuş, makyaj gerçekten çok başarılı, oyuncuları tanımayan birisi, gerçekten aynı adam olduklarına inanabilir. Diğer bir nokta ise artık bitti denilen, bende katılıyorum, Willis’in harika performansı. Film zaten yeteri kadar iyiyken usta oyuncunun bu performansıyla filmi çok daha başka yerlere koyabiliyorum.

En azından türünün diğer örneklerinden farklı olmuş olması bile beni mutlu etti. Üzerinde biraz daha kafa yorulsaydı çok daha eşsiz ve eksiksiz bir film ortaya çıkabilirdi ama bu haliyle bile çok ilginç ve güzel olduğunu söyleyebilirim. Aksiyon arıyorsanız ve tetikçi filmlerini severim diyorsanız mutlaka izlemeniz gereken bir film olduğunu söyleyebilirim.

İyi Seyirler.

5.11.2012

Skyfall [2012]


Uzun zaman sonra tekrar sinemaya gitmenin heyecanı sarmıştı her yanı. Skyfall’ı uzun zamandır bekliyordum ve artık zamanı gelmişti, bu sefer beklentilerim biraz yüksekti…
Bond aldığı ölümcül olabilecek yaralardan sonra yaşlılığında getirdikleriyle yavaşlamış ve eski gücünü kaybetmiştir. Ama MI6 ya karşı olan tehditleri yok etmesi gerekmektedir. Yeterliliğinin olmamasına rağmen gene sahaya çıkmaya hazırdır.

Film İstanbul da başlıyor. Burada konuşulması gerekenleri şöyle özetlemek istiyorum. İstanbul’da çekilmesinden dolayı elbette birçok ses yükseldi. İstanbul’u kasaba olarak gösterdiğini düşünenler, kurulan setleri beğenmeyen arkadaşları anlamak gerçekten çok zor. Hollywood hiç izlemiyorlar herhalde, ben Boston’u izlediğim zaman pislik bir şehir, fahişelerle dolu bir şehir ve sokakların her daim pis olduğunu düşünüyorum. Mesela NY’u izlediğim zaman kötü adamların olduğu, geceleri dışarıya çıkılamayacak kadar kötü olduğunu görüyorum hatta NY polisinin suçluları dahi yakalayamadığını görüyorum. İstanbul’u sen kasaba olarak göstersen ne fark eder? Reklam mı yapıyoruz yoksa film mi çekiyoruz… Bu konulara bu kadar takılan insanların kafalarının nasıl çalıştığını çok merak ediyorum gerçekten. Filmde sadece bu noktaya bu kadar takılı kalmak neyin nesidir?

Diğer bir konu, klasik Bond filmlerinden farklı olmasıydı. Bond’un yanında ona eşlik eden ve çok iyi sevişen mutlaka bir kadın oluyordu. Bunun yanında Bond’un kullandığı son teknoloji ürünü bir çok oyuncağı olması gerekiyordu ama bu sefer bunlardan bahsedemiyoruz. İlginç olmuş, alışılmışın dışına çıkmak her zaman çok iyi sonuç vermez ama bu sefer çok iyi gelmiş filme. İnsan aramıyor değil, ama yokluğunu da hissetmiyoruz. Tematik olarak ‘’eski en iyisidir’’ felsefesiyle yola devam etmeye çalışılmış.

D.Craig en iyi Bondlardan biri kesinlikle ve role çok iyi oturuyor. 3cü filmi ve oynadığı 3 filmde de çok iyi performanslar gösterdiğini söyleyebilirim. Ama bu filmde dikkatimi başka bir şey çekti. Yan rollerden filmlere girip, ana hikayeyi çalan bir adamdan bahsetmek istiyorum. Javier Bardem. Filmde adı 3 belki de 3cü kişi olarak geçiyor olabilir ama ana rolü kesinlikle Bond’dan çaldığını düşünüyorum. Hayat verdiği karakterle birlikte harika bir oyunculuk performansı sergilemiş, izlemesi inanılmaz zevkli olmuş. Psikopat adam karakterlerindeki başarıları zaten çok uzakta değil…

Tarihin eski Bondlarını izlemedim, 1995 den itibaren yapılanlar arasından bir seçim yapmam gerekiyorsa, Skyfall en iyisi olmuş diyebilirim rahatlıkla. Son olarak eklemek gerekiyor ki, Adele’nin yaptığı müzik ile filmin girişinin uyumu harika. Çok dikkat etmem ya da genelde izlemem, kapatırım ama bu sefer çok büyük bir zevkle izledim. İndirip arşive koyulacak kadar güzel olmuş…

Zevk veren aksiyon film serilerinin başında gelen Bond, beni fazlasıyla tatmin etti. İyi ki sinema orucumu bozup gitmişim. Mutlaka izlenmesi gereken filmler listesine eklemelisiniz diye düşünüyorum

1.11.2012

The Amazing Spider-Man


Örümcek adam benim en sevdiğim çocukluk karakterlerinden biridir. Öyle çok çok büyük hayranlık beslemiyorum ama benim için yeteri kadar saygı değer bir konumdaydı bu filme kadar. Elbette ki benim örümcek adam yorumumu değiştirmeyecek ama bu kadar kötü bir film izlemiş olmak beni çok üzdü…

Hikayemiz zaten klasik, örümcek ısırıyor sonra örümcek adam oluyor düşmanla savaşıyor klasik. Buraya kadar her şey normal ama merak ettiğim bir nokta var. ‘’Spiderman’’ gibi bir film varken, ilk çıktığında inanılmaz başarılara imza atmışken neden hemen yenisini çekme isteği? Diyeceksiniz ki, Batman, ama unutmamak gerekir ki arada baya bir fark var. Yapacaksan C.Nolan’ın yaptığı gibi yapacaksın ki, geçmişi unutturacak.

Örümcek adam gerçekten süper! Kendi kıyafetini kendi yapabiliyor, kendi ağını kendi yapıyor böyle biyolojik araştırmaları falan kendisi yapabiliyor, örümcek adamımız gerçekten çok süper ya, böyle süper insan falan olacak neredeyse.

Örümcek adam resmen halk kahramanı olmuş çıkmış, filmin ilk sahneleri hariç neredeyse filmde en ufak bir ağırlığı bile yok. Sonuçta burada çizgi romandan uyarlama bile olsa süper kahramandan bahsediyoruz. Halk arasından biri örümcek kıyafeti giyse, ellerine tırtıllar, duvarlara yapışılabilecek bir mekanizma yapsa, bir de ağ atsa o zaman herkes örümcek adam olabilir gibi bir kavram çıkıyor. Parker’ın burada herhangi bir özelliği kalmıyor ki. Şartlar böyle olunca da örümceğin ısırması falan da çok sıradan ve anlamsız olarak kalıyor.

Çok uzatmaya hakkında konuşmaya bile gerek yok bence. Aşırı sıradan, çok sığ bir geçiş filmi olmuş diyebilirim. Elbette bunun 2. Sinin çekileceğini söylememe bile gerek yok ama ben izler miyim, sinemada gidip para vermek ister miyim orası tartışılır.

3.10.2012

The Expendables 2 [2012]

Gerçekten şu kadro patates doğrasa bile izlenir…

Futbolu izleyenler bilir, F.Totti kariyeri boyunca İtalya’nın Roma takımında oynadı. Roma takımı hiçbir zaman Avrupa’da adını duyuracak kadar büyük bir takım değildi ama Totti hem İtalya hem de dünya futboluna damgasını vurdu. O zamanlarda Roma maçlarını izlediğimde amacım sadece Totti’yi izlemekti…

Filmin konusu kısaca; bay Church için oldukça basit bir işi aldıktan sonra, Expendables’ın plânları yanlış gider ve içlerinden biri, rakip bir paralı asker olan Jean Vilain tarafından öldürülür. Expendables, yeni üyeleri Billy the Kid ve Maggie ile ölümcül bir silâhı durdurmak ve kardeşlerini öldüren caniden intikam almak için düşman bölgesine doğru yola çıkar.

Boşverin senaryosunu ya da ucuz aksiyon sahnelerini. Adı geçen (bazıları çerez olsa bile) oyuncular sizi hiç mi heyecanlandırmıyor? Ben buna çok ihtimal vermiyorum. İtiraf edeyim, bende gişe filmlerini ya da çerez filmleri çok sevmem. Çok tipik bir gişe filmi ama en azından oynayan isimlerin ağırlığını ya da geçmişlerini düşününce saygıdan izlemek istiyor insan…

Ne yazık ki kadroda yazan herkesi yeteri kadar görme şansımız olmuyor, mesela Jet Li’yi oraya neden yazdıklarını anlamak için baya uğraştım ama sağ olsun film hissettirmedi. Çok konuşulması gereken şeylerde değil açıkçası, o kadar fazla isim var ki…

İzleyin, eğlenin…

22.09.2012

360 [2011]


Birbirinden çok farklı hayatlar süren bir grup insanın hayatları, heyecan yüklü bir aşk hikâyesiyle de birleştirerek Viyana, Paris, Londra, Rio, Denver, Bratislava gibi büyüleyici ve ilgi uyandırıcı şehirlerde kesişir.

Sevdiğim bir tarz, harika bir oyuncu kadrosu ama ne yazık ki…

Her zaman söylerim ve en beğendiğim örneğinde bile arkasında durmaya çalışıyorum, birleştirme hikayerini çok iyi analiz etmek ve zamanlarını çok harika hatta kusursuz bir şekilde ayarlamak gerekiyor yoksa film anlatılmak istenileni ne yazık ki veremiyor. Bir çorbaya ne kadar çok malzeme koyarsanız ve daha önceden yapmamışsanız, sonunda ne tarz bir tat vereceği bir o kadar sürpriz olur aynen bizim filmimizde olduğu gibi.

Güzel kesişmeler, güzel duygular, büyük aşklar ve sağlam hikâyelerden bahsediyorum ama keşke biraz daha bütünlük kurulabilse, biraz daha tutarlı bir film haline gelebilseymiş… Tam olarak anlatılmak istenilen sonuca varamamışlar ama gene de orta-üst seviye bir film olduğunu belirtmek isterim ve haksızlık yapmam istemem.

Boş zamanda zengin oyuncu kadrosunu karşınıza alarak izlenebilecek bir film, benim için oyuncu kadrosunda sadece A.Hopkins olması bile yeter.

İzleyin, izlettirin. Çok büyük beklentilerin içine girmemekte fayda var.


21.09.2012

Sleeping Beauty [2011]


Sanat filmi yapmaya ne kadar meraklı bireyler olduk biz ya, bu arada aklıma gelmişken sanat filmi nedir?

Şimdi mesela kadınsındır ve bir film yapmak istersin. İçin böyle sanat ile dolmuştur, onu mutlaka bir şekilde göstermek istersin. Entelektüel görünme çabasında olursun ve öyle şeyler ortaya koymalısın ki, izleyen izleyici bunu anlamalı. Senin filmin üzerine çok derin yorumlar yaparak ‘’sanat nedir’’ durumuna kadar gelebilmeli. Bir dakika, sende hayal gücü yok mu? Cidden olmadı, o zaman senin sanat ve doğal olarak sinemadan anlamadığını belirtmemiz gerekiyor.

İşte gene böyle zamanlardan birinde, bir kız var. Hem okumaya hem de para kazanmaya çalışıyor. Filmimizin ana karakteri ta kendisi. Her türlü işi yapmaya alışık, fahişe de olabilir, prestijli restoranlarda masa da silebilir… Bir zaman sonra kendine çok farklı bir iş arayışına giriyor ve buluyor. Hemen söyleyeyim zaten çok büyük sır olarak kalmasına gerek yok. İlaç içiyor, uyuşuyor ve bütün gece hareketsiz olarak yatıyor. Bunun anlamını sanırım benim anlatmama gerek yok, zengin ve paralı müşterilerimiz vajinasından girmemek koşuluyla bütün istediklerini yapabiliyorlar. Sonra mı ne oluyor? Sanat filmimize sormaya devam edelim mi?

Son zamanlarda kadın ‘’ yönetmenler’’ yine kadın cinselliğini pervasızca sömürerek kendileri isimlendirdiği sanat filmleri yaratmaya çalışıyor. Senaryo ne kadar gereksiz, ne kadar anlamsız olursa o film sanat filmi olabiliyor. Onlar için filmi düşük ya da orta zekâlı (film zekası) olan insanların bir önemi yok, anlamasalar da olur ne de olsa onların sanat anlayışı yok, e bu filmi de anlamasalar çok bir şey değişmeyecek nasıl olsa…

Ben şöyleyim, sanat filmi diye bir şey yok. Kendinizi boşuna kandırıp, senaryosunun bile ne olduğu belli olmayan, sadece kadın cinselliğini ön plana koyarak, birçoğumuzun hemfikir olacağı ‘’ harika kadın estetiği’’ denen şeyi güya bir sanat olarak sayıp bunu gözümüzün içine sokma çabaları içinde geçen zavallı film. Bir anlam yüklemeye çalışmayın, çünkü bulamayacaksınız.

15.09.2012

Incendies [2010]


1+1 kaç eder? Gerçekten soruyorum, yazıyı okuyana kadar düşünün, 1+1 kaç eder?

İzlediğim en felaket dram filmlerinin Avrupa Sinemasından çıkıyor olmasını nasıl açıklarsınız? Ben şöyle açıklamaya çalışayım çünkü buralarda görebileceğiniz en rezalet(kötü anlamında değil), en felaket, en dokunaklı ve en acılı hikayeleri bulabileceğiniz bir sürü bölge var. Bu arada sormadan geçmek istemiyorum, 2009 yapımı olan The Secret in Their Eyes filmini izlediniz mi?

2010 yılının ‘’ En İyi Yabancı Yapım’’ dalında kapışan bu iki filmi de izlemenin haklı gururu içindeyim artık. Hep bir parça eksik, hep bir parça yoksun, hep bir parça dışarıda kalıyordu… Artık tamamladım. İkiz Jeanne ve Simon’u karışık köklerini araştırmak için Orta Doğu’ya göndermek bir annenin vasiyetidir. Babalarının kim olduğunu ve simon’un abisinin kim olduğunu bulmaları gerekmektedir.

Ne izledim ben? Ben Radiohead(dinlemem, okul projelerinden aşinalık var) ile harika bir başlangıç izledim. İlk 3-5 dakikada sanki fotoğraf karelerini arka arkaya sıralarmışcasına devam etti. Daha sonra farklı hayatlar gördüm. Geçmişleri acı dolu, geçmişleri öfke ve bilinmezlik dolu hayatlar izledim. İşte tam bu sırada gerçek dünyaya döndüm ve işte o zaman iyi-kötü ayrımını yapabildim. Daha sonra tekrar ‘’kötü’’ kısma döndüm. ‘’zorlanmayı’’, ‘’kırılmayı’’ izledim. İzledikçe filmin daha çok etkisi altına girdim ve acaba daha neler olacak beklentisine kapılmaktan kendimi alamadım.
Kim bu abi? Kim bu baba gerçekten? Sonu asla görünmeyen bir okyanusta kaybolmuş gibi, ne tarafta çıkış acaba diye baktığım ama göremediğim karanlık bir odada gibi hissettim kendimi. Çıkış yolu hiç olmayacakmış, ama bir o kadar da sanki bütün yollar da birbirine bağlıymış gibi. İki saat on dakika boyunca içimde bir sıcaklık hissettim, bitmek tükenmek bilmeyen, bir annenin ızdırap dolu anlarını izledim. Tek bir amaç ve bu amaç uğruna neleri göze alabileceğini izledim. Ne mutlu bana ki sadece izlemekle kalmadım, kalamadım… Yaşadım.

Bir geçmişe, bir şimdiki zaman dönerken bir an yutkundum ve izlemeye devam ettim, tamamen kendimi olaya bıraktığımda filmin sonuna geldiğimizi ufaktan anladım. Artık dram ve üzüntü yerini Orta Doğu’nun pisliklerine bıraktı. İşte ben bunları izledim, sonra hani biz yaparız ya hani, filmleri izledikten sonra böyle düşünürüz ya hani, hep yaparız ve sonra unutur geçeriz ya… Böyle hayatlar varken, böyle acılar varken ben daha neyin peşinde koşuyorum, sabah gelmeyen dolmuşa küfür edip, bize hunharca davranan ve emirler yağdıran patronun arkasından küfür edebilen insanlar olduğumuzun bir kere daha farkına vardım.

The Stoning of Soraya, The Secret in Their Eyes hatta ve hatta Oldboy gibi filmleri izledikten sonra acaba dahası ne olabilir ki bu filmlerin çitayı koyduğu yere daha ne yaklaşabilir ki dediğim bu gecede karşıma çıkan Incendies hayata bakışımı ‘’kısa!’’ süreliğine olsa değiştirmeyi başardı. Bir kere daha değiştirmeyi, bana ‘’film izledim ben’’ dedikten sonra dünyanın en büyük rahatlamalarından birini verdi, çünkü ben izledim, anladım, idrak ettim ve düşündüm.

Kaybolan çocukları bulma, bol topraklı ortamlarda kaybolan ve peşlerine düşen tek kişilik ordular ve dağıttığı kasabalar temalı filmlerden olduğunu sanıyorsunuz değil mi? Ya da milyon dolarlar harcanan teknoloji harikası filmlerden biridir diye düşnüyorsunuz değil mi? Hayır! Bu sefer ben kazandım, hiçbiri değil… İlk dakikalardan sonra çok başarılı bir akış ile ilerleyen, yer yer fotoğraf karesini andıran sahnelerin kullanıldığı ve sizi sonuna kadar meraklandıracak bir filmden bahsediyorum ben…

2009 yılında The Secret in Their Eyes filmi ile olan benzerliği dikkatimi çokça çekse yıllar sonra akıllara kazınacak ve belki hiç unutamayacaklarınız arasına girecektir…
Mutlaka izleyin ve daha sonra izlettirin…

Bir dakika, yukarıda bir soru sormuştum değil mi? Cevaplamadan yazıyı bitirmek olmaz, 1+1=2 eder ama ya 1+1=1 olursa, o zaman ne yaparsınız?

14.09.2012

One In The Chamber [2012]


Güzel, tetikçi filmlerini izlemek her zaman çok zevkli olmuştur…

Olayın basitliği ya da filmin ne kadar alt kalite olması beni ilgilendirmez, ben sadece zevk almak için izlerim ve olay orada kapanır gider. Şöyle bir bakındım ve aksiyon izlemek istedim, izledim.

Usta bir tetikçimiz var ve parası ödenen her insanı öldürme yeteneğine sahip. Bir işinde, adamlardan birini eksik öldürmesiyle başlıyor bütün film. Bu sefer diğer mafya kendisine, karşı tarafı öldürmesi için ödeme yapıyor ve olay 2. bir tetikçinin işin içine girmesiyle biraz daha karmaşık bir hal alıyor.

Cuba Gooding JR’ı tetikçi filmlerinde izlemek çok büyük zevk haline geldi benim için. Soğuk bakışları ve güçlü duruşuyla bu filmlerde çok önemli performanslar sergilediğini düşünüyorum. Son izlediğim The Hit List filminde de az konuşan, işinin ehli bir tetikçi rolündeydi.

Film üzerine söylenecek ya da yazılacak fazla bir şey yok. Dolph Lundgren’in işin içine girmesiyle biraz daha heyecanlı hale gelen filmi aksiyon severlerin kaçırmamasını öneriyorum. Elbette işin içine aksiyon girince mantıkdışı sahneler olmuyor değil ama en azından başından sonuna kadar soluksuz olarak izleyebiliyor ve bundan büyük zevk alıyorsunuz.

Filmin ne kadar iyi ne kadar kötü olduğunu burada tartışacak olsam, zaten bu filmi izlemezdim.
İyi Seyirler

13.09.2012

A Quiet Life [2010]


Tek istediği sakin bir yaşamdı…

Üst katı otel, al katı seçkin bir İtalyan restoranını işleten karakterimiz, yaşadığı sakin hayattan çok mutludur. Geçmişi bir kenara atmak onun en büyük istediğidir. Ta ki bir gün, eskilerden bir tanıdık gelene kadar. Uzun zamandır görüşmediği oğlu Diego’nun gelmesiyle birlikte işler biraz karışacaktır.

Klasik filmlerden biriydi diyemeyeceğim çünkü Avrupa sineması her seferinde bir çok yeni senaryo, yeni konular ve yeni heyecanlar vaat ediyor bana, beni gerçekten çok mutlu etmeyi başarıyor. Acaba bu sefer neler çıkacak karşıma derken, alt-orta seviye bir ‘’karakter tahlili’’ tarzı film ile karşılaştım.

Sakin başlayan filmin ortalarına doğru hareketlenmesi herkesi mutlu edecek tarzda diyebilirim. İlk başlarsa asla açmayan kasvetli havanın yanına sürekli yağmur havasının eklenmesi ve gece çekimlerinin fazla olması biraz içimizi karartıyor diyebilirim ama konusunu düşününce ve biraz da olaya dahil olunca filmin aslında ne kadar ilginçleşebileceğini hissediyorsunuz. Başlarda her şey hakkında yeteri kadar bilgi alıyorsunuz ve devam ettikçe acaba neler çıkabilir diye meraka kapılıyorsunuz, yaptıkları en iyi şey kesinlikle bu…

Geçmiş hayatından bir şekilde kaçmayı başarıyor geçmişinde 32 ölü bırakan katilimiz ama ne yazık ki tamamen kurtulamıyor. Zaten ‘’tetikçi’’ filmlerinde bir türlü geçmiş peşinizi bırakmaz değil mi? Elbette yoksa biz ne ile eğlenirdik acaba… Hayal kırıklığının boyutları bu noktada biraz büyüdü ne yazık ki. Başlangıçtan itibaren beni etkileyen mest eden bütün film gitti ve yerine kocaman bir enkaz geldi. İşte tam bu noktadan sonra her şey sıradanlaşıyor ve herhangi bir anlamı kalmıyor ne yazık ki.

Filmi başlattık, sonuna kadar getirdik, artık siz bir zahmet anlayıverin, geçmişinizden kaçamıyorsunuz temalı operayı izledikten sonra herkes evlerine film izlemenin verdiği mutluluk ama bu filmi izlemenin verdiği geniş rahatsızlıklarla evlerine geri dönmek zorunda kalıyor ne yazık ki…

Demek ki neymiş? Avrupa Sineması da her zaman harika, olağanüstü eserler sunamıyormuş bize, zaten sunmak zorunda da değil…

11.09.2012

Revanche [2008]


Avusturalya’nın başkentinde, modern bir genelevde yaşanan aşk sahneleriyle başlıyor filmimiz. Yaşadıkları hayattan son derece rahatsız olan bir hayatkadını ve orada ayak işlerini yapan karakterimiz kaçıp gitmek istemektedir. Farklı arayışlara yönelen karakterlerimiz, dram içinden çıkmak için daha büyük bir dram içine girmeyi hak edecek kadar gereksiz bir şey yaparlar, sonuçları çok da iyi olmayacaktır.

Beklentilerim biraz daha yüksekti diyebilirim filmden. Bana ne verdi diye bakacak olursak; yukarıda da kısmi olarak dile getirmeye çalıştığım gibi, hayatlarındaki eksik yanları bir şekilde tamamlamaya çalışırken, ahlaki ve etik yanlarından daha fazla açık verdiği ve dramdan çıkarken dramın içine nasıl çok güzel bir şekilde batılabileceğini gösteriyor film.

Beğendiğim noktalar, karakter analizleri çok güzel yapılmış, o andaki hayal kırıklığı, üzüntüler, mahcubiyet perdeye çok güzel aktarılmış diyebilirim. Filmin senaryosu da iyi denilebilecek kadar göze çarpıyor ama sıkıntılar iyi yanları fazlasıyla maskelemeye yetiyor ne yazık ki. Şu hikayede olmaması gereken sahneler, ortalıktan kaybolan zaman kavramı, filmin zaman zaman aşırı gereksiz diyaloglarla devam etmesi ve yavaş ilerlemesini seyir zevkini düşüren noktalar diyebilirim.

Sonu için ise ayrı bir atraksiyon düşünülebildi en azından, bu kadar ortada bırakılarak neyin hedeflendiğini ben tam olarak anlamadım.

İzlenilebilecek bir film olduğunu düşünmüyorum, çok yüksek sabır gerektiriyor ama anlatılmak istenilen durumlar güzeldi, hakkını vermek gerek diye düşünüyüorum 

10.09.2012

The Assassin Next Door AKA Kirot [2009]

Katil olmak bu kadar kolay mı?

Birbirlerini tanımayan ve alakası olmayan iki kadın eski bir apartmanın 2. Katında karşılıklı olarak oturmaktadır. Galia, önceki yaşamından bir şekilde kaçmak ve Ukrayna’daki çocuğuna kavuşmak istemektedir. Bunu yapmak için her şeyi göze aldığı bir dönemde, adam öldürebilecek kadar ileriye gider. Elinor ise bir markette kasiyerlik yaparak hayatını kazanmaya çalışmakta ve kocası tarafından acımasızca dövülmektedir. Onun hayali ise piyangoyu kazanmak ve uzaklara gitmek.

Mantıksız bir aksiyon filmi daha izledim. Şehrin istedikleri alanı poligon gibi kullanıyorlar, istedikleri mekânlara girip kurbanları yok edip çıkıyorlar ama kimse ne engel oluyor ne de herhangi bir polis karışıyor işin içine… Sanırım hepsi yıllık izin de ya da bizim katilimiz çok temiz! Çalışıyor. Hayır, işin daha fenası bu filmi izledikten sonra, diyorum ki e o zaman biz boşuna yıllarda adamı öldürdükten sonra oradan kaçmaya çalışan katilleri izledik, kendilerini boşuna parçaladılar, bu filmde çok kıyak katillik var!

Sürükleyicilik var diyebilirim ama bu seferde film ayrı ayrı oynuyor havasına kapılıyorsunuz. Bir sahne izledikten sonra tamamen farklı bir sahne karşınıza çıkıyor, resmen boşlukları siz bir zahmet tamamlayın, benden bu kadar demiş yönetmen.

Gereksiz bir film olduğunu düşünüyorum ve gerçekten en ufak zevk alınılabilecek bir yanı bile yok. Tümüyle zaman kaybı der ve üzerine daha fazla konuşarak da zaman kaybetmek istemem…


8.09.2012

The Tall Man [2012]

Gerilim filmi mi? Cidden ne yapmaya çalışıyorsunuz, neyi ifade etmeye çalışıyorsunuz siz? Yazık etmişsiniz, çok!

Ben de dahil olmak üzere, korku filmi diye lanse edildiği zaman; ‘’gerçekten korku filmi mi var abiiii’’ diyenlerin sayısı artık eskiye oranla biraz daha fazla gibi. Elbette ki bu izlenen korku filmlerinin %80’lik bir oranının korku öğesini bırak, izlediğiniz zaman kahkahalarla gülecek duruma geldiğini de biliyoruz. Korku filmi diyerek seyircinin beklentilerini farklı yöne çekmek doğru değil, bu filmi öyle bir film değil!

Cold Rock kasabasında çocuklar kayboluyor, zaten ufak bir kasaba olan bu yerde, herkes bu işi yapan ‘’The Tall Man’’ dedikleri adamı arıyorlar. Herkes böyle birinin varlığından haberdar, görenler de olmuş ama kimse yakalayamıyor ve çocuklar tek tek kaybolmaya devam ediyorlar. Julia acaba buna bir son verebilecek mi?

Yaz ayı ve yazdan sonraki kısa dönemde adam gibi film bulma sıkıntısı devam ediyor diye düşünürken, The Tall Man’in karşıma çıkması, keyifleri yerine getirdi diyebilirim kendi adıma. Her filmin sonunu tahmin et, klişe senaryoları izle sonra onlar hakkında düşünmeye çalış derken iyice beyinleri yakma sınırına gelmiştim. Konu olarak bakarsak, gerilim dolu başlangıçtan sonra film tam üç kere yön değiştiriyor. Bir olaya alışmaya, onu anlamaya başladığınız anda hemen ters köşe yaparak değişiyor ve durum böyle olunca filmden kopmalar gerçekleşmiyor.

Senaryosunun kusursuz olduğundan bahsedemem, kafalarda bazı soru işaretleri kalıyor elbette ama geneli incelemek daha yararlı olacaktır diye düşünüyorum. Zaten bizim meşhur ‘’korku’’ filmi olayını da tam olarak bir geçelim.  Sonuna geldiğimizde, en azından film burada başladı ve şuralara kadar geldi gibi cümleler kurdurmayı başarıyor. Dürüst olun hadi, tahmin edemezdiniz bu şekilde biteceğini… İşte sırf bu yüzden film çok iyiydi diyebiliyorum ve herkese tavsiye ediyorum.

Üçüncü annem beni daha büyük bir dünyaya hazırlıyor... O, bilginin her kapıyı açtığını söyler... Bu yüzden daima odaklanıyor, gözlemliyor... Ve çok çalışıyorum.- Vera

7.09.2012

Shooting Mistakes #3

 Resim 1
Resim 2 

Resim 1'de elinde bıçak olmadığı sanırım çok bariz bir şekilde belli oluyordur. İzlediğiniz zaman sizde hak verirsiniz ki, bıçağı çok üst taraftan tutuyor, yani bu açıdan bizim göremememiz mümkün olabilir.

Resim 2'de ise elinde tekrar bıçak var olarak gözüküyor. Bu 2 resim arasında 2 kare ilerleme olduğunu bir kere daha belirtmek isterim.

Bu çok önemli bir nokta mı? Elbette ki hayır, sadece bir anda dikkatimi çekti ve kare kare oynatınca farkettiğim... 

6.09.2012

6 Bullets [2012]


Kızları kaçırıp, bakire ve genç yaşta olanların ticaretini yapmaya çalışan bir örgüt ağı ve paralı askerimiz. Paralı askerin kim olduğunu söylememe gerek bile yok sanırım. JVCD gene aksiyon filmi ile karşımızda.

Karşımızda, yaşlanmasına rağmen halen sinemanın en fit vücutlarından birine sahip olduğunu cesurca göstermesinin yanında, yeteri kadar klişe senaryolu filmi tek başına alıp götürmeyi başarmış. Basit aksiyon filmlerini sevmiyorum ama kendimi izlemekten de alı koyamıyorum. Aslında çoğu zaman bu tarz filmlere 15 dakikalık çizgi film muamelesi uygulamama rağmen bazı oyuncuların aksiyon filmlerini gördüğüm zaman sorgusuz sualsiz olarak başına geçme isteği duyuyorum.

JVCD’de onlardan biri. Konusu ne olursa olsun, içeriği ne olursa olsun izlemesi çok büyü keyif veriyor. Bu sefer filmde ona yardımcı olan! MMA dövüşçüsü de var üstüne bonus olarak. Sonlara doğru biraz çığırından çıksa da film, boş zaman aktivitesi olarak izlenilebilecek filmlerden biri kesinlikle.

Üzerinde düşünmenize gerek olmayan, harcayacak boş iki saatiniz varsa, JVCD’yi izlemeye değer.

5.09.2012

The Cold Light of Day [2012]


Genç Amerikalı Will, ailesini ziyaret için İspanya’ya gelir. Fakat olaylar bir anda karışır ve kendini ailesini kurtarmak için canını tehlikeye atarken bulur…

Filmin konusunu bile tam olarak yazamadım, ne yazmam gerektiğini de bilmiyorum. Neden diye kendime defalarca soruyorum; başıma gelecekleri bile bile neden izliyorum acaba diye? Sonra düşünüyorum ki, kötü filmleri izlemesem, iyilerin iyi olduğunu, çok değerli olduklarını nasıl anlayacağım diye.

Yıllanmış, yaşlanmış, kendisini çöp filmlerde oynamaya adamış olan Bruce Willis için izlemeyi istiyorsanız boşuna beklemeyin. Çok büyük beklentilerinizi karşılamayacağını da söylemeliyim en baştan. Buraya kadar laf salatası şeklinde ilerlemek zorunda kaldım çünkü gerçekten ilginç hiçbir şey yok.

Kovalamaca, heyecan arıyorsanız, çekirdeğinizi alın başına geçip izleyin. Daha kötüsünü bulamazsınız nasıl olsa, boşuna kaygılanmayın…

4.09.2012

Like Crazy [2012]


İngiltereli olan Anna, okumak için Amerika’ya gelmiştir. Burada kendisi gibi üniversite öğrencisi olan Jacob’a âşık olur. Aşklarını doyasıya yaşarlarken, Anna, Amerika da yasal olarak kalacağı zamanı aşar ve vize sıkıntısı işin içine girer. Daha sonra tekrar Amerika’ya gelmek istediğinde bu çok büyük bir sıkıntıya yol açar ve çiftimiz için artık görüşmek çok zor bir hal almıştır.

Çok ilginç bir filmi, uzun zamandır izlediğim en manasız, en duygudan uzak aşk filmi diyebilirim. Diyalogların çok eksik bırakılması filmi aşk filminden daha çok, dar mekânlarda çekilen ve insanların birbirlerini sorgulayarak geçirdiği filmlere benzetmiş.  Yaşanılan olayı, aşkı çok ‘’sığ’’ olarak anlatmışlar, filmi izledikten sonra etrafımda okuduğum gördüğüm yorumlar ‘’ bunların yaşadıkları aşk ise, benim ki ne? ‘’ şeklindeydi. Hak vermemek de elde değil gerçekten sadece bir vizenin bu kadar sorun olması yeteri kadar anlamsız geldi bana da. Birbirlerini bu kadar çok seven iki insan, buluşmanın yolunu mutlaka bulur.

Görüşmek sorun olunca da farklı insanlarla birlikte olmaya başlıyorlar doğal olarak… Hani bizim sadakatimiz? Film konusu, birbirlerini deli gibi seven ve buluşmak isteyen iki insandan bahsetmiyor muyduk? En azından seyircinin hayal gücüne bırakılsa, bu sahneler gösterilmeseydi biraz daha tercih konusu olabilirdi.

Sonu da bir o kadar havada kalmış, elimizden bu kadar geldi, idare eden bir son yapıverelim olarak tamamlanmış. Anlatılmak istenen düşünceye ne oldu? Hani bizim büyük aşkımız? 

Beğenmedim.

Film bittikten sonra aklımda kalan tek şey, iki çok tatlı insanın birbirlerine bakışlarıydı sanırım…

1.09.2012

This Means War [2012]


Eğlence ve içinde romantizm(ne kadar varsa artık) barındıran filmleri izlemeyi seviyorum diyebilirim ama bazıları gerçekten o kadar fazla ‘’film yapma’’ zorunluluğunda oluyor ki, o kadar sıradan ve sığ olabiliyor ki adamı soğutuyorlar. Aynı beklentiler içinde This Means War filmini izlemeye başladım.

İşlerinde usta olan 2 CIA ajanı, sıkıntılı bir operasyondan sonra hayatlarında bir kadın olsun istiyorlar ve farklı yollar denemeye başlıyorlar. Şans eseri ikisi de Lauren isimli bir kızla tanışıyorlar ve ondan sonra aralarında soğuk savaş başlıyor, film karışıyor. Elbette ki peşlerinde olan kötü adamı unutmamaları gerekiyor.
Ne izledim? Yeteri kadar aksiyon izledim diyebilirim. Özellikle aksiyon sahnelerini romantizm sahneleri ve biraz da ileri teknoloji CIA metotlarıyla birleştirmeleri yeteri kadar yaratıcı geldi. Buna ek olarak çok yakın iki arkadaşın arasının bir kadın yüzünden nasıl bozulacağını izlediğim zaman gerçek hayattan bir kesit gördüm. Bunlar hayal olan şeylerde değil üstelik bir sürü örneğini görebiliyor hatta ve hatta siz bile çok yakın bir erkek arkadaşınızla yaşamış olabilirsiniz bu aptal! Durumu.

Amacım aksiyon, komedi ve içinde ne kadar varsa, romantizm izlemek istedim ve bu film bana beklentilerimin çok üstünde şeyler izletti. En azından belirli bir olaya bağlı kalarak ilerlemeye çalışmak yeterince mantıklı geldi.

Seyir zevki harika olan bir film izledim. Elbette ne kadar iyi olduğuna karar vermek için klasik olarak beklentilerinizin tam olarak ne olduğunu anlayarak başına oturmanız gerekiyor.

İyi Seyirler.

Kill List [2011]


İzledikten sonra üzerinde düşünülmesi ya da hakkında biraz araştırma yapılması gereken bir film. Aksi takdirde filmin sonunda benim gibi ‘’ eee ne oldu ‘’ tarzında boş bakışlarınızı ekrana yöneltmeniz kuvvetle muhtemel.

Hayatında bir takım parasal zorluklar çeken Jay, en yakın arkadaşı Sam ve onun yeni sayılabilecek sevgilisi Gal ile akşam yemeğine davetlidir. Hayatın zorluklarının yetmemesi gibi bir de üzerine eşinin laf sokmaları eklenince hayat Jay için tam anlamıyla çekilmez olur. (Kısa karakter isimleri bulmaları baya hoşuma gitti diyebilirim) Gergin yemek ortamından sonra Jay, arkadaşı Gal ile başka çaresi olmadığından dolayı kiralık katil işine girmeye karar verir.

Başlarda, bildiğimiz kiralık katil, ellerinde liste ile kapı kapı dolaşan ve temizlik yapan adamların klasik hikayesi zannetmiştim ama o kadar basit olmadığını anladığım zaman bir mutluluk ifadesi oluştu. İzlerken ara ara sonuna dair ufak ipuçları aldım, büyük bir zevk ile izlemeye de devam ettim. Ara sıra sahnelerdeki şiddet öğeleri biraz arttı, zaman zaman ailesel konuların konuşulduğu o durağan havasına geri döndü ama

Son geldiğinde bir anda öylece kalıverdim. Sanırım başka bir film sonunu kaza ile açtım diye kendi kendime düşündüm ama yok, halen aynı filmdeymişim. Nereden bilebilirdim ki felaket bir sonun beni beklediğini. Yukarıda yazdığım olumlu şeyleri anında unutun, kendinize bambaşka bir sayfa açın ama sayfa siyah olsun lütfen… Baştan itibaren o işlenen konu, o verilen ipuçları bir anda anlamını yitiriyor ve bambaşka bir boyuta geçiyorsunuz. Bunu yapmalarının mantıklı bir açıklaması elbette vardır ama çöp diyebileceğim kalitede bir film için elbette oturup düşünmek de bir o kadar gereksiz.

Sonuç olarak ‘’ eee şimdi ne oldu, ne olacak’’ tarzı boş bakışlarla ekrana bakmaya devam ettim ve oracıkta her şey kapkaranlık oldu. Pişmanım…

Son bir ekleme, aslında dikkatli izleyebilenler için, film başlamadan bitmiyor mu?

Shame [2011]


Biz kötü insanlar değiliz, sadece kötü bir yerden geldik…

Sinemaya ‘’açıklık’’ getirenleri, ne yazık ki toplum olarak sevmiyoruz ve bu tarz filmleri elimizden geldiğince dışlamayı başarıyoruz. Hatta öyle durumlara geliyor ki olay, sanatsal ya da sinemasal bir durum söz konusu bile olamıyor genel olarak.’’Aile ile izlenmez’’ tarzı bir görünüşe bürünüyoruz hemen. Konuyu daha yeteri kadar uzatabilirim, ama burada konumuz ne yobazlığımız, ne de taptığımız putlarımız.

Seks bağımlısı bir insanın dramını ve hayattaki birkaç gününü konu alan bir film izledim ben. Ne karakterimizin film boyunca sex yaptığı kadınlar, ne de gizli saklı yapmaya çalıştığı masturbasyondu benim ilgimi çeken. Cinsellik içerek sahnelerin bu tarz bir yapımda olması gayet doğal olarak karşılanmalıdır, çünkü bu sahneler filmin konusuna ve amacına hizmet edecekse mutlaka olmalıdır.

Utanç dediğin olay nedir? Sürekli seks düşünmek mi, ya da hayat kadınlarıyla beraber mi olmak, kız kardeşini düşünmek ve arzulamak mı? Aslında, bunların hiçbiri bence ‘’utanç’’ değil, bunlar tamamen bizim kafamıza çok öncelerinden yerleştirilmiş olan kalıpların bütünüdür. Elbette hayatta her şeyin bir sınırı olmalı, her şeyin bir üslubu olmamalı da demek değil. Sadece baktıkları perspektif, biraz daha geleneksel, biz Türklerin değimiyle ‘’rahatlık’’ olarak açıklanabilir.

Sonuç olarak filmimiz ‘’utanç’’, yönetmenin gözünden, birbirini tekrarlayan bazen gereksiz, bazen uzun sahnelerle bezenmiş, karakterin dramı hakkında hiçbir şey söyleyemeyen ve sadece yaptığı ahlaksızlıklardan bahseden bir film bence. Tekrar söylemeye çalıştığım noktadan bahsedersem, bu film bu şekilde anlatılmaz, bu şekilde yapılmamalıydı. Amacından çoook uzak yerlere giden, ve artık bahsetmek istemediğim ‘’bakış açısı’’ tarzıyla değerlendirilecek bir yapım olmuş ne yazık ki…

Bir alıntıyla bitirmek istiyorum, söyleyen çok doğru söylemiş; ‘’girilen her günahtan sonra “benim kalbim temiz” demek adettendir ve hapishanelerdeki herkes “kader mahkumu”dur. Kimse suçlu değildir.’’

Beni Unutma [2011]


Ne izlediğim film sayısını ne de izlemeye başladığım tarihi hatırlamıyorum… Eskiden sorulsa, bilinçli olarak, tamamını hatırladığım filmi anında söylerdim. ( 8mm [1998] ) Ama artık biraz düşünmem gerekiyor, acaba neydi, tarzı nedir diye…

Bazı filmler vardır, o kadar basit, o kadar tekdüze gözükürler ki, ama aslında bir o kadar vurucu etkiye sahiptirler. Herkese göre değişir, herkesin tadı ve zevki çok ayrıdır, farklıdır… Beni Unutma onlardan biri oluverdi benim için. Olcay iş hayatında oldukça başarılı, genç, bekâr ve güzel bir kadındır. Ciddi bir ilişki yaşadığını düşündüğü sevgilisi Hakan’ın kendisini aldattığını acı bir şekilde öğrendiğinin ertesi günü Sinan’la tanışır. Olcay’ın ilişkisinin bittiği gün Sinan da verdiği ani bir kararla nişanlısı Ebru ile evlenmekten vazgeçer.

Hepimiz hayatta kendimize uygun eşi seçmeye çalışırız, seçenekleri eler ve yolumuza devam etmeye çalışırız. Kimimiz kendine uygun eşi bulurken kimileri de kürek çekmekten bıkar ve birbirini kırmaya devam eder, asıl değerlerin kıymetini hiçbir zaman bilmez, bilemez. Sinan o kararı alırken geleceğinin böyle olmasını düşünür, ister miydi? Tabiî ki hayır, peki ya Olcay? Sanırım o da istemezdi, ama hayat denmiyor mu yaşadığımız yere, şeylere, olgulara… Hepimiz hayatımızın herhangi bir alanında tercihler yapmak ve bu tercihleri yaşamak, seçmek zorunda bırakılmıyoruz mu? Sinan’ın yaptığı ya da Olcay’ın yaşamak istediği hayat da sadece bu değil miydi?

Kendime tekrar döner ve sorarım filmden sonra, acaba gerçekten aşkın anlamını biliyor muyum? Acaba gerçekten seçimlerimde kimler mutlu/mutsuz, acaba hastalıkları ne kadar tanıyorum, acaba böyle bir durumda ben ne yapardım?

Mert Fırat’ın çok iyi oyunculuğu eşliğinde bunları tekrar gözden geçirerek kendi çapımda, kendime film ziyafeti çektim. Sırf bende etki bıraktığı için bu filmi sevdim, sırf bana bir şeyleri hatırlatmaya çalıştığı, bir şeyleri anımsattığı için sevdim bu filmi… Bir dakika, biz filmleri zaten niye izliyoruz ki?

The Vow [2012]


Etki anı…

Başrollerde C.Tatum ve R.McAdams’ın oynadığı filmde mutlu çiftimiz, bembeyaz bir gecede olmayacak şekilde sokağın ortasında durarak aşklarını pekiştirmektedirler. Bir anda arkalarından çarpan kamyon, kadını komaya sokar. Geride kalan 4 yılı hiçbir şekilde hatırlamamaktadır ve kocasının onun sevgisini ve hatıralarını tekrardan kazanma çabaları görmeye değer.

Aşk filmleri artık öylesine kaliteli senaryolar sunar duruma geldi ki ( tabiî ki çöp olanlarda var ) çok büyük zevk veriyor. Bu filmden önce Türk yapımı olan ‘’Beni Unutma’’ filmini izlemişseniz ortak bir çok nokta bulabilirsiniz. Aslında aralarındaki tek fark, aniden kaybedilen hafıza ve bir anda kaybedilen bir hafıza diyebilirim.

Bir anda 4 yıl geriye dönmek ve o arada geçen hiç bir şeyi ve hiçbir insanı hatırlamaması gerçekten çok büyük bir felaket. Aralarındaki aşkın ne kadar büyük olduğunu anladıktan sonra hemen kendinizi karakterlerin yerine koyup, filmi izlemeye öyle devam ediyorsunuz. Leo’nun içinde bulunduğu; umutsuz ama bir o kadar da   büyük çabaya hayran kalıyorsunuz.

Ne yazık ki filmin sonu için o kadar iyi şeyler diyemeyeceğim. Son 15-20 dakikayı biraz ellerine yüzlerine bulaştırmışlar diyebilirim. Çok basit bir şekilde bitirmeleri ile zaten yeteri kadar övgüyü alacaklardı. Gel-git olayını biraz fazla abartınca tadı kaçmış ama her şeye rağmen tek kelimeyle harika bir filmdi diyebilirim.

Aşk filmlerini seviyorsanız, buna bir şans vermelisiniz. Son yıllarda izlediğim en etkileyici aşk filmleri sıralamasında çok üst sıralara koyabileceğim kadar güzeldi.

Battleship [2012]


Amiral Battı oynadınız mı hiç?

Gençliğimde en çok sevdiğim oyunlardan biridir. Hisleri ve düşünme gücünü zorladığını düşünürdüm bu oyunun. Bir gün mutlaka filmini de yapacaklarını düşünüyordum ve işte o gün bu günmüş.

Yapımcılığını ve yönetmenliğini Peter Berg’in (Hancock) üstlendiği destansı aksiyon-macera filmi Battleship’te gezegenimiz; denizde, gözyüzünde ve karada üstün bir güce karşı hayatta kalma savaşı veriyor. Hasbro’nun klasik donanma savaş oyunu Amiral Battı’dan uyarlanan filmde, USS John Paul Jones’ta görevlendirilen bir Donanma subayı olan Teğmen Alex Hopper, uzaya çok derin sinyaller yollan projede bir şeylerin ters gitmesiyle dünyamıza gelen uzaylılarla amansız bir savaşa girmek zorunda kalacaktır.

1.Avatar’ı izleyen sevgili seyirciler; Avatar filminin görsel efekt çitasını çok yüksek bir yere koyduğunu bende biliyorum, ama artık izlediğimiz filmleri onunla karşılaştırmaktan vazgeçmek zorundayız sanırım. Çünkü onun gibisi gelene kadar en iyisi olarak Avatar kalacaktır bunu bende biliyorum. Film olarak dünyanın en gereksiz filmi olsa bile görsel efektler olarak çok farklı bir noktada biliyorum.

2.Amerikalılar kendilerini övdüler davasından biraz kurtulalım lütfen. Para onlarda, savaş onlarda, güç onlarda, sinema sektörü onlarda. Her milletin övüneceği bir durum şeyler var olduğu gibi elbette dibe batırılacak yönleri de vardır. Adamlar kendi filmlerini harika teknolojilerini kullanarak yapıyorlar ve elbette Amerikanların bu kadar ağır bastığı bir filmde gidip de Japonya’yı kurtarmasını beklemiyorsunuz değil mi? Kurtulun artık şu önyargıdan.

3.Ne bekliyordunuz ki? Uzaylılar da ne? Film işte. Beklentileriniz 2 saatlik dolu dolu aksiyon ve kahramanlık izlemekse daha ne sizi mutlu edebilir bilmiyorum. Şu film 2 saat boyunca bana istediğim her şeyi verdi. Tamam bir sürü mantık hatası olabilir, gereksiz kısımlar olabilir ama benim umurumda değil ki… Ben aksiyon filmi izlemek istiyordum ve izledim, çok da mutluyum film de gerçekten çok güzel olmuş.

Elinizdekinden zevk almayı öğrenmek gerek. Tavsiye ediyorum, izleyin, izlettirin.

Angel Heart [1987]



Louis Cypher adlı gizemli bir müşteri, özel dedektif Harry Angel'dan bir adamı bulmasını ister. Verilen ipuçlarını değerlendiren Angel, hedefine doğru ilerledikçe bir takım doğaüstü olaylarla karşılaşır. Dahası, aranan kişiye dair bilgi aldığı herkes vahşice öldürülmektedir. Polisin suçu kendi üzerine atmasından korkan Angel, her şeye rağmen görevini yerine getirmeye çalışır.

80’li yıllarda revaçta olan, hatta o zamanların en büyükleri diyebileceğim Rourke ve De Niro’dan güzel bir film izlediğimi düşünüyorum. Ağır ilerleyen senaryosu bazen seyirciyi bunaltmaya yetse de film için ‘’sıkıcı’’ deyimini asla kullanmam.

Kendinizi amansız bir araştırmanın içinde bulduğunuzda ve ortada bir sürü isim dolaştığında kafanız biraz karışıyor. İtiraf etmem gerekirse 1987 yapım bir film olduğunu düşünürsek; o zamanlar nasıl ses getirdiğini hayal edebiliyorum. Şu anda izlediğimde, aslında gizemini sonuna kadar koruyan bir film olsa bile, asıl olayın ne olduğunu çözmek çok zor değil, hatta bunun bir çok örneğini zamanında izlediğimi de belirteyim.

Ama zamana saygı duymak gerek, her şeyi zamanın şarlarına göre bakarak değerlendirmek gerekirse tatmin oldum. Tek sıkıcı noktası, büyü olaylarının işin içine girmesiydi. Bu tarz filmlere çok da sıcak bakmıyorum nedense. Kişisel bir tercih sonuçta.

Uzun süresi, ne yazık ki zaman aşımına uğramış senaryosuna rağmen Rourke ve De Niro’nun harika performanslarını izlemek bir zevkti.

31.08.2012

The Lucky One [2012]


Aşk ve dram konusunu içerek filmler bir yerden sonra gerçekten çok sınırlanıyor ve daha fazla gidilecek bir yerleri kalmıyor ne yazık ki tıpkı aksiyon filmlerinde de olduğu gibi. Buna bir şeyler katmak ve artık başka bağlantılar kurmak gerekiyor. Kuru aşk filmlerini sadece izliyorsunuz, gece izliyorsunuz, gün dönüyor siz halen izlemeye devam ediyorsunuz.

Film Irak’ta 3 kez ölümden dönen bir denizcinin, hiç tanışmadığı bir kadının fotoğrafını taşımasıyla şansının iyiye dönmesinin hikâyesini anlatıyor. Eve dönen denizci şans meleğini aramaya başlar. Başrollerinde Zac Efron ve Taylor Schilling’in rol aldığı film, çekim mekânları ve doğal güzellikleriyle dikkat çekiyor.

Klasik olarak ilk 10 dakikasını izledikten sonra, sonunda neler olacağını biliyorsunuz, peki bir izleyici bu filmi neden izlesin? Şöyle bir açıklama getirebilirim kendimce; hikayenin tamamını bilmek isterim. Ama bunu öğrenirken olayın biraz hızlı akmasını ve bana değişik bir şeyler vermesini isterim. Bu film tam olarak istediğim gibi, hızlı bir konusu var ve çekildiği mekânlar gerçekten çok güzel, resmen orada bulunmak istiyorsunuz.

Zac Efron; kendisi çok beğendiğim aktörlerden biri olan Joseph Gordon Levitt’in yolundan ilerliyor diyebilirim. Önce çer çöp gençlik filmlerinde rol aldıktan sonra, 17 Again filmi ile biraz dikkat çekmeyi başardı. Şimdi ise The Lucky One filmi ile, biraz daha önemli ve büyük projelerin altından kalkabileceğini gösterdi. Gelecekte onu biraz daha yaratıcı ve zorlayıcı rollerin altında görmek istiyorum tıpkı Gordon Levitt gibi..

Sonuç olarak aşk-dram tarzı film izlemek, çekirdek çitlemek istiyorsanız, çok iyi bir yapıt karşınızda, kaçırmamanızı öneririm.

Factotum [2005]

Factotum, özünde Bukowski'nin yirmili yaşlarında yaşadığı ve genellikle ucuz otellerde yaşam, üçüncü sınıf işlerde çalışma ve içki, kumar, kadınlarla olan ilişkilerini anlatan bir biyografi olarak da görülebilir.  Pasaklı, günü gününe yaşıyan, içki yüzünden onlarca işten kovulan, evde ancak para verirse kalmasına izin vereceği bir babaya sahip, barda tanıştığı kadınlardan biri olan Jan'e (Lili Taylor) içki ısmarladıktan sonra Jan'in evine yerleşen birisi Henry Chinaski (Matt Dillon). Yaşamındaki kaosun içinde tek değişmeyen şey ise "her şey hakkında" yazma tutkusu. Patronunun karısı hakkında bile.

Üzerine konuşulacak çok fazla bir şey olduğunu düşünmüyorum. Film, Henry Chinaski’nin yaşamından kısa bir kesit sunuyor ama bunu bile yapamıyorlar, yapamamışlar. Bukowski’nin romanından uyarlanmış (kitabını okumadığımı belirteyim) Herkes sanırım kitaptaki karakterle karşılaştırmaya ya da etraftan okuduğum kadarıyla kitaptaki atmosferi ve havayı arıyor.

Kendi düşüncelerimi söyleyeyim. Anlatmak istenilen olayı ve hikâyeyi bu kadar kısa sürede işlemeye çalışma çabalarıyla, filmin zaman kavramını tamamen yok etmişler. Adam ne zaman fakirdi, hangi kadınla beraberdi, ne zaman zengin oldu ve ne zaman bir anda fakir oldu. Bir gün en lüks barda takılırken ertesi gün en fakir durumda kalan bu adamın biyografisi değil, hayatından kesilen 20 seneyi anlatıyormuşçasına hızlı film.

Son zamanlarda izlediğim en kötü biyografi, kitap uyarlamalarından biri oldu. Arşivimde bile durmasına gerek yok diye düşünüyorum.

30.08.2012

The Girl With The Dragon Tattoo [2011]


Prensip olarak ve düşünce tarzı olarak izlediğim filmi asla tekrar izlemem. Bu Titanic’i 6 kere ( o zamanlar gençtim, lütfen yüzüme vurmayın) ya da The Dark Knight’ı 2 kere izlemiş olmam elbette birer ayrıcalıktır.

Zaten yapılmış ve önceden çok beğenilmiş filmin tekrar uyarlanması ve yapılması bence her zaman zor bir olaydır. İlk filmi zor da olsa hatırlamak suretiyle, temposunun aşırı ağır olarak ağır olduğunun farkına varmışızdır. Ama David Fisher gibi bir yönetmenin elinden çıkınca bu sorunun ortadan kaybolduğunu söyleyebilirim. Hemen yeri gelmişken D.Craig’in filmdeki performansını da çok beğendim. İnanılmaz adapte olmuş, resmen Avrupa yapımıyla arasında en ufak bir yabancılık bile çekmedim. Genel açıdan bakacak olursak, hiçbir aksama olmadan yeteri kadar iyi konu-tempo uyarlamasını yapmayı başarmışlar, zaten süresi uzun olan bu filmi başka şekilde izlemek imkansız olurdu.

Biliyoruz ki, Avrupa versiyonu kitaptan uyarlama olarak yapılmıştı ve zamanında çok kişi beğenmemişti. Neden beğenmedin sorusuna cevap olarak ‘’ kitapta yazan her şey filmde yoktu’’. Bunu diyen sevgili seyirci gerçekten çok merak ediyorum ne bekliyorsunuz? Kitabı okumadım, zaten kitap okumam çok fazla… Filmi 4 saat yaparak sinema izleyicisini bayıltalım, ama siz kitap okuyanları mutlu mu edelim ki? Bunun bir ortasının olmadığını daha öncelerinde yapılmış yüzlerce kitap uyarlamalarından gördük, gerçekten imkansız bir şeyi kovaladığınızın farkında mısınız? Sadece bu yüzden filmi beğenmeyenleri anlayabiliyorum, çünkü filmler genel olarak kitapların tadını vermez derler, asla öyle değildir bence ama saygı duyuyorum… Filmi kötüleme hakkını size vermez…

Son ayrıntı olarak, Avrupa versiyonuna kıyasla, Lisbeth nam-ı diğer “Ejderha Dövmeli Kız” rolünde ise Rooney Mara göz dolduruyor. İçine başarıyla girdiği “kayıp kişiliğe”, sizi de içine çeken dramatik hikâyesinden hiç kopmadan; kızgın, hayata küskün, zeki, tehlikeli ve kırılgan yüz ifadelerini akıllıca yedirerek etkileyici bir oyunculuk sergilemiş.

Tekrar izlenmeye değer…

22.03.2012

72. Koğuş [2011]

Orhan Kemal'in başyapıtı '72. Koğuş' insan haysiyetinin düşebileceği en dipsiz kuyunun hikayesidir... 1940'lı yıllar, II. Dünya Savaşı'nın etkisindeki Türkiye'nin kıtlık yılları. Cezaevinin 72 nolu koğuşunda çeşitli suçlardan yatanlar. İnsan insanın kurdudur dercesine, acıları, insanlığa özlemi, hayata dair düşleri, onuru, aşkları ve kavgaları içerisinde dipsiz bir çukurun içini görüyoruz. En yakınını üç kuruşa satabilecek kadar alçalmışların ve üç kuruşunu sonuna kadar paylaşabilenlerin dünyasıdır bu çukur. 72. Koğuş bir insanlık öyküsüdür ve kaybettiğimiz değerleri bir tokat gibi yüzümüze anımsatır.

1 saat 35 dakikada böylesine bir hikâyeyi anlatmaya çalışmak katliamların en başındadır sanırım. Onlarca hapishane filmi izlemişsinizdir eminim ki ama ben bu kadar kısa olanını ilk defa izledim. Anlatılmak istenen hikâyenin ağırlığını, dramını o kadar yüzeysel olarak anlatmışlar ki film tam anlamıyla felaket. Üzerinde durup düşünebileceğiniz birkaç sahne elbette var ama yeteri kadar değil.

Başlarda gayet normal şekilde ilerleyen filmi zaman geçtikçe kendilerince bir trajediye çevirmek istemişler ama bu gidiş trajedi değil tam anlamıyla trajikomik olaylara yol açmış. Söyleyecek ya da anlatacak gerçekten hiçbir şey bulamıyorum, içeriği o kadar zayıf ve boş ki…

Oyunculara gelince, hepsi birbirinden daha komik durumlara düşmüş. Yavuz Bingöl’ün oyunculuğunu severim, bundan önce birkaç filmde izledim. İyi adamdır, zamanında kırmızı halılar görmüştür, bilirim ama şuradaki oyunculuğa ne demeli? Karakter sınırları o kadar net ve keskin çizilmiş ki üzerine eklenilecek hiçbir şey kalmamış. Hatırlıyorum film çıktığı zaman oyuncular program program dolaşıp reklam yapma çabası içindelerdi, çok merak ediyorum ne için?

Son sahnede ( söylemeyim bari ne olduğunu da iyice tadı kaçmasın) acaba hüzünlenenler olacak mıdır ya da gerçekten olmuş mudur ayrı olarak merak ediyorum. Bir tek Hülya Avşar vardı diyebilirim. Oyunculuk yeteneğini severim, hatta sanatçı kimliğinden daha çok kendisini oyuncu olarak görmek beni daha çok mutlu eder ama bu kadar eski bir film için bile fazla ‘’yeni’’ kalıyor kendisi ne yazık ki? Yüzlere, karakterlere bakınca o eksi tadını bir türlü alamıyorsunuz.

Film bitti ama cinnet geçirmek üzereydim. Klişe diyalogların, anlamsız sahne/hikâyelerin ardı arkası kesilmedi ve film bitti diye çok sevindim. Yazık olmuş bu kadar iyi bir hikâyenin bu kadar yüzeysel ve sanki ‘’ hadi bugünkü konumuz 72. Koğuş olsun ‘’ olayına gelmesi.

Yazık…