23.10.2009

Five Minutes of Heaven [2009]

Bugün benim açımdan güzel bir gündü. Şöyle ki, hayatımda ilk defa iksv’nin düzenlediği filmekimi’ne yani sonbahar film haftası’na gitme şansım oldu. Biletimi çıktığı gün almıştım. Sabah erken uyanıp, önce tren, sonra vapur, sonra da metroyu kullanarak istiklal caddesi’ne çıktım. 13.30 seansındaki, az sonra yazacağım filme girdim. Film bitince de biraz caddeyi dolaşıp, bir şeyler yiyip, içip, aynı araçlarla seyahat ederek eve döndüm. Her şey çok güzeldi ama film o kadar iyimiydi? Orası muamma işte…

Kuzey İrlanda’da 1975 yılları, başkent Belfast’ta iç savaş hakim. Protestan, İngiltere ile birleşme yanlısı Ulster Gönüllüleri ile Katolikler çarpışıyor. 17 yaşındaki Alistair Little (Mark David), sadece üzerine ‘bir Katolik öldürdü’ etiketini yapıştırıp sokaklarda ‘erkek’ gibi gezmek amacıyla Katolik olan Jim Griffin’i (Gerard Jordan) öldürür. Cinayetin görgü tanığı, Jim’in 9 yaşındaki kardeşi Joe’dur. Joe’nun annesi, çocuğun, abisini öldürmesine rağmen neden ona, onu engellemediğini söyleyip, bütün suçu Joe’ya yükler. Joe 33 yıl boyunca cinayeti görmenin ve engelleyememenin, üstüne üstlük annesinin nefretini kazanmasının verdiği vicdan azabıyla yaşar.

33 yıl sonra Joe Griffin (James Nesbitt) evlenmiş, çoluğa çocuğa karışmış bir adam olarak karşımıza çıkar. Alistair Little (Liam Neeson) ise 12 yıl hapishanede cezasını çekmiş ve artık bu işlerden uzaklaşmış ve normal yaşantısına devam etmektedir. Bir gün reyting uğruna bir reality şov programı bu iki kişiyi buluşturmak ister ve olaylar gelişir…

Spoiler gibi gelebilir ama değil bence. Film asıl olarak bu anlattıklarımdan sonra başlıyor ve her şey ayrıntılarda gizli. Joe’nun da, Alistair’in de kendine ait hikayeleri var ve 33 yıl boyunca neler yaptığını dinliyoruz. İkilinin karşı karşıya geldiği anda da inanılmaz bir adrenalin pompalanıyor vücudumuza.

Açıkçası film bana çok kısa geldi. Yani sürükleyici demek oluyor bu. Evet 90 dakika ama, yarım saatte bitmiş gibi hissettim. Yine de sıkıcı birkaç kısım var, ufak ta olsa. Özellikle uzun cümleler ve ağır İrlanda-İngiltere aksanı hakim filme. Bunlardan hoşlanmıyorsanız daha da sıkıcı gelecektir. Neyse ki ben İngiliz aksanının büyük bir hayranı olduğum için zevkle izledim.

‘Der Untergang’, ‘Das Experiment’ ve ‘The Invasion’ filmlerinin de yönetmeni olan Olivier Hirschbiegel yine iyi bir iş çıkartmış. Zaten film 2009 Sundance’te Dünya Sineması Yönetmen ve Senaryo ödüllerini kazanmış. Oyunculuklara laf yok. James Nesbitt inanılmaz bir performans çıkarmış. Tek kelimeyle İ-NA-NIL-MAZ! Liam babaya zaten laf edersek çarpılırız ama bu filmde şovu Nesbitt kapmış. Filmin sonu biraz sade ve açıkçası bu da çok iyi ilerleyen filmin bu kötü sonla bitip, vasat olması demek bana göre. Daha çarpıcı bir son olsa puanım çok daha iyi olacaktı ama sadece sonunu beğen-e-mediğim için çok puan kırıyorum.

Araya ‘filmekimi’ni sıkıştırayım. Güzel bir organizasyon, ama yetersiz. Altyazı olayı güzel, ekstra küçük bir perde koymuşlar ve altyazı filmin altından değilde o perdeden geçiyor. O güzel. Ama mesela ‘Das Weisse Band’ filminde Almanca konuşulurken alttan geçen İngilizce orijinal yazılar okunmamış. Yine bir eksiklik var yani. Ses sistemi sorunlu, görüntü sistemi sorunlu. Yaklaşık 3-4 dakika sessiz izledik filmi bugün. Görüntüde de sürekli zıplamalar, oynaşmalar. Ben yine pek bir beklentiyle gitmedim, fazla batmadı. Hatta oturduğumda çok sevindim, bulutlarda uçtum adeta. Çünkü 1. sıra 31. koltuktu biletim ve en önde oturacağımı sanıyordum. Halbuse 1. sıra en arkaymış, çok ta güzel bir yerdi. Ama biraz önce bahsettiğim sıkıntılar, eminim pek çok sanatsevere batmıştır.

Filme dönelim. Güzel bir hikaye, saf bir hikaye, acıklı bir hikaye. Saçma sapan bir amaç uğruna yuvaları yıkılan, yıllarını vicdan azabıyla geçen insanların olduğu bir hikaye, geleceğinizi belirlemek için geçmişinizle yüzleşmeniz gerektiğini hatırlatan bir hikaye. Dediğim gibi sonu yakışmamış bence. Onun dışında beğendim. 10/7

Beercholic

0 Yorum :