15.10.2009

Comme Une Image [2004]

Aslında pek yapmadığım bir işi yaptım az önce. Uyku tutmadı, televizyonda film izlemem, yani pek fazla izlemem. Böyle saçma kurallarım vardır, uzun süredir bilgisayarda yada laptopta da izlemiyorum. Sadece DVD’de izlerim, genelde. Bu kuralımı çiğnedim. Bir de pek fazla Avrupa Sineması izlemezdim. En son izlediğim ve tek hatırladığım film Lilja Forever’dı. Onu da cnbc-e’de izlemiş, sonra çok beğenip, netten indirip bilgisayarda bir kez daha izlemiştim. Az önce cnbc-e’de Fransız Sineması’nın bu filmini izledim. Düşünüyorum da, iyiki izlemişim.

Fransız oyuncu/yönetmen Agnés Jaoui yazmış ve yönetmiş. Bununla da kalmayıp oynamış. Türkçe anlamı “Bana Bak” olan –bazı yerlerde “Resim Gibi” geçiyor- bu film 2004 Cannés Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışmış ve en iyi senaryo ödülüne layık bulunmuş.

Konumuz şöyle; Başrolde ünlü bir yazarın kızı olan Lolita (Marilou Berry) var. Kızımız şişmanlıkla obezlik arasındaki ince çizgide yürüyor. Mükemmel derecede bir sese sahip ve en iyi yaptığı iş şarkı söylemek. Kendiyle barışık değil ve babasının kendisiyle hiç ilgilenmemesi dolayısıyla ondan nefret ediyor. Bu arada babası olan ünlü yazar Etienne Cassard’ı ise filmin diğer bir senaristi olan Jean-Pierre Bacri canlandırıyor.

“Bu başka birinin hayatını yaşıyor olsalar ne yapacağını çok iyi bilen, ama kendileri ne yapacağını bilemeyen insanların öyküsü…” filmin tagline’ı, filmi çok iyi anlatıyor aslında. Yönetmen Lolita merkezinde insanların ne kadar bencil, ne kadar kendilerini düşünen yaratıklar olduğunu anlatmış bizlere. Bir şekilde herkes çıkarları için yaşıyor bu dünyada. Çoğu insan kendisine verdiği değeri bir başkasına veremiyor. Ya da bir başkasına sınırlı olarak, menfaat amaçlı veriyor o değeri veriyorsa da. Yönetmen bunu gözümüze sokmaya çalışmış ve bunda başarılı olmuş. Ancak filmin sıradan olduğu gerçeğini değiştirmiyor yine de.

Spoiler’a girebilir. Lolita’yı insanlar, babasının ünlü bir yazar olduğunu öğrenince sevmeye başlıyorlar. Ve onu kullanıyorlar. Onun müzik hocası olan Sylvia’da, babasının en sevdiği yazar olduğunu duyunca, kıza daha da yakınlaşmaya başlıyor, dolayısıyla babasına da yakınlaşmaya başlıyor ve anlıyor ki babası bir hiç. Evet ünlü yazarımız gerçekten hayatında bir pislik olarak yaşıyor. Kendinden başkasına –kızına bile- değer vermeyen bir hiç. Bu da sürekli sinirli olmasına ve insanlarla geçinememesine yol açıyor. Yönetmen burada da “İnsanların göründüklerinden farklı bir yanı” olduğunu vurguluyor ayrıca.

Oyunculuklara değinmek istiyorum ama sağlıklı olmayabilir. Sonuçta sabahın 5’i ve film Fransızca. Yani bilmediğim bir dil. Mimikleri tam anlayamıyorsunuz bilmediğiniz bir dilde film izlerken. Ama yine de dikkatinizi çeken şeyler oluyor. Hem yönetmen, hem yazar hem de aktris dediğim Agnés Jaoui gerçekten mükemmel oynamış. Yani hepsinin arasından en çok o çarptı benim gözüme. Bir de güzelliğiyle Virginie Desarnauts. Diğer karakterlerde sırıtmıyor ve iyi eşlik ediyorlar. Müzikleri de gayet güzel bir film.

Bu kadar artısına rağmen dediğimiz gibi sıradan bir film gibi geldi. Yani ne bileyim, yer yer çarpıcı sahneler var ama genel olarak baktığımızda çok ta derinden etkilemiyor bu film insanı diyebiliriz. Yine de izlenmeye değer, hele de Avrupa –Fransa- Sinemasına merakınız varsa. 10/6

Beercholic

0 Yorum :