Film için söylenebilecek tek bir şey var benim, bizim adımıza: ”biz bu filmin zamanını kaçırmışız”. Yıl olarak değil yanlış anlamayın, biz filmde işlenen hikâyeyi, davayı kaçırmışız. Irkçılık olaylarına, Yahudilik kavramına ve o zamanlarda çıkan olayları kaçırdığımız ve konuya hâkim olamadığımızdan dolayıdır ancak. Ama gene de bir anlamayı deneyelim isterim kendi adıma;
Muhtar İbrahim - Zina ile suclaniyorsun, masum oldugunu ispatlayabilir misin? Soraya -Suclamayi yapan onlar, onlar ispatlasin sucumu. Muhtar -Eger ki bir kadin kocasi tarafindan itham edilmisse, masumiyetini ispatlamak kadina duser, yok eger kadin kocasini itham ediyorsa kocasinin sucunu ispatlamak da kadina duser. Zehra - yani butun kadinlar suclu, butun erkekler
Tamam, uğraşmayın nasılsa orijinal ismini okuyamayacaksınız. Paralel hayatlar demek yeterli. Bir cuma akşamı elime jiletimi ve kırbacımı alıp ekran karşısına bu filmi izlemek üzere oturdum. Yıllardır sinema izlememe ve artık olgunluk dönemime girdiğimi düşünmeme rağmen bırakamadığım bazı huylar ya da alışkanlıklar var. Belki bunlara eksik bile diyebiliriz. Uzakdoğu filmleri çekilmiyor arkadaşım. Yok, İngilizce olsun Türkçe olsun konuşmalar olmuyor. Akıl sürekli (İngilizce filmler yüzünden) konuşmalara gidiyor ve altyazılar kaçıyor. Buna dikkat etmek isterken film kaçıyor. Uzatmayalım daha fazla; film Kim Seok-Hyeon (Ji Jin-Hee) Kore’nin 36 yaşında atanan en genç ağır ceza mahkemesi yargıcıdır. Akılcı hükümleriyle ünlüdür. Kim Seok-Hyeon’un bir de güzel bir eşi (Yun Se-Ah) ve kızı vardır.....
Biri bana bu filmi al-izle-ver dese, büyük olasılıkla izledikten sonra bana bunu diyeni komaya sokarım ya da o tarz bir ”cd”yi geri verme tarifesi uygularım. Film; Tatil Kitabı, Silifkeli bir ailenin bir yaz boyunca başından geçenleri, daha çok ailenin küçük oğlu Ali’nin bakış açısını ön plana çıkararak anlatıyor. Filmin olay örgüsü, Ali’nin sert mizaçlı babası Mustafa ile ailenin diğer üyeleri arasındaki gerilimler üzerine kurulu. İstanbul’da askeri lisede okuyan büyük oğlu Veysel’in askeri okulu yarıda bırakarak üniversite sınavına girme isteğine şiddetle karşı çıkan Mustafa, çekingen ve içine kapalı bir çocuk olan Ali’yi de yaz tatilinde çalışıp kendisi gibi ticaret öğrenmeye zorlar. Daha sonra babası Silifke’ye dönerken beyin kanaması geçirir ve ağzından çıkan 2 laf ortalığı bir kere daha karıştırır…
Özellikle gelismekte olan ulkelerde genc erkeklerin yasli kadinlarla birlikte olmasi hos karsilanmayan bir durumdur. Diger sanat dallarinda oldugu gibi sinemanin da kulturun ve toplumsal altyapinin temelini olusturmak, degisimlere onculuk etmek gibi misyonlari vardir. Iste bu misyonlardan birine onculuk eden film genc erkek, yasli kadin askini kendine konu edinmistir.
Hani aşka, aşkın yüceliğine inanmayan bireylerin icat ettiği ve son derece popüler bir söz varya “senin dediğin aşk ancak filmlerde olur” diye işte o filmlerde olur dedikleri filmlerin bir tanesi bu. Öylesine bir aşk betimleniyor ki filmde, insanların bu filmin sonunda aşka inanmaması mümkün değil. En ruhsuz adama bile izletirseniz o dahi filmden etkilenecektir. The Notebook işte bu derecede iddialı bir film. Fakir erkek, zengin kız gibi arabesk bir ilişkiyi işlemesine rağmen aşkın büyüklüğü karşında insanı büyüleyen bir hikaye ile şeyirciyi kendinden geçirmeyi başaran muhteşem bir romantik dramadır The Notebook.
Evrenin en bilinmeyen yönü olan Ufolar, edebiyata olduğu kadar sinemaya da önemli bir ilham kaynağı oluşturmuştur hatta bilim kurgu türünün ilk temelleri de bu oluşumun üzerine atılmıştır. Evrenin başka bir yerinde yaşayan uzaylıların var olup olmadığı paradoksundan yola çıkılarak bu konu üzerine yüzlerce film yapıldı ve bir o kadar da kitap yazıldı. Zaten sinema denilen sanat türü insanın hayalgücü ile doğru orantılı olduğundan ortaya, özellikle hayal gücüne ihtiyaç duyulan bilim kurgu türünde yüzlerce film çıktı
Tüm filmlerini izlemesem bile bu George Romeo denen adamın resmen hayranıyım. Yıllardır istikrarla çevirdiği zombi filmlerinin çoğu kült olmuş hatta korku sinemasına adını yazdıracak filmlere yapımcılık ve yönetmenlik yapmış. Ama nedense en iyisini sona saklamış: demedi demeyin ölülerin günlüğü üç yıldır keşfedilmememiş ama keşfedilmeyi bekleyen bir BAŞYAPIT!
Bilim insanları Premonition yani Türkçe adı ile “Öngörü” kelimesini ”gelecek tehliklerini öngörü ya da sezmenin özel adıdır” şeklinde açıklıyorlar aslında filmde de anlatılan konu tam olarak bu. Her zaman kendine özgü konusu olan filmler, konu ilginç olmasa bile izleyiciden saygı görür işte bu yapım da onlardan biri.
"Obviously Doctor, you've never been a 13 year old girl."
İzlerken zevk vermeyen ama izledikten sonra bir anda oyunculuk performansı gözünüzde tekrar canlanıyor. Scarface gerçekten boş bir filmi, bana fazla birşeyler, hatta hiçbirşey katmadı. Klasik, sıradanlaşmış mafya filmi ama öyle bir Al Pacino izliyorsunuz ki, film bir anda dünyanın en kıymetli filmi oluveriyor.!Normalde bir filmi izlemeden önce fragmanı izlemekten ya da o film hakkında sağda solda yazı okumaktan nefret ederim, ama komik olan bu benim şu anda yaptığım iş zaten…
Bu sefer KanesHiro isimli yazarımızın kritiğini okumaya karar verdim. Uzakdoğu sineması konusunda seçici olmam gerektiğine inanıyorum, çünkü normal şartlarda zaten dayanamadığım bir tarz ama bunun gibi deneme-tavsiyel
Her sayesinde ancak izleyebiliyorum. Başlangıç lafını biraz fazla uzattım sanırsam hemen filme geçelim;
İki kardeş, Ho-jin ve Dae-jin, aile olarak sahip oldukları yegane şey kendileridir. Ağabey olan Ho-jin Eun-soo ile evlenerek aileyi 3 kişiye yükseltir, ve hep birlikte mutlu ve huzurlu şekilde yaşarlar. Ancak bir gün Ho-jin’in itirazlarına rağmen Dae-jin bir otomobil yarışı finallerine katılır. Tam aynı anda ama farklı yerlerde...
Hani artık laptop'ta film izlemeye başladım, ps2 takıntım geçti demiştim ya. Heh, en son The Devil Wears Prada'yı almıştım dvd'cimden. Bayağı bir durmuştu bende, şöyle 3-4 hafta falan. Bizim için büyüklerin elini öpmek, bir gelenektir bayramda. Ailem İstanbul'a giderken, ben hayatımda ilk defa onlara karşı gelip İstanbul'a gitmedim ve yalnız kaldım evde. Sebebim ise şuydu: 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası. Geçen sene, Eurobasket 2009'un son günleri de Ramazan Bayramı'na denk gelmişti, yarı finali ve finali kaçırmıştım. Bu sefer basketbol ağır bastı ve tepkimi koyup gitmedim. Ev boş olunca da ps2'yi televizyona bağlayıp film izleme imkanım oldu ve bayağıdır bekleyen The Devil Wears Prada'yı takıp, biramı da alıp filme başladım.
Bir filmin kadrosuna baktığımda Jennifer Aniston’u görüyorsam konusunu dahi okumadan o filmin romantik komedi olduğunu tahmin edebiliyorum. Bunun sebebi hiç şüphesiz ki Aniston’un her zaman tek tip filmlerde oynamasıdır. Romantik komediler izleyicinin gözünde zamanı mekanları ve oyuncuları değişik, birbirini takip eden dizi filmler gibidirler ki bunun sebebi de konu olarak hep birbirinini aynı olmasıdır. Ancak filmin kadrosunda Aniston’un partneri olacak oyuncunun Ben Stiller olduğunu gördüğümde filmi izledim. Zaten romantik komedi tarzındaki filmler insanın stresini silip süpürdüğünden dolayı birbirinin aynıları olsalar bile her zaman sevdiğim bir film türü olmuştur.”Bir kadın lazım… Her hikâyeye muhakkak bir kadın lazım…”
Bu aralar Avrupa sinemasında inanılmaz filmlere denk gelme geleneğimi sürdürüyorum.
Evli ve iki çocuk babası olan adli tıp fotoğrafçısı Jonas mutlu olsa da hayatında bazı şeylerin eksikliğini hissetmektedir. Bir gün sürekli sorun çıkartan arabaları yol kenarında bozulunca Julia adlı genç bir genç kadın, onlara çarpmamak isterken kaza yapar. Suçluluk duygusuyla, ağır yaralı kaldırıldığı hastaneye genç kadının ziyaretine gider ve orada Julia’nın ailesi onu kızlarının Güneydoğu Asya’da tanıştığı erkek arkadaşı zanneder....
Hikâyemiz; Michael Lewis’in “The Blind Side: Evolution of the Game” adlı kitabından uyarlanacak olan film evsiz bir çocukken iyi bir aile tarafından büyütülerek bu yıl NFL’ de en iyi oyuncu seçilen Michael Oher’in hayatını konu alan bir film. Film yukarıda bahsedildiği gibi Amerika’nın arka sokaklarından gelen bir gencin dramatik hikâyesi konu almış. İyiliksever bir aile tarafından önce evlerinin kapıları açılıyor. Zamanla alışma sürecini atlatan Ohier, aile tarafından çok seviliyor ve daha sonra evlat ediliniyor. Acıklı olarak başlayan bir hikâyenin güzel bir sonla bağlanmasını izliyorsunuz.
Film başlarda biraz ağır ilerler bir hava içine bürünse de siz filmin özellikleriyle değil, filmin...
Uzun zamandır blog hakkında herhangi bir yazı yazmamıştım. Artık zamanı geldi sanırsam.
Dışardan bakıldığı zaman çok basit bir filmmiş gibi gözükmesine rağmen, üstünden biraz daha derin düşünülmesi gereken bir film olduğuna inandım ve bu yazıyı öyle yazmak istiyorum. Eğer bu kadar derinlemesine bakmazsam; bu filmi kaldırıp çöpe atmak zorunda dahi kalabilirim.
Hep merak ettiğim, internette dolaşırken acaba bu nedir diye düşündüğüm bir kavramdı Dogme 95. Ocak ayında izlediğim bir filmden sonra artık ‘’bilmediğini izlemek’’ kavramından biraz kurtulmak ve bir fikir oluşumunu sağlamak için araştırmaya başladım. İşin içine biraz da merak öğesi girdikten sonra, bu konu hakkında birtakım veriler öğrendim ve artık bunları paylaşma zamanının geldiğine karar verdim. Nedir bu Dogme 95? Neden bu tarzda filmler çekiliyor?
Tarzım olmayan filmleri de arada izlemek gerektiğine inanıyorum. En azından ben izlemem, ben kendi ilgi alanımın dışına çıkmam demek her zaman saçma gelmiştir bana ve bu yüzden Date Night filmine bir göz atmak istedim.
Öncelikle yine biraz kendimden bahsedeyim bu ilk paragrafta. Hani, ukalalık olarak algılamayın ama ciddi anlamda laptop'ta film izleyemiyordum ben 1-2 senedir. Dizi falan evet ama filme gelince iş, laptop'tan olmuyordu. İçeride PS2'yi kurup, televizyondan izliyordum. Daha büyük ekran ve ayrıntılar tabii. Ancak sürekli DVD alma olayı beni sıktı. DVD'lerin bozuk çıkması, altyazısız değil de dublaj olması, filmin ortasında donması, ve benim de netten film indirip DVD'ye çekemeyecek kadar üşengeç olmam. En sonunda geçen gün bu ön yargımı kırmayı başardım ve üst üste The Hills Have Eyes ve The Hills Have Eyes 2'yi izledim. Artık PS2'de 1 film izlersem laptop'ta 5 film izlerim herhalde. Peki neden The Hills Have Eyes? Neden, izlemediğim onca harikulade eser varken bu basit korku filmi? Alexandre Aja ve "İlk filmini izlemişken ikincisini de es geçmeyelim" takıntım yüzünden. İlk film Alexandre Aja'nın, 2.si ise Martin Weisz'ın. Haute Tension beni öyle etkilediki, Aja'nın diğer filmlerini izlemeye başladım. Zaten fazla filmi yok henüz, bu genç Fransız yönetmenin. Son filmi de şu sıralar vizyonda olan ve The Hills Have Eyes gibi bir remake olan Piranha.
Helen NewYork’ta yaşayan, evsiz, eski bir şarkıcıdır. İçkiye düşkünlüğü, girdiği kötü ilişkiler ve başına gelen talihsiz olaylar sonucu sokaklarda yaşamaya başlamıştır. Kendisi gibi bir evsiz olan Francis de bir karısı, ailesi, hatta torunu olmasına rağmen evinde yaşamak yerine sokakları tercih etmiştir. Geçici bir iş ve karnını doyurmak için yaşam mücadelesine giren birçok umutsuz insan da, tıpkı Francis ve Helen gibi fırtınalı bir hayatın içinde, büyük bir sefaletle baş başadırlar.
Copyright © 2009-2012 Film Dünyası | Powered by DvdMovieWorld
Design by Fırat Çimenli & Blogger