26.02.2010

The Missing (2003)

Uzuun zaman önce sadece oyuncu kadrosuna bakarak indirdiğim bir film.Kendimden önce bir sürü arkadaşıma tavsiye olarak vermiştim ama bir türlü ben izleme fırsatını bulamamıştım,işte o an..

Bir western filmi. Samuel, kızı Maggie'den af dilemek üzere ortaya çıkar, ne var ki Maggie babasını affetmeye pek niyetli değildir. Daha sonralarda kızının ahırında yaşamaya bir süre devam eder ama iş tüfekle kovulmasına kadar devam eder.Avlanmaya çıkılan günlerden birinde Maggie'nin kocası kızlarıda alır ve ormana dalar.Daha sonra Apaçiler tarafından kaçırıldığı anlaşılan 1 kızının peşine düşer ve bu yolda onların izini sürmek için babasının deneyimine ihtiyacı vardır.

Baya uzun bir film öncelikle.Hemen konusulması gerekenlerden başlayalım.Yönetmenimiz biraz karıştırmış hani.Apaçiler,Kızılderililer, saf kızıl derililer ve beyazlar olarak.Hani ilginç olmuş, araya biraz ordu da katılınca film ırklar yönünden baya bir karışmış.Biz, bu farklı ırkların özelliklerini ve birbirlerine bakış açılarınıda keşvetmiş olduk.İlerde oluşabilek bir dayanışma bile varmış aralarında.İlginçti.

Ordunun tutumu çok ilginçti.Adamlar daha ufak işler yerine büyük işlere bakıyorlarmış havası yaratılmış, aslında yaratılmamış evet aynen öyle.Kadın 4cü ordu başına gidiyor, kızım kaçırıldı hani siz yanlış hedefe gidiyorsunuz, daha başka bir sürü kız olabilir orada gibi konusmalarda bulunuyor ama ordu önce yakaladığı tutsakları bırakmak daha sonra adam kalırsa bununla uğraşmak istiyor.Bunun yanında kasabadaki olaylarda çok ilginç.Eğlence var kasabada ve buna güvenlik gerektiği varsayarak, şerif adam takviyesinde bulunamıyor.İlginçti gerçekten.

Yer yer ilginç ögelerle de karşılaşıyorsunuz.Ben atmaca kısmını şahsen anlamadım ve biraz da havada kalmış gibi sanki.Atla kmlerce yol gidiyorsun.Orada seni dövüyorlar, yerlere atıyorlar sen bir vadiden yuvarlanıyorsun, sor bir sonraki sahnelerde olanlar ve zıııp tekrar sığnağa gelmişsin.Hani western tamam ama ben izlediğim westernlerde böyle doğa dışı varlıkları fazla görmedim, ilginç kaçmış bir kez daha.

Onun dışında büyücü rolü gerçekten ilgi çekiciydi.Çok ürkütücü bir karakter hazırlanmış ve bakmaya çekinir oluyorsunuz ilk başlarda.

Filmin sonu, klasik sonlardan biri.Kahraman karakterlerimiz ölür, geride kalan zavallı kadın ve çocuklar yaşar.Hani güzel film olduğunu söyleyebilirim.2 saat 10 dakika cıvarında bir runtime var.Yer yer sıkılıyorsunuz ama hemen sonra koyulan action sahneleriyle kendinize geliyorsunuz.İzlenmesini tavsiye ederim ama western seviyorsanz!Notum 10/7

UnjustLucifer

22.02.2010

Percy Jackson & The Olympians: The Lightning Thief [2010]

12 yaşında hiperaktif bir genç olan Percy'nin hayatı bir anda değişecektir; vekil öğretmeninin bir canavara dönüşüp onu şimşek hırsızlığıyla suçlamasından sonra en iyi arkadaşının zorlamasıyla annesinin sürdüğü arabaya atlayan Percy, arkadaşıyla birlikte bir kampa gider... Yolda bir başka canavar gelip annesini yok eder, bu sinirle canavarla savaşan Percy canavarı öldürür, sonra "kamp"a girdiklerinde kendisinin bir yarı tanrı olduğunu öğrenir; deniz tanrısı Poseidon'un çocuğudur o... Onun gibi binlerce yarı tanrı vardır tabii hepsi iyi değildir...

Güçlerini kontrol etmeyi öğrenir Percy, suyun onu iyileştirdiğini öğrendiğinde ve daha da güçlendiğini fark ettiğinde rakiplerine karşı güçlerini kullanabileceğini fark eder...

Hades'in kampı "ziyareti"nden ve annesini esir tuttuğunu söylemesinden, annesini geri almak istiyorsa çaldığı şimşeği kendisine getirmesini istemesinden sonra bahsi geçen çalınmış şimşeği bulmak veya bulamasa da en azından şimşek hırsızının kendisi olmadığını söylemek amacıyla bir yolculuğa çıkar Percy... Tabii yanında yarı keçi olan kankası ve Athena'nın kızı zorla olsa da eşlik edecektir...

Yolda da tabii bir sürü mitolojik düşmanlarla mücadele edeceklerdir...

Öncelikle şu var, filmin amacını doğru tespit etmek lazım. Filme sırf aksiyon olsun diye giderseniz fazla zevk alamazsınız. Bahsi geçen mitolojik karakterler hakkında da az buçuk bilginiz olursa "tadından yenmez" bir film olduğunu anlarsınız... Üstelik keyifli bir film de! Yine de Harry Potter'da yapılan hatalar yapılmasın, çocuklar götürülmesin derim ben, nacizane...

Herkül'ü çoğu kişi bilir, çizgi filmi de vardı, bilgisayar oyunu da... İşte oradaki düşmanların hemen hemen hepsi de bu filmde arz-ı endam eyliyor birer birer ve görsellik muazzam... Keza oyuncu kalitesi de... Bilhassa Uma Thurman'ın kısa ama etkili rolü, Pierce Brosnan'ın da etkili oyunculuğu zor anlarda filmin sırtlanmasını sağlamış...

Filmin genel yapısına baktığımızda son yıllarda sıkça kullanılan bilgisayar efektlerini görüyoruz. Ancak çoğu filmde olduğu gibi sırıtmamışlar, filmin doğal yapısına eşlik etmekteler... Bu manada rahatsız edici bir film de değil... Keyif alıyorsunuz izlerken, özellikle yan rollerdeki oyuncuların da başrol kadar etkili yer bulmaları, diyalogların sıklığı filmi sürükletiyor...

Bir de ipucu; filmde jenerik başlar başlamaz salondan çıkmayın, ufak bir süpriz var...

Brokoli

Phenomenon [1996]

Uzun zamandır izlemek istediğim, her seferinde yerine onlarca gereksiz filmi izlediğim bir film.Hemen filmden bahsetmeye başlayalım.G.Malley, günlük hayatında vurdumduymaz, sıradan bir araba tamircisidir.Ama doğum gününde George'un başına garip bir şey gelir. Malley'in bütün hayatı değişir, ilginç özellikleri ve güçleri ortaya çıkmaya başlar. Depremi bile önceden tahminen edecek duruma gelir. Bir kitabı sayfalarını karıştırarak bir çırpıda okuyuverir. Ama bu durum çevresinin ona hem yadırgayarak, hem de merakla bakmasına sebep olur. Bir takım gizli teşkilatlar filan peşine düşer.İşte asıl hikaye tam olarak burada başlayacaktır.

İlk başlarda süper güçleri keşvetmek herzaman ilginçtir.Düşünce gücüyle kalemi yerinden oynatabildiğini ve yukarıda söylediğim gibi depremleri farketmek güzel birşeydir ama zamanla bunu başka insanların öğrenmesi sonucu pek hoş durumları beraberinde getirmeyecektir.Sürekli sorulan sorular, nasıl yapıyorsun, nasıl ediyorsun, nasıl biliyorsun tarzı sorular Malley'i zora sokmaktadır ve hayatı yaşanmaz bir yer haline getirmektedir.

Tabi yanında olan insanlarda vardır.Kendi yaşadığı yerde ilgilendiği kadınla aralarında yaşananlar ve tüm bunlardan sonra filmin sonu.Aslında siz normal olarak izlemeye devam ederken neyin ne olduğunu filmin sonunda anlıyorsunuz.Bütün bunlar nedir, ne içindir.Film sonlara doğru geldikçe komedi tarzı olmaktan biraz daha dram tarzına geçiyor, ciddileşiyor.Doktorla olan dialog sahnesi gerçekten ilgi çekiciydi...

Travoltayı çok beğenen biri değilim ama elbette izlemesi keyif veren oyunculardan biridir.Bu filmden kısa bir zaman sonra gene onun oynadığı A Civil Action filmini izledim ve en kısa zamanda onuda yazacağım.Çok zorlanmadan oynanabilcek bir performans ve Travolta bunun altından iyi kalkmış.

Sonuç olarak keyif amacıyla izlenebilcek bir film.İçinde çok fazla birşey saklamayan, seyirciye fazla bişey vaad etmeyen ama keyifle izlenebilcek bir film.Not olarak 10/7 buna yeterli olucaktır.İzleyin...

UnjustLucifer

20.02.2010

The Wolfman [2010]

Londra'nın tarihi dokusu, 1851'lerde geçen bir öykü için ne kadar da uygun olabilirmiş bunu gördüğümüz filmde; bir kurt adam hikayesi işleniyor. Farklılaştırılmaya çalışılmış olsa da "sen de herkes gibisin" dedirtiyor. Bilhassa Jack Nicholson'ın "Wolf" filminin çıtayı ne kadar yukarı çekmiş olduğunu düşünecek olursak...

Filmde kardeşi vahşice öldürülen bir tiyatro oyuncusu yıllar önce ayrıldığı evine, kardeşinin nişanlısının yolladığı mektup sayesinde haberdar olup dönüyor... Küçükken yaşadığı bir travma nedeniyle babası tarafından önce akıl hastanesine sonra da Amerika'ya yollanan Lawrence çok ünlü bir tiyatro oyuncusuyken, turnesinin İngiltere ayağında aldığı bir mektup hayatının akışını tamamen değiştiriyor... Kardeşinin cesedini görünce yaşadığı şoku ise, kardeşinin nişanlısına verdiği söz ile aşıyor; bunu yapanı bulma ve bu olayı çözme sözü veriyor...

Ancak iddialar muhtelif; bir grup köylü bu durumu köylerine gelen çingenelere bağlıyor. Bir iki ufak çatlak ses ise "kurt adam efsanesi"nden bahsediyor ancak onlara gülünüp geçiliyor. Üstelik bir de Lawrence'in kardeşinin cesedinde bir çingene madalyonu olduğunu öğrenmesi rotayı çingenelere çeviriyor... Ancak rotası tek çevrilen Lawrence olmuyor, tüm kasaba halkı çingenelerin konuklandığı ormanı basıyor ve bir çingenenin ayısının bunu yaptığını iddia ediyorlar... Ancak tam o sırada ortaya "şampiyon" çıkıyor; tüm haşmetiyle bir kurt adam kalabalığı dağıtıp onlarca kişiyi birer darbeyle paramparça ediyor ve oradan ayrılan bir çocuğun peşinden koşmaya başlıyor, tabii Lawrence de onların peşinden...

Ve beklendiği gibi; kurt adam, Lawrence'i ısırıyor... Sonrasında Lawrence şaşırtıcı bir biçimde hızlıca iyileşiyor, boğazındaki kocaman dikiş ise geçiveriyor, akıllara işlenen soru ise; dikişi diken çingenenin, "bu adamı öldürmelisin" diyen diğer çingeneye söylediği felsefe oluyor...

"Bir insanı öldürmek, bir canavarı öldürmekten bin kat kötüdür. Ancak canavar nerede başlar, insan nerede?"

Sonrasında kasaba halkı Lawrence'i öldürmek istiyor, ancak Lawrence'in babası olaya el koyup arazisinden kovuyor hepsini ve o gece ise tüm haşmetiyle dolunay ortaya çıkıyor... Lawrence bir yandan çocukluk travmalarıyla yüzleşmeye bir yandan da vücudundaki değişimi kabullenmeye çalışıyor... En nihayetinde doğasına yenik düşüp kurda dönüşüveriyor...

Bunun sonrası da izleyenlere kalsın, ancak çok büyük bir süpriz beklemeyin. Görsellik muazzam, bilhassa Londra çok güzel kullanılmış filmde ve üstelik bir üstteki paragrafta bahsettiğim "ilk dönüşüm"ün sahnelerine hayran kalmamak elde değil... Anthony Hopkins'in ve Benicio Del Toro'nun devleşen performanslarına rağmen çok büyük artıları olan bir film değil... Ellerine geçen büyük bir fırsatı tepip çingenenin felsefesine odaklanmamayı tercih etmişler... Ama yine de türün meraklıları için güzel bir film olacaktır...

Brokoli

not: İlk yazım olduğu için kişisel bir not düşmeyi tercih ettim... Böyle keyif veren bir ortama katılmamı öneren Yücel'e teşekkür etmem lazım, umarım yazılarımla yeterince destek verebilirim...

17.02.2010

The Boat That Rocked [2009]

The Boat That Rocked, 1960'lı yıllarda BBC'nin pop ve rock müziği çok sınırlı yayınlamasıyla ilgili olan sansür ve sansüre karşı 24 saat İngiltere açıklarında bir gemiden pop-rock müziği yayını yapan Pirate Radio'nun hikayesini anlatıyor. Pirate Radio açık denizde gemide yayın yaparak yasal boşluktan faydalanıyor ve fakat bu durum hükümetin hiç hoşuna gitmiyor. Filmde biz bu hükümet -Pirate Radio güreşini izlerken bi yandan da o dönem İngiltere'sini izleme ve o dönem müziklerini dinleme şansına sahip oluyoruz, ki ala bir durum. Açıkcası Pirate Radio'da gerçekten o tipler çalıştı mı bilemiyorum ama filmde izlediğimiz radyo çalışanlarının hepsi birbirinden marjinal. O yüzden izlerken bi yandan müzik dinliyoruz bi yandan absürd karakterleri izliyoruz.

Film birçok açıdan çok izlenesi bir film. Hem müzikleri çok güzel hem karakterler çok orijinal, filmin renkleri ,dokusu her bi şeyi şahane. Üstelik çok kalabalık da bir kadrosu var. Bill Nighy, Philip Seymour Huffman gibi ünlü oyuncuların yanı sıra IT Crowd'dan Roy (Chris O'Dowd) ve Jen (Katherine Parkinson) da rol almakta. Bittabi bir dolu da ingiliz oyuncu abiler var. Yönetmen koltuğunda da Nothing Hill, Bridget Jones's Diary I-II ve Love Actually gibi romantik komedilerinden bildiğimiz Richar Curtis var. Açıkcası film konu olarak o kadar değişik ki, acayip bi yönetmen müdahalesine ihtiyacı yok, a açıdan bi yönetmen filminden ziyade iyi bi dönem filmi olmuş.

Hem o dönem İngiltere’sini görmek hem de aslında bi anlamda kafamızdaki Batı’ya dair var olan genel yargıları sorgulamamızı sağlayan bi film. Zira üçüncü dünya ülkesi gençleri olarak Avrupa olsun Amerika olsun komple sansürden bağımsız, süper özgürlükçü gibi görünür bize. Oysaki çicek çocuklar döneminde neler neler yapılmış. Bu film sadece müzikle ilgili olan sansürü hem de oldukça eğlenceli bir şekilde anlatıyo, ama aslında Batı’daki ülkelerin yönetiminde bulunan kişilerin müzik dahil birçok şeyi nasıl tehlike olarak gördüklerini ve kendilerinin istemediği rejime karşı tehdit olarak gördükleri bu tür sanatsal eylemleri ve bunun dışındaki her türlü olayı bastırmaya, yok etmeye meyilli olduklarını filmin altyazısı olarak izlettiriyor.

Genelde takım oyunlarında birçok işi birden yapan oyuncular için komple oyuncu diye bir tabir kullanılır. Bu film de kadrosu, konusu, müzikleri renkleri ve dokusu ile komple bi film. Bence o dönemi izlemek için çok elverişli.

Film müzikleri sayesinde bir de bi konuda da yardımcı oluyo, şöyleki o dönem müziklerini merak eden ama bi yandan kimi neyi dinleyeceğini bilmeyen gençlere yayınladıkları soundtrack ile çok güzel bir seçki sunuyolar. Soundtrack oldukça kalabalık. Toplam iki cd’den oluşuyo toplam 36 tane birbirinden güzel şarkı var. Hem filmi hem de soundtracki şiddetle tavsiye ederim.

Sinem

14.02.2010

Weather Girl [2009]

Bu nasıl bir filmdi, bu tarza romantik komedi deniyor sanırsam.Yada ben romantik komedinin doruklarında saçmalamalar dersem heralde itiraz eden olmaz.Seattle’de 35 yaşındaki hava durumu spikerinin erkek arkadaşının kendisini aldattıgını ögrenmesi üzerine işini bırakarak erkek kardeşiyle yaşamaya başlayarak erkek kardeşinin en iyi arkadaşıyla romantik ilişkiye girmesi..

Bu filmi gerçekten çok iyi niyetlerle koydum ve izlemek istedim.Çok şaşırttı beni.Beklentileri karşılamasını bir kenara bırakalım ne tür beklentinin olacağını belirlemek bile imkansız.Ortada bir hikaye var evet ama gerçekten birçok saçmalık üstüne kurulmuş.

Romantik komedi tarzında ortaya biraz romantik bişeylerin konulmasını beklersiniz ama romantizm den başka herşey var.Bir kere romantik değil, tam olarak bir Sex-Buddy hikayesi yaratmışlar burada.Çok baside kaçmışlar, bu kadar basit olmasaydı bari.Başka birşeyler daha eklemeleri hoş olurdu ama ne ekleseler bundan daha ileri gidemezlermiş.Filmin çekildiği mekanların kısırlığı hemen göze çarpıyor.1 saat 30 dakikalık filmin 1 saate yakın bölümü evde geçiyor zaten.Odaları ezberliyorsunuz artık ve size fenalık geliyor.

İzlemeyin boşuna, verdiğiniz 1 saat 30 dakikaya yazık olur.Notum 10/3

UnjustLucifer

11.02.2010

Frost/Nixon [2008]

Tam bana göre bir film daha.Bilmediğim bir konu hakkında izlenen filmler herzaman ilgi uyandırmıştır bende.Nixon hakkında çekilmiş filmleri izlemem gerekiyor çünkü amerika tarihinde istifa ederek görevi bırakan tek başkanı ve skandallarda yanında bonus olarak...

Beyaz Saray’dan uzaklaşmak zorunda kaldıktan sonra Richard Nixon tam üç yıl süren derin bir sessizliğe gömülmüştür. Nixon 1977 yaz aylarına gelindiğinde bir televizyoncuyla karşılıklı oturup “teke tek” formatında yapılacak ve canlı yayınlanacak çok özel bir televizyon söyleşisi yapmayı kabul eder. Kendi ofisinde yapılacak bu söyleşide başkanlığına son veren Watergate gizli dinleme skandalıyla ilgili gelen tüm sorulara istisnasız cevap verecektir. Deneyimli Kurt politikacı Nixon, bu söyleşi için o dönemde henüz çaylak kabul edilen İngiliz sunucu David Frost’u seçerek herkesi şaşırtır. Amacı başa çıkabileceğini umduğu deneyimsiz ve çaylak gazeteciyi alt ederek Amerikalıların kalbinde kendisini temize çıkartmayı garantilemektir.

Çekimler başladığında Frost ve Nixon arasında inanılmaz bir beyin savaşı başlamıştır.4 oturum olarak yapılması öngörülen bu kayıtların ilk ayağında Nixon, Frost'u tam anlamıyla nakavt ediyor.Sorduğu sorulara öyle cevaplar veriyor ki, bir sorunun süresi 23 dakikaya kadar çıkıyor ve böyle olunca ortada cevabı bulunamayan bir sürü soru kalıyor.Çaylak bir tv ci olduğundan başlarda bununla başa çıkamaz.Hatta aldığı cevaplar karşısında kendisi bile etkilenmektedir.

2-3 oturumlarda hemen hemen aynı şeyleri kapsamaktadır.Bu sefer biraz daha aralara girmeyi başarmakta sorularla biraz daha terlemesine yol açmaktadır.Ama tabiki bu sırada ortaya başka sorunlar çıkacaktır.Sponsor sorunlarıylada aynı anda mücadele etmek zorundadır Frost.Bunca koşuşturmanın arasında arkadaşlarınında ona olan güvensizlikleri artmaktadır.Bu konusmadan Nixon'un galib çıkacağını düşünenlerin sayısı epey fazladır.

Son konusmaya geldiğimizde Frost uzun zaman buna hazırlanır, artık son şansını değerlendircektir.Bunun için gece gündüz süren bir çalışma yapar.Son programda her 2 side kendi güvensizliklerini, egolarını ve itibarlarını ortaya koyarlar. Saf ve yalın gerçeği ortaya çıkartmayı bir yana bırakmış, tamamen başka alanlara kaymaya başlamışlardır.Sonunda Frost istediğini gerçekleştirir ve Nixon'u alt etmeyi başarır.

Genelde tarih filmi sevinmez ama bu filmin kurgulaması inanılmazdı tek kelimeyle.2 saat süreye yaklaşan bir film ama hiç sıkmıyor.Sürekli film içinde bir aktivite var.Sonuçta bilinmeyen şeylerden konusuyorlar (en azından benim adıma) ve bunlarıda öğreniyorsunuz.Nixon zamanlarına aşina değilseniz ve neler olduğunu merak ediyorsanız size süper bir fırsat öğrenmek için.Tabi bu arada Michael Sheen'in performansınıda unutmamak gerekiyor.Hem tarihi hemde siyaseti bir ara bu kadar güzel yansıtabilmeside filmin izlenmesi için bir diğer neden.

Notum 10/7.6.İzlenmesi gereken güzel bir film, harcadığınız zamana sonuna kadar hak edecektir.

UnjustLucifer

8.02.2010

Cinderella Man [2005]

Tamamen gerçek bir olaydan uyarlanmış olan bu filmin kahramanı James J.Braddock. Braddock, Jersey’nin fakir sokaklarından çıkmış ve yaptığı ilk maçlarda kendini herkese kanıtlamış bir boksör. Boks açısından baktığımızda kuvvetli bir sağ yumruğa ve hızlı ayaklara sahip olan Braddock’un en zayıf yanı ise solu, solunun neredeyse hiçbir etkisi yok. 1929’a yani Amerika’daki bunalım dönemlerine kadar, daha kariyerinin başındaki kazandığı paralarla, rahat bir hayat ve mutlu bir evlilik yaşar. Bu evliliğinden üç tane çocuğu vardır.

Bunalım dönemlerine denk gelen sakatılıklar ve geçirdiği trafik kazası Braddock’u beklenmedik şekilde yavaşlatmıştır. Yıkık dökük bir evde, sadece karınlarını doyurabilecek bir gelirle hergün başka bir iş peşinde koşmaştadır. Dövüşlerine ise, para kazanmak ve ailesini geçindirebilmek için sakat bir şekilde devam etmekte, iyice kötü hale gelmektedir. Öyle ki bir gün eskiden ünlü olduğu, herkesin adını haykırdığı ‘’Garden’’a, oradaki boksun önde gelen isimlerinden para istemeye bile gider. Sakat eliyle yaptığı karşılaşmalarda seyircilerin beklentilerini karşılayamazken, artık kariyeri de bitme noktasına gelmiştir. Boks lisansı elinden alınmış, devlet elektrik ve gazını kesmiştir. Cinderella Man'nın menajeri sayesinde şansının dönmesi için son bir dövüş kapısına gelir. İkisinin de son şansı sayılır bu. Menejeri de aynı O’nun gibi çok kötü bir durumdadır. Lisansı sadece bir maçlık geri verilir ve final oynayacak rakibini oyalaması için görevlendirilir. Eski evine gelen Braddock, hiçkimsenin beklemediği bir şekilde, limanlarda çalışırken geliştirdiği soluyla rakibini mahveder ve ilk raundun sonunda rakibinin kulağına eğilip söylediği şu söz aslında her şeyi özetler : ‘’New York’a hoşgeldin!’’

Bugünden itibaren çalışmaya başlayan Braddock lisansını geri alır ve kariyerinin zirvesine doğru tırmanışa tekrar başlar.

Bir spor filminden çok bir dram ve aşk filmi olarak dikkat çeken Cinderella Man, azimli, dibe vurup çıkmış bir adamla, inanılmaz bir kadının hayatını anlatıyor. Cinderella Man’in başrollerinde Russell Crowe, Renée Zellweger ve Paul Giamatti oynuyorlar. Herbir oyunculuk ayrı ayrı alkışı hakediyor, kesinlikle izlenmeli.

Villian

7.02.2010

Yes Man [2008]


Merhaba, Fırat ve kısacık sürede edinebildiysem beni okuyan kitle çok kızdı bana biliyorum ama artık döndüm kesin olarak, en azından elimde şuanlık altıya yakın film var eheh. Efendim kısaca sorunumu üniversitenin ilk senesi, özel durumlar ve film izleyememek - evet yanlış duymadınız, böyle bir döneminiz olursa beni hatırlarsınız - olarak adlandırabilirim. Neyse fazla uzatmadan filme girmek istiyorum.

Carl sürekli kaybeden ve kaybettikçe kaderini kabullenmiş aslında biraz klasik bir Jim Carrey rolünü üstleniyor. Filmin başında her insanın karamsar ruh halinde yaşadıkları anlatılıyor. Carl arkadaşlarından kopuyor, onları görmek dahi istemiyor, evinde tek başına zaman geçiriyor vs..

Carl'ın hayatını değiştiren olay ise bir arkadışının onu, hayata evet demek ile ilgili bir seminere çağırması ile değişiyor. Bu seminerde öğrendiklerini ilk gününde uygulamaya başlayan Carl'ın başına Allison adında, eminim ki izleyen herkesin karşılaşmak için her şeye evet diyebileceği bir mucize geliyor. Film buradan sonra değişmeye başlıyor. Olumlu ve olumsuz dalganalanmalar içinde, Zooey Deschanel ve Jim Carrey'den oyunculuk dalında müthiş şeyler izlemeye de buradan itibaren başlıyoruz.

Filmi benim gibi bulanık ve ne yapacağını bilmeyen bir ruh halinde izlerseniz eğer inanılmaz etkileneceğinize garanti veriyorum. Hani bazı filmler vardır, ''Tamamdır, artk hayatım bu şekilde olacak'' dersiniz, aslında içten içe de etkilerler hayatınızı ama onun gibi olmaz, heh ben onlara yine de hayat felsefenizi etkileyen filmler diyorum. Yes Man kesinlikle hayat felsefenizi etkileyecek. Belki bazı şeylere daha az takmayı, belki de çok karamsar olmamayı yeğleyeceksiniz.

Efendim bilindiği üzere ben not vermeyi sevmiyorum, çokta filmden bahsetmek istemiyorum, nereye değinsem filmin güzelliğini kaçıracağım gibi geliyor. Zaten hangi filmi çok beğensem uzun bir yazı yazamıyorum. Sadece kesinlikle izleyin diyorum o kadar..

Villian

3.02.2010

Le Fate Ignoranti [2001]

Film bitti, şöyle bir ekranı kapattım ışığa doğru döndüm, bu ne biçim bir filmidi ya diye düşündüm kendi kendime.Ama bir dakika bu, bu kadar basit ve yüzelsel olmamalı diye düşündüm ve filmi tekrar kafamda yaşamaya çalıştım.

Antonia ve Massimo, Roma yakınlarındaki bir sayfiyede normal bir hayat süren, 10 yılı aşkın süredir evli bir çifttir. Massimo'nun bir araba kazası sonucu ölmesi, Antonia için herşeyi bir anda değiştirir. Ölen eşi, çok sayıda anı ve bir de şüphe bırakmıştır arkasında: Acaba Massimo, evli kaldıkları süre içinde bir başka kadınla da ilişkiye girmiş midir? İşte bu merakla bir araştırmaya başlar Antonia. Araştırmanın sonuçları, hayal edebileceğinin de ötesinde sürprizlere gebedir.

İlk paragrafta yönetmeni tebrik ederek işe başlamak istiyorum.Filmde birçok ilişki tipi oluşturmayı başarmış.Kadın-erkek, erkek-erkek ve kadın-kadın ilişkilerini son derece düzeli ve ustaca anlatmış Ferzan Özpetek.Kendisini daha önceden tanımıyorum hemen buradan bahsedeyim, ama şu filmini gerçekten çok sevdiğimi belirtmek istiyorum.Olayları 2 kahramanın gözünden de sergileme işini başarıyla yapmış.

Duygusal açıdan oldukça ezici bir anlatımı war filmin ve karakterlerin içinde bulundukları ortama; özellikleri, kusurları, farklılıkları ya da kendi deyimleriyle ucubelikleri ile uyum sağlama, kabul görme kaygısı ve buna benzer doğrudan göndermeler içeriyor.Bir düşünsenize, kocanızı kaybediyorsunuz, daha sonra eşyalarını toplarken ufak bir iz buluyorsunuz.Onu takip ediyorsunuz, izler buluyorsunuz, çok farklı ilişkiler keşvediyorsunuz ve sizde o ortama giriyorsunuz.Tek kelimeyle inanılmaz.

Bunun dışında bahsedilmesi gereken filmin nasıl ilerlediği.1 saat 45 dakikalık bir süresi var.İlk başladığı zaman hadiiii hayırlısı bu film bitmez demiştim.Bir süre sora acaba ne kadar kaldı gibilerinden bir bakış atmak için tam ekranı kapattığımda 1 saat 25 dakikanın bir çırpıda geçtiğine şahit oldum.Çok akıcı ilerliyor.Siz olayları özümsemeye çalışırken, film zaten bitiyor, ilerliyor.

Birde dialogdan bahsetmek istiyorum film içinde geçen.Kocasının geçmişini araştıran ve ilk başlarda karşılaştıkları karşısında şok olan ama daha sonra bunun iyice içine giren karısı hüzünlü bir şekilde "massimonun sadece bir ilişkisi yokmuş, onun bir hayatı varmış." sözüyle bütün filmi özetliyor zaten.

Notum 10/7.5 oluyor bu filme, mutlaka izlenmesi gereken filmler kategorisine koymak istiyorum.

UnjustLucifer

1.02.2010

The Imaginarium of Doctor Parnassus [2009]

Bir çok açıdan üzerinde fazlaca konuşulması gereken bir film ve gerçekten uzun uzun tartışılmayı hak ediyor.Heath Ledger'la son tango...

The Imaginarium of Doctor Parnassus, ölümsüz olan Dr Parnassus'un hikâyesini ve onun kumpanyasını anlatıyor. Şehir şehir dolaşıp, halkın içinden gönüllüler seçiyor ve bu kişileri bir ayna yardımıyla kendi hayal dünyalarına sokuyor. Bu sırada o kişi kendi hayal dünyasını yaşıyor. Ama bizim doktorun ufak ve karanlık bir sırrı var. Yıllar önce olan (filmden öğrenin) bir olayda çok ciddi bir iddiaya giriyor ve karşılığında ölümsüzlük alıyor. Kısacası aldığı bu ölümsüzlüğe karşılık; kızı 16 yaşına geldiği zaman, daha önce iddiaya girdiği Mr Nick the Devil kızının sahibi olacaktır. Yıllar geçtikten sonra kızının 16 yaşına gelmesine çok az bir zaman kalmıştır ama DR kızını vermemek için Mr Nick the Devil ile başka bir anlaşma yapmak zorunda kalır ve film işte tam burada başlar.

Kısaca bahsetmek gereği duyuyorum. Heath Ledger bu filmin neresine denk geliyor? Enter Tony; esrarengiz bir adam, bu kumpanyada çalışanlar tarafından köprüde asılı olarak bulunur. Daha sonraları kendisi de bu gruba dahil olur ve DR'a kızını tekrar kazanmasında yardımcı olmak ister. Ama bizim Tony'nin geçmişi biraz karışıktır. Zamanla mücadele başlar.

Terry Gilliam gayet güzel bir film ortaya çıkarmış. Farklı renklerin ahenginden yararlanarak, ortaya mantık çerçevesinde, hatırı sayılır bir hikâye koyarak ve bunu isimli oyuncularla birleştirerek gayet güzel bir eser yaratmış. Hazır filmden bahsetmişken devam etmek istiyorum. Filmdeki diyaloglar dikkatimi çeken noktalardan bir tanesi. İnanılmaz akıcı diyaloglar halinde gidiyor film. Çok uzun konuşma sahneleri olmaması gereken bir film ve bu konuya gayet güzel çözüm bulmuşlar.

Film ufak oyunlarla anlatılmış. Direk anlatılmak isteneni yansıtmamaya çalışmışlar. İlk başlarda önce neyin ne olduğuna biraz açıklık getirmek istemişler. Tam burada şunu da eklemek istiyorum ki, filmi izlerken öyle bir havaya kapıldım ki; acaba Ledger ne zaman çıkacak diye beklerken filmin başlarında bazı yerleri kaçırdığımı fark ettim. Bu hava genel olarak bütün filme hakim zaten, ileride biraz daha geniş olarak değinmek istiyorum buna ama her Ledger gözüktüğünde alkış tutma isteği vardı sanki içimde. Filmden devam edecek olursak, gerçekte yaşanan bir film ama aynı zamanda fantastik bir dünya da yaratmışlar. Tamamı fantastik olmadığından dolayı film hiç sıkmıyor.120 dakikalık bir runtime içinde bir an olsun boşlukta kalmış havasını tatmıyorsunuz, sürekli filmin sonunu bekler bir havada ilerliyorsunuz. Yazarlar Terry Gilliam ve Charlers McKeown bu konuda takdiri fazlasıyla hak etmişler.

Filmde göze batan ya da insanı rahatsız eden birkaç unsur var. Ne yazık ki Ledger'ın bu filmi tamamlayamamış olması büyük bir eksik. Şuradan başlamak gerek, sakın posterde Depp,Law,Farrell gibi isimleri görüp, ah ne güzel bu isimlerde var mantalitesiyle yaklaşmayın.Görünme süreleri toplamda 20 dakikayı bile bulmuyor ne yazık ki.Burada yazmamda bir sakınca yok sanırsam, Ledger'ın sihirli ayna davasına girdiği anlar çekilememiş ve tabi ki filmin finali.Ayna içi sahneler sanal sahneler, ama gerçek sahnelere tekrar döndüğümüzde Ledger devam ediyor.Bir nevi aynaya girdiğinde Ledger'ın da farklı bir hayal dünyası var, ya da onun üstünde birkaç değişim olur mantığıyla farklı aktörlere yer vermişler ve mecburi bir kopukluk olmuş.Filmin yarısından sonra bu sahneler başlıyor ve her seferinde farklı bir oyuncuyu görmek ilginç geliyor insana.Çok belli olmuş Ledger'ın olmadığı.Hani, değişim hissiyatı oluşmadı bende, Ledger'ın olmadığı ve yokluğundan dolayı bu sahneleri başka oyuncuların çektiği biraz fazla belli olmuş, ama elde olan bir şey değil, çünkü normalde böyle sahnelerin çekilmesi akla-mantığa sığmayacağından bunu görmezden gelmek zorunda kalıyoruz.Bazı sahneleri Ledger'ın bitirmesi gerekiyormuş ve olmamış.Heralde en dramatik olan kısmıda sonu olurdu.Sonda film gerçekten kopuyor.

Genel havadan devam etmek gerekiyor. Film gerçekten Ledger'ın etkisi altında biraz fazla kalmış. Tarafsız olarak izlemeye gerçekten çok çalıştım. Çok farklı bir duyguydu benim adıma. Ama sürekli bir kıyaslama ve inceleme doğdu içimde. Önce mimiklerine dikkat ettim ve Joker rolüyle acaba neler farklıydı diye. Daha sonra Joker rolündeki meşhur dil hareketini zaman zaman (istemsiz) yaptığını fark ettim. Daha sonra mimiklerine, konuşma stiline dikkat etmek isterken filmin biraz kaçtığı havasına kapıldım, çok farklı bir duyguydu. Joker karakterinden sonra burada acaba neler yapacak diye bekliyor insan. Ledger konusu açılmışken filmde kendisinden çok fazla bir şey göremedim. Tabiî ki zaman ilerledikçe oyunculuğunun biraz daha geliştiğine şahit oluyorsunuz ama Joker karakteri öyle bir noktaya çıkardı ki beklentileri oynadığı her filmde oscar performansı bekler olduk yok öyle birşey.Brokeback Mountain ve Dark Knight filmlerinde farklı roller üstlenmişti.Birinde gay kovboy diğerinde joker karakterlerini canlandırmak için özel bir şeyler yapması gerekiyordu ama burada gayet yalın bir şekilde karşımıza çıkıyor. Ekstra bir şey yok ortada yani. Kısacası, bundan 2-3 önceki oynadığı karakterler bizde öyle bir hava bıraktı ki, acaba bu sefer neler yapacak merakıyla daldık filme ve bu hava ne yazık ki burada çok sıradan kalmış olmasına yol açtı, her ne kadar vasat bir performans olmasa bile.

Christopher Plummer’dan bahsetmek gerekiyor. Başlarda çok yorgun ve bitkin, sürekli alkolik bir karakteri canlandıracağını anladığımız Plummer gerçekten iyi iş çıkartmış. Bunların yanında birkaç tane flashback olarak izlediğimiz sahne de var filmde. DR'un gençliğini de gösteren sahneleri izleyerek Parnassus'un gençliğini de göstermiş oldular.

Verilmek istenen mesaj tarzında şeyler var. Aslında filmden sizin çıkarmanız beklenen noktalar da yok değil. Ben olsam şu şekilde özetlemek isterdim, bir baba var ve kızı üstüne geçmişte bir kumar oynamış ama hata yaptığının farkında. Kızını korumak istiyor. İyi ve kötü arasında sürekli gidip geliyor. İnsanlar seçimler yaparlar ve bu seçimleri doğrultusunda yaşarlar demeye geliyor. Filmin bazı kısımlarını gerçekten 2. kere izlenmeyi gerektiriyor %100 anlamını anlamak ve filmin devamını izleyebilmek için, biraz karışık sırada gidiyor. Eğer anlayabilirseniz ki bu benim adıma filmi bitirdikten sonra oldu, o zaman bu filmi seveceksiniz.

Söylenmesi gerekenler bu kadar. Depp,Law ve Farrell, Ledger'ın yarıda bırakmak zorunda kaldığı karakteri kendilerince yorumlayarak iyi bir işe imza atmışlar ve aldıkları parayı Ledger'ın geride kalanlarına vermeleri ise daha anlamlı bir hareket olmuş bence.Bunun dışında söylenmesi gereken her şeyi söyledik sanırım.Ledger'ı, Jokerden sonra yarım yamalak bile olsa bir kez daha izlemek güzeldi.Biraz hüzün, biraz buruk bir hava taşıyor film. Ledger öldükten sonra Gilliam'ın bu filmi asla toparlayamayacağını ve hatta elinde kalacağını söyleyen topluluk şunu izledikten sonra neler düşünür bilemiyorum ama ben beğendim. Not vermek istemiyorum, sinemada izlenmesi gereken bir film olduğuna inanıyorum; içinde birçok görsel efekt barındırıyor.

UnjustLucifer

A Serious Man [2009]

Yaklaşık 2 saat önce film izleyeceğim diye oturdum bilgisayarın karşısına ve geçen gün bulduğum, birçok sitede olumlu notlar almış A Serious Man'i açtım. Dürüst olmam gerekirse, filmi izlemeden önce aklımdaki şey Türkiye'de vizyona girmeyen ama İKSV'nin festivalinde gösterilmiş bu "şeyi" izleyip size çok göz önünde olmayan birşeyi sunabilmek, bir bok yapmışım tribine girmekti. Ama olmadı....Niye? Çünkü izlediğim şey gerçekten adi bir kara komediydi. Hiçbir zaman filmleri aşağılamak istememişimdir çünkü sonuçta ortada bir emek, bir sanat var, bir de söz konusu Coen Kardeşler olunca, kötü konuşmak beni üzer. Ama bir saniye ya... Bir film bu kadar eksik, sıkıcı, ilerlememeye mahkum olabilirmi? Olabilirmiş....

Filmimiz 60ların Amerikasında yaşayan Yahudi bir aileyi konu alıyor. Daha doğrusu bu ailenin babası Larry Gopnik'i (Michael Stuhlbarg). Larry, üniversitede fizik hocalığı yapmaktadır. Yahudi okulunda okuyan fazlasıyla yaramaz bir erkek çocuğa, okulu takmayan, bütün sorumluluklardan kaçan bir kıza, kendisini eski bir aile dostuyla aldatan, daha doğrusu artık onunla olmak, dolayısıyla boşanmak isteyen bir eşe, hayatı boyunca başarısız olmuş ve kardeşine yerleşmiş bir abiye, kendisini geçirmediği için ona rüşvet tuzağı kurmuş bir Koreli öğrenciye sahiptir.

Larry, dinine çok bağlıdır ve yaşadığı sıkıntıları aşmak için hahamlardan fikir almaya karar verir. Bu noktada film kendi içinde beşe ayrılmış. Giriş, Haham 1, Haham 2, Haham 3, Sonuç. Burada birinci haham ikinciden, ikinciside üçüncüden daha düşük rütbede ve tecrübededir. Bu noktada yazar, din adamlarının başarılı oldukları konuların sınırını çizmeye çalışmış diyebiliriz çünkü hahamların cevapları ve yorumları gerçek anlamda tatmin etmekten çok uzak.

Filmin odaklandığı nokta, Larry'nin, yaşadığı olaylar karşısında inancının sınanması diyebiliriz. Burada bahsettiğimiz inanç, salt dini inançlardan oluşmuyor tabikide, onun kendisine olan ve hayata karşı inancını da bu kapsama alabiliriz. Tamam, belki filmin hedefindeki olgular biraz kendini belli ediyor olabilir ama konuların oldukça soyut olmasıyla birlikte, kendinizi anlam karmaşasının içinde buluyorsunuz. Bunun üzerine, geçmek bilmeyen, yavaş sahneler eklenince, bu filmi izlemek için Larry'nin taşıdığı inancın ötesine geçmiş olmanız gerekiyor. Belki fazla ağır bir yorum oldu ama gerçekten çok sıkıldık be abi...

Kara komedi yapmak kolay bir iş değil tabikide ama bu noktada komedi unsurunu koyduğunuz bölümler ve dramın bu komediyi hazmetmesi gerçekten çok önemli. Filmde, sinirden güldüğüm noktalar oldu kabul ediyorum ama bu duygunun filme sabretmeye çalışmamdan dolayı ortaya çıkmış olabileceğinide ciddi olarak düşünüyorum.

Filmden aldığınız temel mesaj, hayatta senin canını sıkan birçok olayla ve durumla karşılaşıyosun ama bir de şu adamın durumuna bak, sen şanslısın! Aslında adamın çöldeki bedevilerden çok uzakta bir yaşamı yok diyebiliriz, yaşadığı olaylar gerçekten üzücü ve sinir bozucu, ama keşke biraz daha canlı kanlı bir film izleyebilseydik, resmen uyuttu. Notum 5,9. Bu kadar küfredip 6 ya yakın not vermemde sanırım Larry'e üzülmemin etkiside var. Oyuncular, prodüksyon falan konuşup, parmaklarımı yoramayacağım, kusura bakmayın...

Mahmut

The Invention of Lying [2009]

Dünkü " A Serious Man" hüsranından sonra bugün gerçekten çok güzel bir film izleyebildim. Gerçekten güzel! Hazır dersler başlamadan boş vaktim olduğu için elimden geldiğince böyle çok göz önünde olmayan filmleri izlemek hoşuma gidiyor. Ve inanın bu sefer acayip bir film yakaladım.

Günümüz dünyasını düşünün... Eşyalar, kıyafetler, teknoloji, yani neredeyse herşey aynı ama çok çok önemli bir farkla. Bu dünyada yalan icat edilmemiş, bahsettiğim şey sadece dürüst insanlardan oluşan bir dünyadan daha öte, yalan kavramı "lugat"ta bile yok, %0 yalan. Tahminim buradan sonra yoruma devam etmesem bile, birçoğunuz filmi izlemeye kalkacak; haklısınız çok orjinal bir fikir. Ama durun ve filmin sadece fikirden dolayı güzel olmadığını görün.

Mark Bellison (Ricky Gervais), "kaybedenler" dediğimiz sınıftan olan bir film senaristi. Bu hem fiziksel açıdan hemde hayatı bakımından geçerli. Kısa, şişman, ezik bir eleman Mark. Yalnız yaşayan, işten kovulmak üzere olan ve hayattan hiçbir beklentisi kalmamış bir adam. İşler yine Mark için ters gittiği sırada, o, bugüne kadar o dünyada kimsenin bulamadığı, düşünemediği birşeyi icat ediyor, yalan söylemek.... Yalan söylememeyi bırakın, yalanın varlığından bile haberi olmayan bir dünyada, onu sizin keşfettiğinizi düşünün. İşler güzel ilerlemeye başlar değilmi. Tam olarak canlandıramamış olabilirsiniz o yüzden şöyle söyleyeyim, ağzınızdan çıkan her türlü düşünce, tez, iddiayı karşı taraf kayıtsız, şartsız doğru kabul ediyor, hemde hepsini. Hoşunuza gitmeye başladı değil mi? Dünyanın en güzel/yakışıklı insanına (Adriana Lima, Gerard Butler, Megan fox vs. hiç farketmez) bir şekilde ulaştınız ve dedinizki benimle evlenmezsen eğer öleceksin, yalanın olmadığı dünyada onunla 2 hafta sonra balayında olmanız kaçınılmaz:) Güzel değilmi?

Şimdi magazinel düşünceleri bir kenara bırakalım ve yazarlarımızın (Ricky Gervais, Matthew Robinson) asıl ulaştıkları noktaya bakalım. Mark, yalanı icat ettikten sonra, annesinin ölmek üzere olduğunu görünce ve onun sonsuz bir hiçe doğru yolaldığı düşüncesiyle üzüldüğünün farkına varınca, ölmeden önce ona, çok güzel bir yere, sevdikleriyle bir malikhaneye gittiğini, burada sonsuza dek çok mutlu olacağını söyler. Bu yalanı duyan oradaki doktorlarda tabikide şoka girer ve bu haber bir şekilde yayılır, bütün dünya, Mark'ın yaşamdan sonrasını bildiğini konuşur. Tabiki de Mark'ın etrafı dünya basınıyla sarılır ve Mark'ta yalanının arkasında durması gerektiğini düşünerek, 10 maddelik bir yazı hazırlar ve bunun kendisine "gökteki adam" tarafından iletildiğini söyler. 10 emir? çokta farklı değil ama filmin üzerinde durduğu nokta kesinlikle sadece musevilik değil, din inancı. Bu dünyada ne yalan vardır ne de din olgusu(tesadüf?).

Sonuç olarak Mark bir nevi peygamber durumuna gelir ve işte film Mark'ın bu andan sonra yaşadıkları, yalanı icat etmeden önce tanıştığı Anna (jennifer Garner) ile olan yakınlaşması ve tabiki yalansız bir dünya üzerinde yoğunlaşır.

Film duygusal bir komedi ve her noktasıyla dikkat çekici. Yalan olmadığına göre, insanlar sadece mantıkları ile kurdukları çıplak düşünceleri doğrudan, tereddüt etmen söylüyorlar ve bu da çok güzel bir film oluşturuyor. Ricky Gervais'in hem yazıp yönettiği, hemde başrolü Jennifer Garner'la paylaştığı bu sinema şaheserini kesinlikle kaçırmayın. Son yarım saatin biraz yavaş ilerlemesi dışında gerçekten fazlasıyla başarılı, dolu bir film. Puanım 7,8...

-----------------------Filmi İzlemediyseniz Bundan Sonrasını Okumayın---------------------

"Pepsi, when they don't have coke" kısmına bittim resmen. Huzurevi için, "A Sad Place for Hopeless Old People", kilise içinde, "A quiet place, to think about the man in the sky" çok bombaydı. Ayrıca Mark'a verilen Jesus havasıda yazar arkadaşların cesaretinin son noktasıydı benim gözümde. Garson gelip, başaşçının ikramı diye tatlı veriyor ve bu safer güzel yapamamış diyor, Mark bunun üzerine güzel deyince, "stupid"i yapıştırıyor garson.

Bankaya tekrar gidip biraz daha fazla para almasında sakınca yoktu bence. Mark'ı bu kadarda melek göstermek, daha sonra mesih olmasından kaynaklanıyor herhalde...

Evet filmi cidden çok beğendim ama son kısımları doldurmaktada bayağı zorlanmışlar. Jennifer'ın düğün muhabbetleri falan çok yavaş ilerledi. Açıkçası bu kısımlarıda daha akıcı yapabilselerdi ,bu filme 8'den az not veremezdim..

Mahmut

Aylık Tıklanma #7





7. ay sonunda sağlam rakamlar edindiğimizi düşünüyorum.Yazarlar ve konuk yazarların sayesinde blog biraz daha büyümeye başladı. Ayrıca yazıları daha farklı bloglarda tanıtmak ve buralar yollamakta tanınırlığı en kısa sürede biraz daha attırcağı düşüncesindeyim.

Emeği geçen herkeze teşekkürler.

UnjustLucifer